Toplam yorum: 3.092.427
Bu ayki yorum: 3.028

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

1966'da Aziz Nesin'in kazandığı Uluslararası Altın Kirpi Gülmece Öyküsü Yarışması'nı 1976'da kazanan Mehmet Semih'in öyküleri var. Mehmet Semih, babası vefat edince okumaya devam edememiş, çalışmaya başlamış ama edebiyattan da kopmamış. Sonra kopmuş galiba, pek bir bilgi yok kendisi hakkında.

Öyküler var dedik. Bu öyküler gülmece öyküleri. Politik mizah. İşte fakirlik, politika, bunları veriyoruz, abuk durumlar yaratıp güldürüyoruz. Formül bu. Pek başarılı değil, türle yeni tanışacaklar için ideal. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi yazarların yanında değil de, bir tık altında diye düşünelim.

Dünyanın En Haksız Yere Dayak Yiyen Adamı Selâhattin Bey: Çata çuta girişiyorlar adama. Adam neden dayak yediğini bilmiyor, dayak atanlar neden dayak attıklarını bilmiyorlar. Kimi ırz düşmanı diyor, kimi namussuz diyor, kimi o civardaki bir sapığın bizim adam olduğunu sanıp girişiyor. Karakola gidiyorlar, anlaşılıyor ki aynı şekilde giyinmiş bir başkasını arıyorlarmış. Bizimki sanmışlar. Bu.

Müthiş Muhalif: Yeni kurulacak bir parti için muhalif arayışları. Kasabadaki herkes yeni partinin adamı, içlerinden bir muhalif çıkmıyor. Bunun hikâyesi. Sonra çıkıyor.

Hafif Sanayimiz Nasıl Kurulacak?: Jet Fadıl. İki kelimeyle özetlenebilir bir öykü.

Tüm Dertlilerin Dertlerine Çare Bulma Birleştirme ve Dayanışma Kurumu: Yolsuz iki arkadaşın bir ofis açıp milletin dertlerine derman bulma olayı. Böyle böyle parayı kırıp zengin oluyorlar. Bir de şu kısım ilginçti:

"(...) Zaten böyle bir teklif -dediği şey, yüz liraya bir hipinin sevgilisiyle yatmak- hipilerin canına minnetmiş. Kız arkadaşlarını geceliğine veriyorlarmış yüz papel karşılığında, o isteyen kimseye. Devlet kuşu konduğu zaman tam konmalıymış. Sonra da, ellerine geçen paranın son kuruşuna kadar yatırıyorlarmış esrara. Alemler yapıyorlarmış sabahlara değin. Hem, bi değişiklik düşüncesindeymiş çoğu..." (s. 37)

İki üç öykü daha var, böyle. Bir saatte bitirirsiniz.
Elfler... Yani yakışıklı, uzun saçlı, alnı geniş kardeşler. İstisnasız hepsinin alnına uçak inebilir. İnsanları pek sevmezler, çünkü hırslarımıza yenilip onları rahatlıkla satabiliriz, satmışız da. Kendi dünyalarında yaşayan süper canlılar. Karda, yağmurda vay anam havaya bak diye şikayet etmezler, doğanın parçası olmuşlardır artık. Obez olanları yoktur, vücut güzelliğine dikkat ederler, fön çektirmeyi ihmal etmezler. Güzel kardeşlerimizdir elfler. Drizzt var bir de, ona girmeyelim. Tolkien'ın mitolojiden çok ekmek yediğini biliyoruz, bunların ilk örneği de mesela bu Elfler. Alman sazlı sözlü edebiyatın yazılı edebiyata geçmiş ilk örneklerindenmiş, Tieck de bunu ilk yapan adamlardanmış. Önemi böyle.

