Onaylı Yorumlar

Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
02 Şubat 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Strugatski Kardeşlerin "Ölü Dağcı Oteli"ne Dair...
Uzayda Piknik romanlarıyla geniş çapta tanınan Arkadi ve Boris kardeşlerin 70’lerde yazdıkları kitap, bilimkurgu içerisinde yeni bir form yaratmayı deneyerek polisiye-bilim kurgu türünde bir yapıt ortaya koymaya çalışıyor. Klasik bir cinayet öyküsü gibi başlayıp uzun süre bu yönde gelişim gösterdikten ve bilimkurgu olup olmadığı konusunda okuru şüpheye düşürdükten sonra sert bir şekilde yön değiştirerek finalde bilimkurguya adım atan ilginç bir yapıt. Aslında dedektif öyküsü gibi başladıktan sonra konuyu metafizik varlıklara bağlayan korku öyküleri az sayılmaz. Hatta Lovercraft’ın korku-bilimkurgu öykülerinde de kısmen benzer başlangıçlar görürüz. Ancak klasik bir polisiye sahnesini sona doğru bilimkurguya dönüştürmenin farklı bir girişim olduğu açık. Her ne kadar yazarlar bu girişimi başarısız olarak görse de öyküdeki polisiye ve bilimkurgu öğeleri kendi içinde ilgi çekici sayılabilir. Öykünün gelişiminde gördüğümüz tuhaf karakterler bize klasik cinayet öyküsünden farklı bir durum olduğunu sıklıkla hissettirse de bunlar uzun süre tuhaflık dışında bir anlama işaret etmiyor.

Öykü çok bilindik Agatha Christie romanlarındaki kurguya benzer şekilde; kapalı bir mekânda işlenen bir cinayet, mekândaki kişilere yönelen şüpheler, bu kişiler arasındaki tuhaf ilişkiler ile tesadüfen orada bulunan bir polis müfettişinin olayı çözmeye çalışması temalarını işliyor (kitapta Christie’nin meşhur dedektifi Hercule Poirot’un adı da telaffuz edilmiş). Bu yönüyle haddinden fazla öykünme gibi dursa da karakterlerin gariplikleri alışılmışın dışına taşıyor bizi. Bunaltıcı iş ve aile yaşamından uzaklaşıp nefes almak için sevdiği dağ oteline gelen müfettiş Grebsky kendisini hiç istemediği halde zorunlu olarak görev başında bulur. Dağda kaybolan bir dağcıya ithafen ölü dağcı oteli adını alan otel, tek bir geçit ile ulaşılabilen sarp bir yolun sonunda eşsiz bir dağ manzarasının içinde bulunmaktadır. Otel sahibi Snevar ile arkadaş olan müfettiş otele geldiğinde birbirinden tuhaf konuklarla karşılaşır; aristokrat tavırlı huysuz ve agresif Moses ve soylu görünüme sahip eşi Olga, gösteri sanatçısı Du Barnstoker ve erkek mi kadın mı olduğu bir türlü anlaşılamayan asi yeğeni Brun, tuhaf espri anlayışlı fizikçi Simon, hastalık iznindeki Hinkus ve Viking görünüşlü irikıyım arkadaşı Olaf. Ayrıca otelin bir de saf hizmetçisi Kaisa vardır. Burada biraz spoiler vererek sonunu aktarmadan öyküyü özetleyebiliriz: otelde öncelikle kaybolan eşyalar ve hırsızlık iddialarıyla beliren şüpheler Olaf’ın şaşırtıcı bir halde odasında ölü bulunması ile doruğa ulaşır. İçeriden kilitli odasında boynu tamamen tersine dönmüş şekilde bulunan ve fiziğiyle güçlü mitolojik karakterleri andıran Olaf’a bunu kimin nasıl yapmış olabileceğinin cevabı bulunamaz. Soğuk havada sürekli çatıda oturan arkadaşı Hinkus da kendine özgü tuhaf bir tiplemedir. İmzasız uyarı notları şüpheleri bir oraya bir buraya yöneltir. Otel sahibi Snevar’ın Olga’yla ilgili tesadüfen şahit olduğu bir durum karmaşayı daha da arttıracaktır. Olaylar, konukların çığ düşmesi sonucu otelde mahsur kalmasıyla daha da tehlikeli bir boyut alır. Çığdan zor bela kurtulup yarı baygın bir halde kapıya gelen Luarvik’in sıra dışı hali ve Olaf’la ilgili ısrarlı talepleri durumun tuhaflığını iyice arttırır. Yol açılana kadar herhangi bir yardımdan ve iletişimden mahrum kalan otel sakinleri kendilerini gergin ve şüphelerle dolu bir ortamda bulurken müfettiş istemeyerek içine çekildiği bu sorunun kendisini giderek daha zor bir duruma soktuğu gerçeği ile yüzleşir. Otelde anlatılan doğaüstü öyküler kadar fizikçi Simon’un inanılmaz görünen açıklamaları da müfettişin katı gerçekçiliğini aşamaz. Öykü beklenmedik bir sonla biterken olaylar da kendi içinde nispeten mantıklı bir açıklamaya kavuşur.

