Toplam yorum: 3.092.427
Bu ayki yorum: 3.028

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Emrah Serbes'i ilk okuyuşumdu. Sevdim, sevmedim, bir şey diyemiyorum. Bir kitapla ne diyebilirim. Kitap güzel ama. Kapaktan anlaşılacağı üzere çocuklar var, bir de kız var. Kız gülüyor. Çocuklar çocuk. Öyküler var, sekiz adet. Öykülerde çocuklar var, sıkıntılı çocuklar. Gerçi sıkıntısız çocuk diye bir şey olacağını sanmıyorum. Orta halli bir ailedenseniz özellikle. Biraz da garipseniz. Baba veya anne yoksa, ekonomik haller çocuk aklıyla dev bir canavara dönüştüğünde, diğer çocukların çocuk oldukları için düşüncesizce yaptıkları şeyler de eklendiğinde... Çocukken hayatı yaşanmaz kılacak bir sürü şey vardır, yine de doğası gereği düşünemeyen çocuklar unuturlar. Unuturlar ki kısa bir zaman sonra aynı sıkıntılar ortaya çıktığında aynı acı çekilebilsin. Çocukluk çok acı verici bir şeydir.

Serbes'in bazı öyküleri gerçekten uçuk, bu bahsettiğim şeylerden biraz uzak. Zannettiğin Gibi Değil mesela. Abisinin sevgilisine yazan 14-15 yaşlarında bir çocuğumuz var, barda kızla oturuyor. Barmenle dalaşıyor, kıza şekil yapıyor. Abisiyle çekişiyor, babasının ölümünü bambaşka bir şekilde kurguluyor ve yaşamını da bu bozuk kurgunun bozuk psikolojisiyle sürdürüyor. Belki çocuğun aşırı tepkileri, belki diğerlerinin tepkisizliği, bilemiyorum. Diğer öykülere göre biraz daha az benimsenebilir bir öykü.

Bazı öyküler de var, "Heh," diyorsunuz, "bu işte." Anneannemin Son Ölümü. Mükemmel. Anneannelerin birazcık doğaüstü olduğunu düşünenler için çok güzel. 24 yıldır anneannemle yaşıyorum, Serbes'in her kelimesini beğenerek okudum. Çocuğun konuşmalarından çıkardığım da şu: 30 küsur yaşındaki Serbes, yarı yaşındaki gençleri kendi diliyle konuşturuyor. Röportajlarına bakarsanız kendi çocukluğunda bu tür arkadaşlara sahip olduğunu belirtiyor.

Korhan Ağbi'nin Kardeşi diye bir öykü var, aman Allah'ım. Çocukken kızlarla olan ilişkinizi hatırlıyor musunuz? Ben biraz hatırlıyorum. Bir de güzel bir bölüm alacağım, Serbes'in üslubu hakkında fikir versin:

"(...) Babam bir seferinde, merak ettiğim için beni de götürmüştü. Çok kötü kavga çıkmış, millet gırtlak gırtlağa gelmişti. Babam beni havaya kaldırıp 'Daha bu çocuk dünyada yokken ben taksit ödüyordum taksit,' diye bağırmıştı. Bütün üyeler yaşımı anlamak ister gibi bana dönmüştü o an. Bir anda ilgi odağı olmuş, gururla gülümsemiştim. Eve dönünce annem babama kızmıştı, beni kavgaya gürültüye karıştırdığı için." (s. 46)

Denizin Çağrısı da yine çocuk teröristi anne-babanın ve karşı cinsin öyküsü. Burada da benim açıkçası güldüğüm bir bölüm var, süper. Şöyle diyeyim; Serbes'in araya dereye saçtığı mizahi şeyler çok başarılı. Sırf bu yüzden bu kitap alınır.