Masal işte: Komşu çocuğuyla yarışan bir kız var, bu kız elf diyarını buluyor ve orada güzel günler geçiriyor. Sonra kral elf geliyor, "Git buradan ama yine de seni seviyoruz, sakın bizi kimseye söyleme," diyor. Kız eve dönüyor, meğer yedi yıl geçmişmiş. Sonra komşunun çocuğuyla evleniyor. Tabii komşunun çocuğu adam olmuş artık. Süper bir kızları oluyor, kız çok güzel ve insanlarla takılmıyor pek. Esas kızın elf diyarındayken oynadığı başka bir kız var, o da bu esas kızın kızıyla oyunlar oynuyor. Çok karışık oldu böyle anlatınca. Neyse, baba kızına diyor ki, "Sen değişik misin, git biraz insan içine çık." Bir de bu elfler kendilerini çingene olarak kamufle ediyorlar, çingenelerin kovulması gündeme geliyor. Esas kız da kocasına elfleri anlatıyor en sonunda. Sonuç olarak elfler ortamdan uzuyor, civardaki bütün güzelliklerin sebebi oldukları için de çiçekler soluyor, ağaçlar kuruyor, dünya kararıyor yani. Bu.

Şimdi sadece elfler yok, cüceler de var. Madenci cüceler. Bir de esas kızı oradan kovalayan bir bayan var, o da Galadriel'a benziyor biraz. Kıza yüzük veriyor bir tane giderken. Galadriel kendi yüzüğünü vermemişti tabii Frodo'ya. Ben olsam ben de vermem, çocuk zaten kendi yüzüğünü taşımaktan helak olmuş.

Böyle bir kitap. Gayet güzel.
King'in dört hikâyesi var, bu hikâyelerin ortaya çıkış kıvılcımları ve King'in hikâye türüyle ilgili görüşleri kitabın sonunda.
1922: Bir çiftçi babamız var, çok kitap okuyor ve gül gibi geçinip gidiyor. Bir eşi var, bir de oğlu var. Eş Arlette'e babadan 100 dönümlük bir arazi kalıyor ve adamımız Wilf bu araziyi kendi arazisine katmak istiyor ama Arlette çiftçilikten bıkmış, büyük bir şehre gitmek istiyor. Bu noktada Sinsi Adam ortaya çıkıyor; King'in pek sevdiği o bilinmeyen, karanlık bir kötülük enerjisi. Sinsi Adam'ın dediklerini yapan Wilf, oğlu Henry'yi annesine karşı kışkırtıyor ama cinayet için bu yeterli değil. Henry'nin annesinden nefret etmesi lazım. Çok içtiği bir gece annesi büyük bir başarı örneğiyle yapıyor bunu; oğlan Metodist Kilisesi'ne gidiyor, dindar biraz. Annenin bazı uygunsuz hareketlerinden sonra kadını gebertiyorlar. Burada benim Yavaşlatılmış King Zamanı adını verdiğim bir zaman var. Adı çok şekil, değil mi? King bir karakterine cinayet işletirken zamanı iyice yavaşlatıp bütün ayrıntıları verir ya, öyle.

"Bıçağı yanağından çıkartırken çeliğin dişlere temas ettiğini düşündüm. Gözünün biri dehşetle bana dikilmişti, diğeri yere düşen silaha doğru yoyo gibi sarkıyordu."

Yoyo kısmı abartılı oldu ama anladınız. Bu kitapta da böyle bir cinayet sahnesi var. Muazzam.

King'in kafayı bozduğu Ergen Bilinmezliği'yle alakalı bir bölüm:

"(...) Henry dönüp bana baktı. Ağzının kenarından kan sızıyordu ve altdudağı şişmeye başlamıştı. Gözlerinde sadece ergenlere özgü o katıksız, çiğ öfke vardı." (s. 18)

Eğer King okuyorsanız bilin ki şiddete uğramış, nefretle bakan bir genç varsa o olayın sonu iyi bitmeyecektir.

Neyse, kadın ölüyor, su kuyusuna atıyorlar. Üstüne bir de inek öldürüyorlar, onun cesedini de atıyorlar, çünkü kadının ölmediğini düşünüyor baba. Sonrasında annenin şu babadan kalan araziyi satmak istediği şirketin avukatı geliyor, kadının ortadan kayboluşunu araştırıyor. Ondan sonra şerif geliyor, o da araştırıyor. Henry'nin bir sevgilisi var, mal çocuk onu hamile bırakıyor, kızı yatılı bir okula yolluyorlar ve cinayetten ötürü kafayı üşüten Henry kızın peşinden gidiyor falan. Olaylar, bir şeyler...

Bu işi sevdim; bir de King Gri Gözü var yine.

