Klasik şark insanı düşünce tipi, yani herşeyi ya siyah ya da beyaz olarak görmek, bu roman için yapılan yorumlara da aynen yansımış. Ya mutlaka okunmalı süper, ya da çok kötü, saçma vs.
İsimler çoktu, çok yer adı vardı falan gibi yorumları ise, kapasite yetersizliklerinin suçunu romanda arayanlar oldukları için dikkate bile almamak gerekiyor.
Aslında ikisi de değil, yani ne çok kötü, ne mükemmel. Gri yani... Hayatın kendisi gibi, arada, 1 ya da 0 değil!
Herşeyden önce konu çok orijinal. Hatta okurken, Stephen King'in müthiş romanı 22/11/63 için bu romandan ilham aldığını düşündüm, hala da düşünüyorum.
Kurgusu da oldukça iyi bence, hata veya zorlama hissetmedim okurken.
Ve kurgunun en güçlü ögesi, nostaljiden ve bilim kurgudan çok daha öne çıkarılan "aşk".
İşte bu konuda sorun var bence.
Yazar, 1000 sayfa sürmesi gereken bir romanı 450 sayfaya sıkıştırmış, hızlandırmış, ama bu nedenle de en vurucu ögeyi, aşkı kaçırmış bence. Yeteri kadar derine inememiş. Roman kahramanının hayatının aşkını yıllarca çaresizce beklemesinin hissettireceklerini iki cümle ile geçip, o yılları atlayıvermiş örneğin. Derine inmemiş ve çok daha güzel olabilecek bir roman, müthiş orijinal bir konu, güme gitmiş diyemeyeceğim ama, olması gereken mükemmellikte değil bence.
Romanın yayın tarihi 1986, ülkemize gelişi 2010. Bu ne böyle ya! Bu nasıl iş?
Son olarak, bütün bu değerlendirmelerin sonucunda yazarın diğer romanlarını da alıp okumaya karar verdim.