Toplam yorum: 3.092.427
Bu ayki yorum: 3.028

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

YKY de Demir Özlü'nün bütün öykülerini içeren bir kitap çıkardı: Sürgün Küçük Bulutlar. Fakat bütün öyküleri de yok zannediyorum, bakacağım işte. Kronolojik olarak okuyorum, Bunaltı ilk kitap.
Bağsız: İlk öyküde Türk Raskolnikov var. Bir kadını öldürmüş bizim genç. Dediğine gel: "Özümden, beni bedbaht eden özümden hiç ayrılamıyacak mıyım? İnsan hiç ayrılamaz mı?" (s. 560)

Ya kitap 20'li yaşların derin izlerini taşıdığı için böyle cümlelerle çok karşılaşacağız, ben de hepsini alacağım. Evet.

Kadın... Demir Özlü'nün kadınlarını niye Turgut Uyar'ın kadınlarına benzetirim ben? Turgut Uyar'ın kentten kurtaramayan kadınlarına daha doğrusu. Yolları kurtuluştan geçmez, bu yüzden belki. Kadınlar varoluş acısını silmez, kadınlar şehrin neon lambalarından kurtarmaz. Bu sebeple sanıyorum. Onlara bakış basittir, çünkü acı vardır kökte. Bir makalede İkinci Yeni'ye hiçbir türün yakın olamadığı, bir tek öykünün yakın olabildiği yazıyordu. Hangi makale, neydir, hatırlamıyorum. Ama öyle.

"'Seni seviyorum.'
'Neden?'
'Kadınsın?'" (s. 570)

Bu kadar. Ardından burjuvaziye bir giydiriş, bir iç hesaplaşma da gelsin tabii. Kopuk aile bağları, ülkenin kokuşmuşluğu... Bir dünya acı sebebi. O kadar her şeyden geçmiştir ki adam, kadının birine işlediği cinayeti söyler, üstelik kendisinin nerede olacağını da söyler: havaalanı. Gider bu, oturur. Üç defa anons yapılır, kıçını kaldırıp da uçağa gitmez, uçar kalkar, çıkış kapısına doğru yürür adamımız. Kafalara gel.

Tiyatro: Neydi bu ya, he, bir gencimiz var, tiyatroya gidiyor. "Tiyatroya mı gidiyorsun?" diye soruyorlar, "Tiyatroya gidiyorum" diyor. Tiyatroya gidiyor yani, anlaşıldı mı burası. Tiyatro. Heh. Bir tanıdığıyla karşılaşıyor orada, tanıdık araba tamircisi gibi bir şey. uyumak için tiyatroya geliyor. Bizimkine içerisi soğuk değil kardeş, kırmızı ışıklar var diyor. İnanamıyor bizim genç, insanlara karşı duyduğu yabancılıktan bahsediyor. Sonra eve dönüyor, ertesi gün yine tiyatronun girişine gidiyor. Böyle.

Garaj: İlginç, güzel bir öykü. Rüstem Usta pamuk gibi bir adamdır, araba tamircisidir. Bir araba geliyor bir gün, 182 parça halinde. Yemek takımı gibi. Birleştiriyor bizimki, 40 Lira fatura çıkarıyor. Harcanan emek için az. "20 var bende" diyor adam, veriyor ve gidiyor. Adamın işsiz olduğunu biliyor usta, o yüzden vicdan azabı çekiyor parayı aldığı için. Parçalanmış araba gibi bundan sonrası da ilginç.


"Bir sürü insan toplandı deniz kenarına. Köylüler sabanlarıyla, sapan demirleriyle geldiler. Kadınlar başları sarılı, çocuklar yalınayak geldi. Hep birden:


'Rüstem usta o para hakkındı' dediler.
'Yalan söylemeyin' diye bağırdı Rüstem usta. 'Sevineyim diye söylemeyin. O parayı almıyacaktım.'
'Valla yalan değil' dediler." (s. 588)

Daha sonra söğütler, kestaneler, kayınlar, akkavaklar geliyor, aynı şeyleri söylüyor. Taşlar, evler yerlerinden sökülüyor, aynı şey. Denizlerden yankılanıyor sesler, denizler söylüyor. Bir şey söylemiyor Rüstem usta bu sefer. Heh, gel de buradan yak. Şimdi bunu büyülü gerçekçiliğe mi bağlayalım, şehir karşısında, yani yaşam karşısında bireyin zorunluluklarının vicdanla çatışmasından mı bahsedelim, ne edelim bilemedim.

Beş bölümden oluşan öykünün her bölümünde ayrı bir sahneye geçiyoruz, dizi gibi yemin olsun. Süper.

Sokakta: Birtakım şeyler: oda, sokak, bunaltı.