"(...) Gözlerindeki o araştıran pırıltı kaybolmuştu. Yeşil de öyle. Gözleri, bulutlu bir gündeki gölün rengi gibi mat, sert bir griydi." (s. 74)

Ciddi bir hadisede, kafayı kırmak üzere olan bir insanın gözleri King için hep gri. Sadece kafa kırma olayı da değil, sanıyorum doğaüstü bir algılayışı, görüşü olan insanlarda bu göz rengi değişimi oluyor.

Sıçanlar da var; Lovecraft'ın Duvarlardaki Fareler hikâyesi geliyor akla. Bu hikâyede de korkulan iki şey var. İkincisi; Arlette'in hayaleti. Esas adamımız bu sebeple kafayı kırıyor yavaş yavaş. İkincisi de cesedi yiyen fareler. Fareler her yerden çıkıyor, olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra bile hikâyenin sonunda fare var yine.

Çok kısa anlattım, bir dünya yan olayla sadece bir cinayetin öyküsü değil, sokakta gördüğümüz insanların olağanüstü bir olayda nasıl davranacaklarının da öyküsü bu.

Koca Şoför: Tess bacımız, görece ünlü bir serinin yazarı. Bir imza gününe çağrılıyor, dönüşte kitapçının tarifiyle kestirme bir yoldan gitmeye karar veriyor ama kestirme yollar problemsiz olmasa böyle öyküler de ortaya çıkmaz.

Tess tecavüze uğruyor, boğazı sıkılıyor ve öldü diye bırakılıyor. Meğersem ölmemişmiş. Bir şekilde evine gidiyor ama bu "bir şekilde" ifadesini öyle hop diye düşünmeyin, King'in bu hikâyelerdeki konsepti, belli bir zaman aralığında bütün davranışların olduğu gibi ortaya konması ve bu davranışların ardındaki sebepleri belirlemek. Tecavüze uğrasam, uğrasanız ne yaparız? Bu.

Hanım düşünüyor, düşünüyor, olayın arkasında kitapçı bayanın olduğunda karar kılıyor ve düşüncesinin doğru olup olmadığını anlamak için kadının evine gidiyor. Beklediği gibi kadın şaşırıyor, bizim hanım da içeri gidip gebertiyor karıyı. Ardından iki evladın peşine düşüyor. Burada bir aile dramıyla karşılaşıyoruz, gerisini de anlatmıyorum.

Mesela çok ince bir nokta. King'in ayrıntıları hakkında bir fikir verebilir:

"Yedi saatten az bir süre içinde iki kez duş yapmıştı ama kendini hâlâ kirli hissediyordu. O kadar banyoya rağmen onu hâlâ içinde hissediyordu. Onun...
'Çük suyu.'
Ayağa fırladı, korkmuş kedisi koridora koşarken ve ortalığı batırmasına ramak kalmışken lavaboya vardı. Kahvesi ve mısır gevrekleri tek bir öğürtü eşliğinde ağzından boşaldı." (s. 234)

Normal insanların başa gelen felaketlerden sonra yarattıkları karakterler zenginliğinde King süper; Tess polisiye kitaplar yazıyor ve o kitaplardaki en zeki karakterin yardımına başvuruyor. Psikolojik bir mekanizma zannediyorum, bilincin yabancı olduğu topraklarda bilinçaltının da yardıma koşması gerekiyor, sanırım bu yüzden evinde romanlar yazıp mutlu mesut yaşayan bir insan katile dönüştüğünde başkalaştırdığı yaratılarından yardım alıyor.

Adil Uzatma: Ben düşündüm ki Ruhlar Dükkanı'nın... Ya bir şeyi söylemeden edemeyeceğim; arkadaş nasıl isimlerle çeviriyorsunuz şu kitapları ya. Needful Things nere, Ruhlar Dükkanı nere... Evet, o kitaptaki Gaunt dönmüş de milletle anlaşma yapıyor. Çünkü olay Derry'de geçiyor, Castle Rock civarı. Ayrıca bu hikâyede anlaşma yapan öcünün de dişleri sivri, tırnakları sivri, falan.