Üç öykü daha var, bence en güzelleri. Her birinde ayrı bir çocukluk travması gizli. Hiç anlatmıyorum, okuyacaklar için büyüsü bozulmasın. İlk izlenim güzel ama. Emrah Serbes bence hayırlı olsun.
Kapakta patlamalar, bir şeyler görseniz de atlamalı zıplamalı, vurdulu kırdılı bir fantazya beklemeyin. Bradley'ninki yavaş ilerleyen olay örgüsüyle, fakat sağlam kurgusuyla okuyucuyu kendine bağlayan bir epik fantazya. Gerçi sağlam olmasına sağlam ama Bradley'nin okuyucuya pek güvendiğini düşünüyorum. Dinle kökenini dinden alan öğretilerin arasında yer alan karakterlerin doğurduğu bir sıkıntı yok. Bağlı bulundukları sistemin kurallarına göre hareket eden -bazen de etmeyen, zaten kitabın özünde bu çatışmalar mevcut- garipler. Sıkıntı, bu dini sistemin nasılının, nedeninin neredeyse yoruma kapanacak kadar gölgede kalması. Böyle muazzam medeniyetlerin yer aldığı eserlerde insan olayların geçmişini, kısaca fantazyanın tarihini de merak ediyor. Coğrafyanın, olayların ve kişilerin bu tarihe yerleştirilerek sunulması çok daha başarılı bir yol. Bir Silmarillion beklemiyorum elbette, yine de biraz daha ayrıntı süper olurmuş zannediyorum. Mesela ben sadece dini hadiselere baktım, dua etme olayına. Sittin tane isim geçiyor, bir dünya ritüel var. Zannedersin Hitit dönemindeyiz. Bir noktadan sonra bıraktım not almayı. Kim ulan bu tanrılar? Beyaz, gri ve siyah cübbeliler var, bunların geçmişini biraz biz çıkarıyoruz, biraz Bradley veriyor ama eserin genelinde bir tatminsizlik söz konusu.

Micon adlı Atlantisli bir dayımız var, bir prens. Işık Tapınağı'nın bulunduğu şehre, memleketinden uzağa gidiyor kardeşiyle birlikte. Yolda bir katakulliler oluyor, işkence görüyor Micon ve gözlerini kaybediyor. Kardeşini de bulamıyor haliyle. Sonra o tapınakta iki kardeş var, Micon birinden çocuk yapıyor, bu çocuk ışığın çocuğu olacakmış. Micon ölüyor, Riveda diye bir adam var, kardeşlerden küçüğüne aşık oluyor, sonra karanlık tarafa geçiyor, bir şeyler bir şeyler.

Böyle. Atlantis'in yıkılışı nerede kaldı diyenler için: Yozlaşma sonucu Atlantis'in sonu geliyor. Kitabın sonunda bir yerlerde. Üç beş sayfada yani. O kadar.

Bilemedim. Türün sadık okuyucularını memnun eder ama.
Emekli olmasına bencilce sevindiğim bir insanın daha çok yazmasını bekliyorum. Daha çok, daha çok! Elbette işler öyle yürümüyor; herkesin popisinin farklı olması gibi yazma süreci de farklı. Ne bileyim işte, çok büyük yazar Anar.
Anar'ın isim sembolizasyonlarına özellikle dikkat etmek lazım. Okuduğum üçüncü kitabıydı ve üslubunu birazcık anladığımı düşünüp isimlere özellikle dikkat ettim. Birçoğundan belli bir çıkarım yapabildim, bunda Anar'ın okuyucuya sağladığı -diğer gizlere göre nispeten- kolaylığın yanında benim okuma şeklim de etkili oldu. Fakat bazı isimlerde kafa patlatmama rağmen başarılı olamadım ve Anar'ın kurgusunda zevkle, kör topal ilerleyen bir okuyucu olarak sona gelince koca bir, "Vaays!" çektim. Sonucu ince bir örtüyle gizliyor Anar; bir şeyler görebiliyoruz fakat arda geçmeden anlayamıyoruz/emin olamıyoruz.

Romanın birbirine geçmiş iki katmandan oluştuğunu söyleyeceğim, Kitab-ül Hiyel'de ve Puslu Kıtalar Atlası'nda da aynı olay vardı ki Anar'ı Anar yapan da bence bu. İlki bildiğimiz, gördüğümüz olay örgüsü. Maceralar, fantastik gibi yerler, zamanlar, insanlar. İkincisiyse, işte olay burada; bir alt kurgu. Çok iyi gizlenmiş, ilk katmanda ipuçları verilen ve ağır ağır ortaya çıkıp okuyucunun keyfini tavan yaptıran felsefi veya mitolojik, ya da bu ayarda bir şey.