Kitabın sonundaki ekte gerek kitabın öyküsüne gerekse yazarların düşüncelerine dair önemli bilgiler aktarılmış. Kardeşler deneme olarak gördükleri ölü dağcı oteline ilişkin samimi açıklamalarında; kendine özgü olarak gördükleri kitabın sonuçta tatmin edici olmadığını ve “başarısız bir deney” olduğunu itiraf ediyorlar. Polisiye geleneğinin yerleşik anlayışı içinde böylesine bir deneyin başarılı olmasına aslında imkân olmadığının ayırdına vardıklarını da açıklıyorlar. Burada ayrıca Sovyet ideolojisinin siyasi sansür ortamında bir bilim kurgu metninin başına gelenleri de görüyoruz.

Kurgusu yer yer oturmamışlık hissi verse de tuhaflıkları ve gerilimiyle ilgi çekebilecek bir kitap ölü dağcı oteli. Hikâye bazen ağır ilerlemekle birlikte merakı sürekli olarak canlı tutmayı başarıyor. Karakterlerin abartılı tiplemeleri animeleri hatırlatsa da (kitap çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlarında da yer almış) öyküyü yüzeysel bir sınıfa sokmamızı gerektirecek ölçüde sayılmaz. Bilimkurgu diyebilmek için bilimkurgu içeriği zayıf görünüyor. Ancak Uzayda Pikinik’te olduğu gibi küçük olayların arkasında daha derin imalar bulmak da mümkün. Bilimkurgunun önemli isimleri Stuartski kardeşlerin edebiyat uğraşlarını görmek, ölü doğsa da yeni bir denemenin heyecanını ve bilimkurgunun şaşırtıcı dünyası içinde polisiye deneyimini yaşamak isteyenler için önerilebilecek bir eser. Okur bu kitapla başarısızlıklardan çıkan derslerin ne kadar öğretici olabileceğini de görebilir.
Yanıtla
4
2
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
02 Şubat 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Peter Carnavas'ın "Fil" ine Dair Değerlendirme...
Sadece çocuk kitabı demek, yetişkinlere haksızlık olur. Hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden bu kitap hayatımızın kaçınılmaz bir parçası olan ve insanlığın doğası gereği sıklıkla deneyimlediği üzüntü teması üzerinde yoğunlaşıyor. Hikaye sevginin iyileştirici gücünün farkına varan ve küçük yaşta annesini kaybetmiş Olive isimli bir kız çocuğunun gözünden anlatılıyor. Olive bu farkındalığa odaklanmadan ve henüz onu belki de spontane yaşarken, babasının üzüntüsü hayatının merkezine kuruluyor. Okuyucu bu üzüntünün sebebinin eşinin kaybı olduğunu bilmesine rağmen kaybın üzerinden geçen süre veya üzüntüyü hala bu denli diri tutan sebepleri detaylı olarak göremiyor.