Olay şu: Muhasebeci ve kanser bir abimiz var, bu abinin bir de liseden arkadaşı var. Bu arkadaş hayatta çok başarılı olmuş, çok mutlu bir adam. Bizimkinin sevgilisini çalıp evleniyor, üç çocuğu falan oluyor. Streeter namlı bizim muhasebeci eleman, tenha bir yolda bir tezgahta takılan adamın tekiyle bir anlaşma yapar ve yıllık kazancının %15'ini satıcı abinin hesabına yatırmak şartıyla en nefret ettiği adamın hayatının bok oluşunu izler. Bu sırada kanserli hücreler kaybolur, çocukları zengin olur falan. Öbür tarafta nefret ettiği en yakın arkadaşının hayatının dibe batışını yakından izler. Böyle.

İyi Bir Evlilik: 27 yıllık bir evlilik, bir insanı tanımada ne kadar yeterli olabilir? Zaman önemsiz olmak üzere benim cevabım şu: Gerçekleşen olaylara verdiği tepkiler ölçüsünde bir insanı tanıyabiliriz, ötesini bilemeyiz. Dünya yok olacak olsa eşimizin kendi hayatı pahasına bizi kurtarıp kurtarmayacağını bilemeyiz. Hiç bakmadığımız rafların diplerinde neler bulabileceğimizi bilemeyiz. Annesine bakmak üzere evden ayrılan ve iki saat sonra dönen ev arkadaşımızın o sırada bir kıza tecavüz edip etmediğini bilemeyiz. Her insan bildiğimiz ölçüde yaşıyor, dolayısıyla bilmediklerimiz o kadar ağır olabilir ki dünyaya olan inancımızı kaybedebiliriz ama bu yine bizim suçumuz. Yani arkadaş, asla "asla" demeyeceksin. Olay bu.

Darcy ve Bobby, 27 yıllık evli bir çift. Bobby bir nümizmat, yani para koleksiyoncusu. Hep bu sebeple, hem de işi gereği çokça yolculuk yapıyor. Tabii hikâyenin en başında bu yok; Darcy'nin hayatını, ikisinin nasıl tanıştığını, evliliklerini, çocuklarını falan görüyoruz. King'in evlilik hakkındaki tespiti süper: Uzun yıllar süren bir evlilikte birikmiş sayısız küçük anıların ağırlığıyla mutlu olduğumuz sonucuna varabiliriz. Bunun dışında iki taraf arasında belli sınırlar vardır, iki taraf arasında belli ödünler verilir ve bunlar bilinmeyendir. Kabul edilemeyenlerdir veya. Bunlar görmezden gelinir, pek umursanmaz. Bir süre Sonra. 27 yıl bence oldukça yeterli bir süre.

Neyse, Darcy bir gün garajdaki bir kutunun derinlerine bakıyor. İşte görmemesi gereken bir şey var falan. Bob arıyor o gece, anlıyor ki Darcy'ye bir haller olmuş. Darcy yatıyor, kalkıyor, karşısında Bob. Bob meğer küçük düzenekler kurmuş. Filmlerde görüyoruz; mesela bir çekmeceye içten bağlı küçük bir iplik. Açtığın anda kopuyor falan. Durumu anlatıyor Bob, çocukken böyle manyak bir arkadaşım vardı, işte kamyon kazasında öldü falan. King'in karakterleri kamyonlardan, tırlardan da çok çekti, evet. Kadın bununla yaşayamıyor elbette. Böyle bir şey.
İçinden Küçükyalı geçen bir kitabı daha önce hiç okumamıştım.

Küçükyalı, Maltepe'yle Kadıköy arasında küçük sayılabilecek bir yer. Dev nüfusuna rağmen. E-5'in üst kısımları da Küçükyalı olarak geçiyor ama orada bambaşka bir kültür var, görece sonradan türeyen bir kültür. Göç kültürü. Ben sahil taraflarından bahsedeceğim. 63 denen bir yerde oturuyorum ben, adını 63 Sineması'ndan alıyormuş. Asıl adıyla İpek Sineması. Neyse, sokağımızda yaşayanlar ben doğduğumdan beri aynı insanlardır. Bir aile taşındı, onlar da Üsküdar'da deniz gören bir yere gitmişler. Burada denizi görmek beş dakikayı almaz, kendinizi sahilde bulursunuz. Sokaklar geniştir, sahil doldurulmadan önce denize daha yakın bir yer olduğu için apartmanlar da deniz apartmanı diyeceğim bir türdendir, hani deniz kenarına yapılan apartmanların balkonları, pencereleri daha bir açık olur ya. Sahil apartmanı işte. Ben buralarda büyüdüm, burada okudum ve Kadıköy'e taşınmazsam burada yaşayacağım. Benim için çok önemli, süper bir yerdir.