Anar'ın kitabın başında girip çıktığı ortamların ve olayların kazandırdığı büyülü atmosferin ardından gemiye geçiyoruz, Anar'ın okuyucuyu hazırlaması yine mükemmel.
Capote'nin dağ, bayır, çayır takıntısı yine başrolde. Çocukluğunun mutlu ve yeşil günlerinin huzurunu arayan Capote'nin yanında şehirden ve sosyeteden kaçmaya çalışan Capote'nin varlığı da bu romanda son derece somut. Merak ediyorum, adamın bazı öyküleri ve Kabul Edilmiş Dualar'ı bir zevk, keyif içeriyor. O ortamda bulunmuş olmanın keyfi. Acısı da elbette var, öbür türlü sosyetik dostlarını düşmana çevirmezdi çünkü. Beri yandan bir de böyle romanları var adamın. Süper bir şey.
Yıllar sonra çocukluğunu geçirdiği kasabaya dönen Collin Fenwick, çimenlerin söylediği türküyü bir kez daha duyar ve çocukluğuna, 11'inden 16'sına dek geçirdiği günlere döner. Kitap yine bir çimen türküsüyle başlıyor.

"Dolly: 'Duyuyor musun?' demişti. 'İşte bu çimen türküsüdür. Durmadan bir masal söyler. Bu tepecikte yatan tüm insanların yaşamını, şimdiye kadar yaşamış herkesin yaşam öyküsünü bilir. Biz ölünce, bizimkini de söyleyecek.'" (s. 6)

Kitabın kendisi de bir çimen türküsü ama ölü insanlar yok, anılar var sadece. Anılar da bir tür ölüm olduğuna göre buraya kadar bir sıkıntı yok.

Collin'in annesiyle babası ölüyor ve küçük çocuk 11 yaşındayken halaları Dolly ve Verena'nın evine geliyor. İşte tanışıp etmeler, Collin'in annesiyle babasının nasıl öldüğü, kardeşler arasındaki bazı problemler, böyle şeyler var bir bölüme kadar. Uydurukçulukta Capote'nin yarattığı çocuklardan daha gözlemcisini görmedim. Belki de onca insanın, onca garip insanın arasında ve doğanın içinde yapacak daha iyi bir şey olmadığı içindir. Verena biraz eli sıkı, zengin bir ablamız. Dükkanları var. Dolly de kendi halinde, otlardan motlardan ilaç yapıp posta yoluyla satan bir hanım. Bir de Catherine var, kızılderili olduğunu iddia eden afro-amerikan yaşlı bir hizmetçi. Bu üç kadının gevezelikleri, Collin'e öğrettiklerinin yanlış şeyler olması eğlenceli. Mesela diyorlar ki Afrika'nın başkenti Uganda. Falan.

Yılda iki kere mal almaya uzaklara giden Verena, bir gün yanında Dr. Morris Ritz diye bir adam getiriyor. Bir de o civardaki konserve fabrikasını almış. Plan ortaya çıkıyor: Dolly'nin ilaçlarını fabrikada üretip satacaklar. Dolly istemiyor, çünkü kendine ait olan tek şey bu. Diğer her şey Verena'nın ve Verena bu konuda ağzını açabiliyor olmaktan dolayı çok mutlu. Harala gürele derken Dolly, Catherine ve Collin evden ayrılıyorlar, doğası gereği bir ağaca konuşlanmış olan ahşap bir ağaç eve gidiyorlar, orada kalmaya başlıyorlar. Riley Henderson görüyor onları ilk olarak. Riley'in hikâyesine bir göz attırıyor Capote, sonra bizim olaya geri dönüyoruz. Riley'le ağaçta tatlı tatlı gevezelikler, ardından bir arama ekibi geliyor. Verena, kaçakları aratması için şerife gitmişmiş. İşte inin aşağı, yok inmeyiz, şudur budur. Bir de Catherine'in Dolly'ye evle alakalı söyledikleri:

"'Bir adamın karnını doyurur, yıkar, ondan birkaç da çocuk doğurursan, adamla evli isen, o adam senin sayılır. Bir evi silip süpürüp, ocağını yakar, sobasını doldurursan, üstelik bütün bu işleri yıllar yılı severek, için titreyerek yaparsan, bu evle evlisin demektir, ev senindir.'" (s. 41)

Şerifle birlikte gelenlerden Yargıç Cool, bir süre sonra ağaç eve geliyor ve küçük çeteye katılıyor. Yerlerini belli eden Riley de Catherine'den fırça yiyor ama yine de küçük komüne kabul ediliyor, özünde iyi bir kardeşimiz çünkü. Bu noktada ağaç evin oynadığı rol önemli.