Çocuğun yas sürecini anlamlandırmasını sembolik anlatım ve metafor ile destekleyen yazar böylelikle konuyu çocuklar için biraz daha yumuşak biçimde ele almış. Yas ve üzüntü gibi oldukça gerçekçi olgulardan çocukların tamamen soyutlanmaması gerektiğine inandığım için, konu en baştan benim için ilgi çekiciydi. Kitabı elime aldığımda isminin neden fil olduğu ve üzüntü ile nasıl eşleştirildiği üzerine düşündüm. Aklıma ilk gelen filin ile üzüntünün ağırlığının benzetilmiş olabileceğiydi ama asıl nedeninin bu olup olmadığını merak ediyordum. Fakat yazarın filin hayali bir varlık olduğunu daha ilk sayfalarda deşifre etmesi açıkçası benim heyecanımı biraz köreltti. Bu bilginin son sayfaya kadar hissettirilmemiş olmasını dilerdim ve doğrudan verilmesi yerine üzerine düşünmeyi teşvik eden birkaç küçük ipucu ile okurun yorumuna bırakılması, hem merak duygusunu daha diri tutabilirdi hem de hayal gücüne göre renkli yorumlar çıkmasını destekleyebilirdi. Ta ki son sayfalara gelindiğinde açıklığa kavuşmalı, okuyucunun o ana kadar bu merakını korumalıydı. Tıpkı Freddie gibi.

Yazarın üzüntüyü temsilen hayvanları kullanmasının amacı üzüntüyü daha az korkulu ve biraz daha sevimli kılmak olduğu kuvvetli ihtimaller arasında. Fakat çocuğun üzüntü ile hayvanları eşleştirmesi, filin artık Olive için üzüntüyü ve büyük bir yükü temsil etmesi belki de üzerine çok düşünülmeyen, masum görülen fakat içinde farklı yaratıcılık tohumları barındıran tüm çocuklar için çeşitli anlamlar doğurabileceği gibi bu anlamlar yanlış varsayımlara da dayanabilir. Bunu istatiksel verilere dayandırmak için bu kitabı okuyan çocuklardan konu hakkında veri alınması daha sağlıklı bir sonuç ortaya koyacaktır.

Hikayede gri hayvanlar insanların mutsuz olmasına sebep olan varlıklar olarak değil üzüntünün sonucu olarak gösterilmiş. Buna göre gri bir hayvanın var ise bir üzüntün de var demektir. Bundan ziyade gri hayvanlar, insanlar üzüntülerini yaşarken onları taşımalarına yardım eden birer eşlikçi olsaydı ve üzüntü azaldığında veya tamamen bittiğinde hayvanın insandan uzaklaşması yerine artık gri değil de renkli bir hale dönüşseydi, büyük olasılıkla bu, hayvanlarla çocukların bağını daha da kuvvetlendiren bir yaklaşım olacaktı.
Gri filin babasının üzüntüsünü temsil ettiği açıklandıktan sonra, gördüğüm şey aslında Olive’in de babasının filine ortak olup onu taşıdığıydı. Onun üzüntüsü için yeni bir hayvan çıkmadan önce Olive’in zaten ruhunda taşıdığı gri bir hayvanı vardı. Şimdi düşünüyorum da, çocukların gri rengine de bir önyargıları olmasın!? :)

