Toplam yorum: 3.087.472
Bu ayki yorum: 7.159

E-Dergi

igokdemir Tarafından Yapılan Yorumlar

28.10.2008

Nobel ödülü almış yazarımıza "masumiyet müzesi" değilde "kara kitap" gibi bir roman daha çok yakışırdı. Aldığım haz "kara kitap"ın onda biri kadar bile değil...
06.09.2008

Kitap ismi; içeriğine göre hayli abartılı olduğunu düşündürüyor okuduktan sonra... İlk okumaya başladığınızda işte diyorsunuz; beni allak bullak edecek bir kitap... Ama yanılıyorsunuz tabiiki...
26.01.2008

Bir gazetede, bu kitabın Türk tarihindeki gerçekleri yansıtmadığı yönündeki yorumlarını okuduğum bildik yazarların (Sn. Yalçın Küçük ve Sn. Orhan Pamuk) isyan eleştirileri üzerine inceleme, satın alma ve okuma fırsatını yakalamış oldum. Ve hemen öncesinde üzerinde bilgi sahibi olan diğerlerinin, yorumlarına bakarak ilk etapta bir "Kara Murat" klasiği herhalde diye düşündüğüm, hemen sonrasında benim de bu kitabı okumam gerektiğini hissettirecek kadar güzel yazılar üzerine okuduğum bu kitapta tarihin içerisine gömülüp kaldım. Bilgiye açlığım diyebileceğim bir his ile bu kitabın sayfaları arasına girerek bende onlarla birlik olup savaştım. Açlığım çok farklı bir konumda imiş ki bir solukta okuduğum ender kitaplardan biri oldu.

26.01.2008

Aldığım 1992 şubatı, bitirdiğim ise haziranı idi. 4 ayda ancak bitirebilmiştim ve konuyu yeniden kavrayabilmek için 2. defa okumuştum ki ancak o zaman tadına varabilmiştim. Bir cümlenin uzun bir paragraftan oluştuğunu gördüğümde, “yahu ne kadar uzun cümleleri var cümlenin başını unuttum” diyerek kendi kendime, tekrar takrar okuduğum bu kitap, her bölümü özenle örülmüş, kurgusu etkileyici bir romandı.
“Tarihin gizli kalmış karanlık olaylarından, insanlarından tutunda geleceğin nasıl olacağından hatta kendi geleceğini ve sonunu, yazdığı yazılarla biçimlendiren bir gazetenin köşe yazarının, eski sosyalist üvey kız kardeşi ile birlikte, kurtuluşa erdiremediği okuyucularının korkusundan saklandığı zamanlarda, amcasının oğlu ve kız kardeşinin eşi olan bir avukatın, onları İstanbul’un karlı ve karanlık kış günlerinde bulabilmek için herkesimden insanları barındıran değişik yerlerini dolaşırken (ve biz okuyucuları da bu ortamları dolaştırırken) her zaman yazılarını okuduğu bu köşe yazarının yerine yazılar yazarken, onun sesini benzeterek telefonda okuyucuları ile konuşurken, kavga ederken ve geçmiş yazılarının işaretlerinden faydalanarak kayıp karısına ulaşmaya çalışırken anlatılan bir çok öykü arasında biz okuyuculara rastlattığı bir isimdi Bedii Usta...

Yazılarında bazen insan öykülerine yer veren köşe yazarının kapısını çalan Bedii Usta’nın oğlu; babasının Osmanlı döneminde yasaklanmış olan vitrin mankeni ustalığını, gizli gizli bir apartmanın bodrum katında devam ettirdiği günleri ve sonrasında Cumhuriyet kurulduğu yıllarda gizliliği bir kenara bırakarak herkesin tuhaf bulmasına rağmen, evlatlarım dediği kendisine ait, Türk insanının hareketleri ve görünüşleri ile birebir örtüşen vitrin mankenlerini hiçbir mağaza sahibinin almadığını, nedeninin ise malın, zaten kendimize benzeyen vitrin mankenleri üzerinde hiçbir vatandaşımızın kendini aynı mankenlere benzememe, hissetmeme ve Avrupalı insanlara benzeyerek, hissederek daha mutlu olacağı düşüncesi ve gayretinden olsa gerek, mankenin üzerindeki malın tanıtımının başarısızlıkla sonuçlandığını gördüğünde, kendini diğer insanlardan soyutlayışını ve insanımızın karakterlerinin ve jestlerinin değişmesindeki nedenlerden en büyüğünün zamanın sinemalarında gösterilen amerikan filmlerindeki aktörlerin ve aktrislerin karakterlerini, jestlerini aynen alışımızı ve onlara benzemek için giyinişimizi değiştirmeye çalıştıkça daha mutsuz insanlar haline geldiğimizi, iki arada bir derede kalışımızı anlatır. Ve dikte ettirir. “

Bölümünü İstanbul’da bitiren bir inşaat mühendisi arkadaşımın anlattığına göre, sadece bir bölümünde İstanbul’daki semtine ve apartmanına kadar tarif ettiği bu öykünün etkisinde kalan bir çok okuyucunun apartmanın kapıcısına gidip böyle bir şeyin varolup olmadığını araştırdığını ve inanmayanların yine de bodrum kata bakmak istediklerini hatta kapıcının ise gelen okuyuculara ve romanın yazarına (gıyaplarında) küfürle karışık “el alemin işimi yok ne?” diye sinirlendiğini anlatmıştı.

Hakikaten biz kendimiz değil de hep başkaları olmaya mı çalışıyoruz diye çok düşündürmüştü bu bölüm... Hatta takılıp kalmıştım bir söze; “Doğuya giden sessiz gemide Batıya bakan ah siz talihsizler”


26.01.2008

Selçuklular dönemininin kıyıcığında geçivermiş bir hikaye etrafında dönerken Maalouf, birtakım olayların arkasında gizli kalmış noktaları ortaya çıkarmaya çalışmış. Ortadoğu kökenli yazar geçmişimizin izlerinde birtakım bilgileri bize sunmuş. Atalarımızın tarihini okurken bazı noktaları kaçırmışım veya tarih kitapları atalarımızın iyi yönlerini ele almışta sıkıntılı dönemlerini atlayıvermiş.

Ben bilmiyordum mesela Malazgirt Savaşı komutanı, Türklere Anadolu’nun kapısını açan Sultan Alpaslan’ın tahtında hançerlendiğini... Fetihlerin babası olarak anılan Sultan Melikşah’ın Bağdat’ta zehirlenerek öldürülmesi ve Selçuklu hükümdarları kadar ünlü vezir, Nizam-ül Mülk’ün (belki de zamanın terör örgütü denilebilir); Hasan Sabbah komutanlığındaki Alamuth Kalesi fedailerinden (ki bunlar Selçukluların üst düzey yetkililerini öldürme eğitimi almışlar) birisi tarafından hançerlenmesi’ni hiç okumamıştım. Romanda bu bilgileri okuyunca merak edip araştırdım; doğrum imiş.

Tarih öğreten okunası bir kitap