Hüküm: Yine bir cinayet var, adamımız sorgulanıyor. Mahkeme fena gerçeküstücü ama. Olayın yaşanmadığına, her şeyin bir oyun olabileceğine inanıyor. Gerçekliğe inanmıyor yani. Böyle.

Sokak: Yine sokaktayız, Beyoğlu tarafları. Şimdi Demir Özlü'nün evi yanlış hatırlamıyorsam Fatih taraflarında o zamanlar. Lise için Kabataş'a gidiyor, üniversite için Beyazıt'a gidiyor ama Beyoğlu'ndan kopmuyor. Lebon, Tarlabaşı, Demir Özlü'yü öyküleri boyunca buralarda görürüz.

"'Duvarlar' diyorum.
'Duvarlar' diyorlar.
'Uzaktasın.'
'Sokak.'
Kimseler anlamadı." (s. 607)

Hiç şaşırmadım dsfd. Böyle bir öykü.

Bunaltı: Heh, bence asıl metne geldik. Masaya oturup bir şeyler yazma dürtüsü, hatta içgüdüsü var Demir Özlü'de.

"Hâlâ, bu tutkular içinde, niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi? Kendimi kurtarmak için hepsini anlatmalıyım." (s. 611)

Ayhan var, varoluş acısına ortak. Eşcinsel bir ilişki var ortada galiba, emin değilim. Ayhan ailesine, töreler dünyasına dönüyor. Adamımız kalıyor öylece.

"Kendimi kendim kuracağım, inançsızlığın, boşluğun ortasında olsam da, geçmiş bir inanca sarılmadan." (s. 614)

Yine çeşitli bunaltılar, evler, sokaklar var ama daha bir -nasıl diyeyim- temeli belli bir metin bu, yazarı sürüklediği en belirgin şekilde ortada olan metinlerden. Bazen ne kadar plan yaparsak yapalım bir noktadan sonra metinler yazarı sürüklüyor, metinler yazarı yazara tanıtıyor. Bu da öyle olmuş sanırım. Hatta Demir Özlü 28 yıl sonra kaleme aldığı bir yazıda diğer öyküleri bilemeyeceğini, fakat Bunaltı'yı o gün tekrar yazsa yine aynı şekilde yazacağını söylüyor. En "Demir Özlü" olan öykü bu kitaptaki.

Bunaltı böyle. 1950'lerin sonlarından hassas bir gencin öyküleri. Bu genç nasıl büyüdü, neler oldu falan, adım adım göreceğiz.
Romanı iki bölüme ayırabiliriz. İki bölüme ayrılmayan romana ben şahsen roman demiyorum. İkiye kesinlikle ayrılabilecek. Öyle yaz Allah yaz, tek bölüm, yok öyle bir şey. İki. İlk bölümde yabancımız var yine, H. G. Wells'in fiks kurgusu. Yabancı Iping'e geliyor, Iping küçücük bir yer, tek bir hanı/oteli var.
H. G. Wells romana direkt müdahale eden bir yazar. Şöyle bir şey diyor mesela: "Sekizinci bölümde anlatılanlar çok kısa." (s. 53). Ahmet Midhat gibi iki saat ayrıntılı açıklamalar yapmıyor ama yapıyı kusurlu bir hale getirdiği için sıkıntılı. İkinci bölüme geldik, ilk bölümde han ve kaçış vardı. Burada görünmezlik açıklığa kavuşuyor ve olaylar çözülüyor.

Doktor Kemp adamımızın üniversiteden arkadaşıymış, gerçi oraya biraz daha var. Marvel Doktora kendisini ele vermemesini söylüyor, bu arada da görünmezliğin sırrını anlatıyor. Şu: Kandaki alyuvarlara rengini veren maddeyi renksiz hale getirmek. Saydam cismin ışığı kırmasını engellemek için de elektromanyetizm kullanıyor dinamolar vasıtasıyla. Adam sorunlu ve son derece tehlikeli. Deney yaparken kendini yanlışlıkla süper kahraman haline getirmiş iyi yürekli bir insan değil yani.

Son bölümdeyse Wells'in ya gerçekse finali var. Kitap böyle, görünmezliğin kullanıldığı ilk kitapmış zannediyorum. Wells işte, güzel bilimkurgu. Çok da güzel değil ama güzel.
Herkesin bir yazarı vardır. Var, değil mi? İyi okuyucularda bence kesinlikle vardır. Bu yazarı her yönüyle tanımaktan bahsedeceğim. Tanpınar'ı çok sevdiğini söyleyen bir adamdan beklediğimiz nedir? Benim beklentim şu: Öncelikle romanlar, şiirler, hikâyeler okunacak. En aşağı bir defa daha okunacak sonra. Mektuplar, ders notları, günlükler... Adam hakkındaki makaleler, kitaplar, ne varsa okunacak. Her yönüyle, her düşüncesiyle bileceğiz adamı. Olay bu olmalı. Benim yazarım Lovecraft, 14 yaşındayken bir abimiz tutuşturmuştu elime Cthulhu'nun Çağrısı'nı, gerisi geldi. Adamın hayatı boyunca yazdığı mektup sayısı aklımda. Duacısıyım.