"'Belki de hiçbirimizin kendimize ait bir yerimiz yoktur. Ama belki de bir yerde bizim için bir yer olduğunu biliriz. O yeri bulur da bir an için orada yaşayabilirsek, kendimizi dileğimize ermiş sayabiliriz. Belki sizin yeriniz burasıdır.'" (s. 54)

Dolly, Yargıç'a söylüyor. Ağaç ev bir sembol. Hayatta ulaşmak istediğimiz huzurun, daima doldurabildiğimiz, iç sıkıntısı yüzünden yok yere harcamadığımız zamanların sembolü. Orada bizi seven, her zaman yardım elini uzatan ve adımızı bilen insanlar vardır.
Lay laay. Evet. İşte orası bildiğimiz bir yer ve ne zaman ihtiyaç duysak orada. Süper. Sadece ağaç ev olmaktan çıkıyor mevzu sonra. Bu bir sevgi olayıymış Ercan. Yargıç ve Dolly arasında filizlenen aşkı da belirteyim. Yaşlar 60.

"'Sevmekten söz ediyoruz' dedi. 'Bir yaprak, bir avuç tohum... İlk önce bunlarla başlayın. Sevmek nedir biraz öğrenin. Önce bir yaprağı, yağmurun yağışını, sonra o bir tek yaprağın size neler öğrettiğini, yağmurun içinizde neler yarattığını duyup anlayabilecek bir insan sevin. Kolay iş değil, biliyorum. Belki bir ömür boyu sürer. Bana da öyle oldu ya zaten, ama gene de istediğimi erişemedim, sadece istediğimin ne kadar gerçek olduğunu biliyorum: Doğanın bir yaşam dizisi olduğu gibi, sevmenin de bir sevgi dizisi olduğunu anladım.'" (s. 66)

İşte Capote böyle bir adam; bir ağaç evde, bir yargıca bunları söyletebilir ve rüzgarın kulaklarınıza dokunduğunu hissederken çimenlerin kokusunu duyarsınız. Hay yaşa.

Bundan sonrasında bir de çingeneler geliyor şehre, Ide Abla diye bir hanım var. On küsur çocuğu var bir de. Kendini tanrıya adamış bir kadın, deli bağış topluyor. Papaz da kıl oluyor tabii duruma, şutluyorlar kadını kasabadan. Riley bu şerif tayfası tarafından omzundan vuruluyor, doktor Verena'yı dolandırıp toz oluyor, Dolly evine dönüyor, Collin uzuyor kasabadan ve yıllar sonra dönüp duyduğu türküyü anlatıyor.

Kasaba da bir acayip, saat kulesindeki dev saat yarım saat ileri. İnsanlar Capote'nin kırsal insanları. Mis gibi bir roman, yan hikâyecikler de son derece güzel.
Bir sabah çantaya kitap ve silah atıp okulda katliam yapmak, kaosun daha da ötesindeki bir şehirde dilencileri bıçaklayıp ortadan yok olmak, bir otobüse bomba koyup akşam eve dönünce çocuklara çikolatalarını vermek... Bunlar bilgisayar oyunu oynarmış gibi zevk veriyor. Kimileri için hayattaki küçük değişikliklerin sonucu. Küçük bir tartışmada silah çıkarıp kurşun yağdırmak basit. Gerekenler: Bir adet silah, gözlerin kararmasına yol açan, elleri titreten anlık sinir. Peki uçakları gökdelenlere çakmak için ne gerekir? Başta saydıklarımdan farklı bir durum olduğunu sanmıyorum.
Beigbeder, 08:30'dan 10:30'a dek Carthew Yorsten'ı ve iki çocuğunu; Jerry'yi ve David'i anlatırken kendini de ekliyor sayfalara. Bir dakikada Beigbeder var, ardından diğer üç şanssızın dakikası geliyor ve bu döngüde sona kadar gidiyoruz. Beigbeder, Paris'teki Montparnasse Kulesi'nde ve Manhattan'da yazıyor kendi bölümlerini. Kule, World Trade Center'a çok benziyor ve Manhattan zaten Manhattan. Beigbeder'nin bölümlerinde bildiğimiz Beigbeder var; sinik, iğne dolu ve var olduğu, yaratılmasının da bir parçası olduğu dünyadan bıkmış ve o dünyadan zevk alan bir yazar.