Hakan İşcen, ilk kitabında sıklıkla olmasa da Küçükyalı'dan, Çamlık'tan bahsediyor. Bizden bir kuşak öncesinin tam anlamıyla yaşadığı bu küçük semtin izlerini şimdi kırıntılarla sürüyorum, 90'larda, çocukluğumda eski Küçükyalı'dan pek az şey kalmıştı. Bu yüzden İşcen'in kitabı ayrı bir güzel geldi ama objektif yüzü takınıyorum. Takınıldı.

İşcen, dergilerde pişen bir yazar. Dergi pişmesi bence mühim. Öyküleri birileriyle paylaşmak ve yayımlamak, yazma sürecinde oldukça keyifli olmalı. Tabii tek yol bu değil, Hasan Ali Toptaş yalnızlığında, kendi ışığının gösterdiği yolda yürüyen yazarlar çoktur. İhsan Oktay Anar da anlattığına göre böyle. Yine de ne bileyim, dergi ortamı ya. Güzel olsa gerek.
Yaratıcı Yazarlık Kursu I:

"Pazar günü annem öldü; ben de salı günü kursa yazıldım. Tabii ki yazar olmak için annemin ölmesini beklemiyordum." (s. 3)

Girişte bir Yabancı kokusu alıyor musunuz? Bizi en çok başkalaştıran insan olan anneye, Camus'ye en kral selamlardan biridir bence bu iki cümle.

Orhan, annesi öldükten sonra bir yazarlık kursuna yazılıyor, telefonda görüştüğü sekreter gibi hanım Ceren'e vuruluyor ve yazmak için rüyalara sığınıyor. Çocukluğunda arkadaşlarına anlattığı hikâyeleri kağıda dökemiyor bir türlü, bu yüzden yazacağı rüyalar görmek istiyor. En sonunda başarıyor da, fakat bu sefer annesinin anısını, yüzünü kaybediyor. Hikâye burada bitse de bir bitmemişlik hissi hakim son cümleye kadar. Zaten bitmemiş, kitabın sonunda çemberin ucu yine kendini buluyor, bu arada biz de diğer öykülere sürükleniyoruz.

Yuri Gagarin: Zihnine hapsolmuş 40 yaşında bir adam. Babası ölmüş, annesi bakıyor ona. Babası gemiciymiş, gemileri izliyor sürekli. Yıllar sonra aynı mahalleye, onları ziyarete gelen bir ana kız var. Kız, adamı görmek için üst kata çıkıyor. Ergün. Babası öldüğünden beri penceresinden görebildiği bütün gemileri defterine not ediyor. Bakışları boş, gözlerini kaçırarak konuşuyor ve kız hakkındaki her şeyi hatırlıyor, her şeyi. Plaklar, fotoğraflar çıkıyor ortaya, geçmişe dair her şey ortaya çıkıyor ve eski günler hakkında konuşuyorlar. Aşık olduğu kızı yıllar sonra tekrar gören adam çok mutlu. Yuri Gagarin isimli gemi geçene kadar. Ergün pencereye koşuyor, Ergün hatıralara, babasına, gemilere koşuyor, Ergün yıllardır yaşadığı o hapishaneye koşuyor.

Salacak'ta Okazyon: Oğulları İngiltere'ye giden yaşlı bir çift, huzurevi öncesi ev satışı ve satıştan önce çiftte yeşeren bir umut; acaba evi alacak olan meçhul şahıs oğulları mı? İşcen'de beklemek var. Ebeveyn beklemesi ve ebeveynlere duyulan kırgınlık çocuklarda. Açmazlar çok. Bu tarz öyküleri yazmayacağım, her birinin tadı ayrı ayrı lezzetli.

Komiser Şefik: Yarattığı karakterle çatışan bir yazar. Fiks olsa da güzel bir örnek.