Hakan Günday için de Céline'miş, lâkin ki Céline'in başka bir kitabını okumamış Günday. Sadece bu. Saplantı halinde, tekrar tekrar. Kinyas ve Kayra'yı okurken bir yabancılık hissetmiştim, nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama deneyeyim. Yabancı bir ses vardı ve Günday'ın sesini bastırıyordu. Hatta Günday'ın sesi ne kadar kendisine aitti, onu bile belirsizleştiriyordu. Gecenin Ucuna Yolculuk'u okuduktan sonra görülüyor ki olaylar haricinde deyişlerde, çatıda bir fark yok, yabancı sesin kaynağı bu. Aslında deyişlerde fark var, Günday'ın tespitlerinin pek başarılı olmadığını söyleyebilirim.

Şimdi öncelikle romanda yolculuk var zaten, yolculuk sırasında yaşanan olaylar ve düşündürdükleri. En ayıca haliyle romanın olayı bu. Ferdinand Bardamu romanın başında asker. Yaralanıyor, ordudan ayrılıyor. Bir iş buluyor, Afrika'ya gidiyor. Fransız sömürgelerinden birine. Kitap 15-20 yıllık bir dönemi anlatıyor. Söylenen her sözün, atılan her adımın birbiriyle bağlantısı var.

"İstemeyerek de olsa, tüm yüzyıllar boyunca her yerde adı geçen, herkesin varlığından Tanrı ya da Şeytan'ın varlığı kadar haberdar olduğu, ancak yeryüzüne indiğinde ve yaşamda daima değişken, belirsiz biçimler içinde kalan, asla ele gelmeyen, o insanlığın yüzkarası vazgeçilmez 'aşağılık ve tiksindirici pislik' rolünü oynuyordum. Bu 'pisliği' nihayet kıstırma, nitelemek, ele geçirmek için ancak bu daracık gemide oluşabilen olağanüstü koşulların bir araya gelmesi gerekmişti." (s. 138)

Bardamu'nün hayatı bu şekilde özetleyen cümleleri var, fakat böyle, kendiliğinden ortaya çıkan minyatür dünyalarda söyleniyor onlar. Koloni hayatının bu kadar sıkıntılı olabilme ihtimali bir yana, Bardamu'nün gemiden inince anlattığı kolonyal yaşam çok daha fena.

"Yansıttıkları renkler nedeniyle tropikal bölgenin insanlarını ve nesnelerini adilce değerlendirmek zordur. Renkler ve nesneler fokurdarlar. Tam öğle üzeri sokağın ortasına açılan küçük bir kutu sardalye bile o kadar çeşitli ışıklar saçar ki, göz ona bir kaza önemi atfeder. Dikkat etmek gerek. Orada isterik olan yalnızca insan değildir, nesneler de bu işe bulaşır. Yaşam ancak günbatımından sonra katlanılabilir bir hal alır, ne var ki karanlığa da derhal sürüler halinde sivrisinekler el koyarlar. Bir, iki ya da yüz değil, trilyonlarcası. Bu koşullarda paçayı sıyırmak, tam bir hayatta kalma başyapıtına dönüşür. Gündüz karnaval, gece kevgir, usulca da savaş." (s. 151)

Yiğit Bener'in sonsözünü pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim, Celine üslubuyla yoğurt yemek neden. En güzeli zaten yenmiş. Emeğe saygı, kendisine çok teşekkür. Beat Kuşağı için süper kaynak olmuştur bu kitap, daha da bir şey demiyorum.
Çok uzun zaman oldu Dean R. Koontz okumayalı lan, yıllar oldu. İlk Onlar Yoktu'yu okumuştum, zoto zoto altıma gidiyordum. Nöbet, Kükreyen Mağara, Fanatikler pek güzel romanlardı. Gökdelenin tekinde bir katil tarafından kovalanan çiftin hikâyesi ne heyecanlıydı mesela. Bir de sanıyorum Koontz'undu; şirin bir sahil kasabasında The Good Son tarzı olaylar gerçekleşiyordu, küçük bir çocuk ve en yakın arkadaşı. Hani Macaulay Culkin'in psikopat çocuk olduğu, Elijah Wood'un masum çocuk olup altına sıçtığı film gibi. Deli gerer Koontz, deli gerer ve dönüp arkasına bakmaz bile. O kadar konuştuk, bir Stephen King demedik. King bana göre bir tık üstte olsa da Koontz'un germesi bambaşka bir şey.