Beigbeder'yle Yorsten'ın kesiştiği bazı bölümler mevcut. Bazı bölümlerse tamamen ayrı. İki hikâyenin de pis, kaotik bir dünyayı temel aldığını düşünürsek en geniş anlamıyla benzerlik bu çatıda kuruluyor. Yoksa otobiyografik, anı dolu kısımlarla Yorsten'lar arasında bir bağlantı kurmak zor. Sonuçta kendini anlatmaktan büyük keyif alan bir yazardan bahsediyoruz. Carthew'ın yerine yazarı da koyabiliriz. Sırıtmaz.

Kitabın epigrafı efsane; "Paratonerler" başlığıyla iki özlü ve hisli söz alınmış, biri diğerinden daha uzun.
Bölümlere adını veren dakikalarla inceleyeceğim:

08:32 (Beigbeder)

"(...) World Trade Center'ın verdiği derslerden biri de bu: binalarımız yer değiştiriyor. Yerinden oynamaz sandığımız şeyler hareketli. Katı sandığımız şeyler sıvı. Kuleler hareket ediyor ve gökdelenler gökten önce yeri deliyor. Bu kadar muazzam bir şey nasıl olur da bu kadar çabuk yıkılabilir? İşte bu kitabın konusu: kredi kartlarından yapılma bir şatonun çöküşü." (s. 18)

Dehşete alıştırıldık, başımıza gelen bu. Verdiğim kayıtlardaki tepkileri izleyin. O may gat. Vaov. Bunlar. Tamam, canlı yayın. Profesyonel olmak zorundasın, anlaşılır bir şey. Ama... Bir şeylerin yanlış olduğu hissine bir ben mi kapıldım? Binlerce insanın çalıştığı binalara uçaklar çakılıyor, insanlar sakin sakin olanları anlatıyorlar. Bir yerlerde evler basılıyor, çocuklar havaya uçuruluyor. Başka bir yerde pis oyunların piyonları birbirlerini öldürmek zorunda kalıyorlar. Askerler. "Savaş" kelimesini duyup da içi titremeyen, korkmayan insan... Kendisine bulaşmayan belalardan sonra paranoyak olur, korunmak için bahçesine sığınak yapar bu sefer. Korkması gereken zamandan çok sonra, her şey bittikten sonra. Bombalar patladı ve biz korkmamız gerektiğini o zaman bile anlamadık. Hızla sürükleniyor insan ve yolda gördüğü her şey birbirine karışıyor. Ağaçlar, evler, arkadaşları, tanıdığı ve tanımadığı onca insan, hepsi bir hayal gibi gözlerinin önünden geçiyor. Hayatlar artık bu halde. Televizyonlar değil, televizyonların karşısında saatlerini geçirenler aptal kutusu artık. Programlar o kutulara göre belirleniyor. Çok şey yazıldı bu konuyla ilgili, yeni bir şey ekleyemeyeceğim. En azından bu yazıda. Devam ediyorum.

08:34 (Beigbeder)

"Ciel de Paris'de saat 08.34. Skyscraper'ların lüksü, insanoğulna kendi üstüne çıkma imkanını vermesi. Her gökdelen bir ütopyadır. İnsanın en eski hayali kendi dağlarını yaratmak olmuştur hep. İnsanoğlu bulutlara kadar yükselen kuleler dikerek kendine doğadan üstün olduğunu kanıtlar. Bu beton, alüminyum, cam ve çelik füzelerin tepesinde hissedilen de bu gerçekten: ufuk bana ait, trafik sıkışmalarına, kanalizasyon borularına, kaldırımlara elveda, ben dünyanın tepesindeki adamım." (s. 23)

Daha sonra Babil Kulesi benzetmesi de geliyor. "Babil Kulesi ilk küreselleşme girişimiydi." (s. 118) New York cezalandırılan bir şehir miydi, insanlar yarattıkları kendi tanrıları tarafından mı cezalandırıldı?

Bir de Amerikan sanatıyla Avrupa sanatının karşılaştırması var, nefis. Amerikalı sanatçıların daha cesur olduğunu, bu yüzden kendi demokrasilerini eleştirebildiklerini söylüyor. Bir de Amerikalı yazarlar Avrupalılar gibi sanatın teorik kısmına değil, pratik kısmına daha çok değer verdikleri için yaratılanlar daha yenilikçi oluyormuş. Böyle bir şey.
Beigbeder, bol batırışlı bir kardeşimiz. Çuvaldızı da kendine batırıyor üstelik.