Kırmızı Lokomotif: Bu süper işte. Çocukluk, yine bir baba, trenler... Volkan bir doktor, yakın arkadaşı ve kendisinden daha başarılı olan Erkan da öyle. Erkan, Volkan'ın eski eşiyle evlenmek istiyor, fakat bir tren kazasının ardından felç oluyor ve terk ediliyor. Bunları çocuklukla karıştıralım ve süper bir öykü olsun.

Sarı Haplar: Yazmayacağım dedim, bunu yazmalıyım ama. Bence kitaptaki en başarılı öykü. Uzaklara giden bir kızın ardından eşe ne kadar dayanabilir -iki anlamda da- bir insan? Bize ait olan hataları ne kadar dışlaştırabiliriz? Bu. Süper.

Lebi Derya Aile Çay Bahçesi: Gençliğinin bir bölümünü belli bir mekana sürekli giderek geçirenler için çok şey ifade edecek bir öykü. Mekanla birlikte değişmek. Böyle.

Arada bir sürü öyküyü atlayarak sona geliyorum.

Yaratıcı Yazarlık Kursu II: Kurs bitti ve kitaptaki tüm öykülerin bu kurs sürecinde yapılan çalışmalar olduğu ortaya çıktı. Ceren'le evlenildi. Bir kadın girer, başka bir kadın çıkar. Bence Orhan, öykü yazmaya başlamakla kaybetmedi annesini, Ceren'i tanımakla kaybetti. Capote'nin deyişiyle... Yani şöyle bir şey diyordu: Bir kadın gelir ve adamın hayatında anneden daha büyük bir yer eder. Yani bunu işte sanatlı falan söylüyordu.

Yazmak, "özgürlük" kazanmak, kırgınlık ve aşk hakkında mükemmel bir son öykü. Şöyle bir izlenim oluştu bende, bence İşcen kendine ne kadar "yakın" yazıyorsa o kadar iyi yazıyor. Bu konuda ebeveyn-evlat öyküleri örnek gösterilebilir. Ama mesela şeyi açın, bazı tam anlamıyla kurgu bölümleri açın, bazı zorlama diyaloglar, gözde canlanmayan tasvirler, aşırı süslü kelimeler göreceksiniz. Bahsettiğim izleğe sahip öykülerde böyle bir şey yok. Son derece başarılı, hatta zaman zaman Selim İleri tadı veren öyküler.

Son derece sevdim, tanıştığıma da çok sevindim. Umarım bir yerde romanına da rastlarım, onu da yazarım.
Hakan Bıçakcı'nın yine nereden ne çıkaracağının belli olmadığı bir roman. Entry girseydim böyle girerdim. Girmedim.
Bir otobüste, hattın son durağında ve hiç bilmediği bir yerde uyanan bir adam var. Kendisi fotoğrafçı. Gecenin bir körü otobüsten iniyor. Gidecek pek bir yer yok, yakındaki lokanta dışında. Gidiyor, çorba morba içiyor. Adamın evinde kalıyor, sonra şimdiyle geçmiş arasında bazı acayip bağlantılar kuruyor, kaçıyor oradan. Yaralar belirmeye başlıyor vücudunda. Fotoğrafçı olmak için yaptığı korkunç yolculuk var bir de, İstanbul'a gelişi ve kendi dükkanını açana kadar geçen sürede yaptığı düğün fotoğrafçılığı. Yaralar çoğalıyor, her şey birbirine giriyor, adam ne olduğunu anlamıyor, bağlantılar kurmaya devam ediyor. Herkes, her şey birbirini andırıyor. Böyle.

Okurken kelimelere, olaylara dikkat edilirse daha ilk sayfalardan mevzu ortaya çıkarılabilir. Otobüs yolculukları, bürokrasi mavisi, doktor, falan. Bir de müzikler var ama sadece var, olaylara bir fon oluşturmuyor, bir katkı sağlamıyor. Adamımız müzik dinliyor, o kadar.

Geriyor, bir noktaya kadar anlamak istiyor insan neler olduğunu. Hakan Bıçakcı'nın istediği zannediyorum King'in isteğiyle aynı; olağan insanların olağanüstü durumlardaki tepkilerini sınırları çizilmiş ve ipuçları verilmiş bir gizemin etrafında kurmak. Başarılı ama büyük umutlarla okunmamalı sanıyorum.

Kısa, böyle. Güzel.