Gecenin Ayazında'nın olayı subliminal mesaj. Pentagon'da çalışan bir adamımız bu yolla insanları kontrol edebileceğini keşfediyor ve üniversiteden pampası olan bir iş adamına bu durumu açıyor, o da Pentagon'dan bir generale açıyor. Üçü bir olunca formül rahatlıkla gelişiyor ve denek bir kasaba belirliyorlar, kasabanın suyuna formül dökülüyor, televizyondan da veriyorlar mesajı, veriyorlar mesajı. Sonra kasabaya gelen insanlar var, ilacın etkisinden bir şekilde kurtulan iki kasabalı var derken curcuna.

Bilince çaktırmadan bilinçaltını ele geçirmek, kafası mermere vurularak pekmezi akıtılan çocuk. Kısaca insanların sevişmesiyle ve mutlu olmasıyla biten bir diğer Koontz romanı. Benden geçtiğini düşünmüyorum, dolayısıyla pek beğenmememin sebebi 280 sayfaya tonla insanın boca edilmesi ve gereksiz ayrıntılar. Okunur tabii lan yine, Koontz çünkü.
Koontz'un otomatiğe bağlayıp yazdığı kitaplardan biri sanırım. Ben üstüme düşeni yaptım, şimdi anlatayım.

Tuong Phan, annesi ve kardeşleriyle beraber savaşın yakıp yıktığı Vietnam'dan kaçan bir arkadaşımız. Fırsatlar ülkesi Amerika'ya geliyorlar, Tuong sekiz yaşında. Aile bir fırın kuruyor, kardeşler o fırında çalışıyor ama Amerikalı gibi hissettiğini vurgulamak için adını Tommy olarak değiştiren Tuong kardeşimiz bu fırında çalışmak istemiyor. Annesine karşı gelip tıp da okumuyor. Gazetecilik okuyor, bir de dedektifli romanlar yazıyor. Annesi bu duruma kıl oluyor, tam gelenek kadını. Memleketinden koparıldığı için adetlerini, örflerine falan sıkı sıkıya bağlı.
Neyse, bir Corvette alıyor Tommy ve evine dönüyor, yolda annesiyle konuşuyor ve yine annesine gider çekiyor. Ha, Corvette'i alırken üstünden bir gölge geçiyor ama ne bulut var, ne bir şey. Üşüyor falan. Eve dönerken radyodan ıhsı tıhsı sesler geliyor, hayalet sesi gibi. Corvette'i alma amacı yine Amerikalı gibi hissetmek ama bu sesler hoş olmuyor tabii. Eve dönüyor, geceleyin kapı çalıyor. Açıyor kapıyı, rüzgar vuuf diye esip yaprakları maprakları hep savuruyor. Sonra Tommy yere bakıyor, bir bebek.

Şimdi bakın. İnsanoğlu çok meraklı ve bu merakı yüzünden küsküyü yediği çoktur. Full Metal Jacket. Savaş alanında yerdeki bebeği eline alan askerin havaya uçması. Lovecraft'ın yazdığı bir öykü vardı, kapatılmaması gereken bir kutuyu kapatan mal çocuk. Mesela. Acayip bir ortamda acayip bir nesne varsa lan Allah aşkına, dokunmayın.

Mal Tommy bebeği alıyor, bebeğin eline batırılmış iğneyi de çekiyor. Bravo, zannedersem tek eksiğin o iğneyi de çekmekti. Sonrası fiks; bebek canlanıyor, yaratığa dönüşüyor, Tommy yeni arabasıyla evden kaçıyor ama meğersem bebek motora gizlenmiş, arabaya taklalar attırıyor. O sırada kaçarken bir kızla tanışıyor Tommy, gün içinde yemek yediği bir restorandaki garson. Kız bunu dinliyor ve anında inanıyor, çünkü kızın arabasının camına yapışıyor yaratık. Giderek büyüyor bir de. Lakin kız çok sakin, böyle bir şey olamaz. Meğersem kız uzaylıların bir deneğiymiş, doğumu uzaylılar sayesinde olmuş, bu yüzden psişik güçleri var biraz falan. Scootie isimli bir köpeği var, o da köpek kılığında bir uzaylı mıymış neymiş. Lan anlatırken bile patladım, saçma sapan bir roman dsfd. Sonunda yine sevişen bir çiftin olmasının yanında bu çift evleniyor bir de. Bir romanın da kötü ve sekssiz bitsin arkadaş ya.

6-7 saatimi heba ettim ama Koontz'un kredisi bende sonsuz.