Sevdiklerinin üzüntülerinden kurtulmaları için gri hayvanları defetmeye çalışan Olive, çareyi onları ( baba ve dede) mutlu etmekte aradı. Sevginin ve mutluluğun örneklerine çoğu kez rastladığı dedesi bu konuda ilham kaynağıydı. Mutluluğu bulma operasyonu olarak adlandırdığım bu süreci Olive, babası ve dedesi olmak üzere üç taraftan ele alalım. Babası eşinin kaybından dolayı üzüntü ve hatta depresyon halinde. Kayıp hakkında pek bilgi verilmediği için süreç biraz muallakta. Şuan okuduğum ‘’İyi Hissetmek’’ isimli kitabın yazarı Dr. David Burns’a göre üzüntü, kayıp veya hayal kırıklığı içeren olumsuz bir olayı çarpıtmadan tarif eden gerçekçi algılar tarafından yaratılan, normal bir duygudur. Depresyon ise her zaman bir şekilde çarpıtılmış düşüncelerin neden olduğu bir hastalıktır (Burns, 2022). Biri belli bir zaman sınırını içerirken diğeri sürekli tekrar etme eğilimi gösterir. Olive’in ve babasının kaybının çokta yeni olmadığını, Olive’in o dünyaya geldikten bir süre sonra annesinin gitmiş olduğunu söylemesinden anlayabiliyoruz. Yas süresinin oldukça uzun olmasından dolayı, babanın üzüntüden ziyade depresyonun pençesinde olduğu söylenebilir. Okuyucu olarak bende ister istemez babanın üzüntüsünü sorumlulukları ve yaşama amacı ile harmanlayıp, bunda başarılı olamasa bile o şekilde hareket etmek konusunda çaba göstermesi yönünde bir arzu hissi ortaya çıktı. Elbette herkesin yas süreci biricik ve ona alışmakta ihtiyaç duyulan zaman da öyle. Bu sebeple kesin etiketleme yapmak doğru olmayacaktır. Çünkü kitapta babanın detaylı duygu betimlemeleri olmadığı için bazı bilgiler kara bir delik. Fakat çocuk bunu fark edip müdahale etmeye kalkana kadar babanın kendisi de dahil çevresindeki kimsenin yardımı olmamış mı diye düşünmeden edemiyorum çünkü Olive’in babasını kazanmaya çalışma çabasından kaynaklı sırtındaki yükün ağırlığı altında zaman zaman ezildim. Hikayenin sonlarına doğru, Olive’in birkaç denemeden sonra ancak başarabildiği ve babası ile dedesini mutlu edebildiğini gördüğümde, babasının bu duygu değişiminin sağlıklı olup olmadığı konusunda şüphe ettim. Çünkü çok uzun süredir acısını anlamlandırıp, üzüntüsüyle barışıp hayatın akışına dönememiş bu adamın içinde neyin değiştiği açıklanmadığı için duygu durumunun gerçekten iyiye döndüğüne inanmakta zorlandım. Belki çocuklar bunu detaylı olarak düşünmeyecek. Bu noktada kendi anlayışımı ve bakış açımı çocuğun bakış açısına indirmekte zorlanıyorum çünkü ben bu durumun çokta sağlıklı ve uzun soluklu olmadığını düşünürken, çocuk için kitapta bu durum oldukça basit görünebilecek ve gerçek hayatta ne yazık ki bu çoğunlukla böyle değil.

''Çocuklar da yetişkinlerin zor zamanlarında onlara destek olabilir'' mesajı çok güzel. Fakat bir konuyu çocuk boyutuna indirirken elbette sivri köşelerin yumuşatılması gerektiği gibi, olayların çokta gerçekçilikten kopartılmadan ve aşırı süslenerek yapaylaştırılmadan sunulmasının önemine çok inanıyorum. Çocuk bir kitap veya oyun yoluyla gerçek hayattaki bir olguyu deneyimleme fırsatı bulacaksa, bu konu onu fazlasıyla tetikleyip üzmesin ama aynı zamanda kandırmasın da isterim. O sebeple bu durum, babanın çok net aktarılmayan yas sürecinin uzun olduğunu ve aslında küçük bir jestten daha fazla yardıma ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Fakat daha yüzeysel gideceksek elbette çocukları bu gibi durumlarda bilinçli, durumu tanımlayabilen, onları anlamlandırabilen ve devamında ellerinden gelen desteği sağlayabilen bireyler olarak hazırlamak açısından kitabı çok sevdim. Belki kendisinin de deneyimlediği fakat anlamlandıramadığı için aktaramadığı bir duyguyu başka birinin yaşadığını görmesi, o çocuk için bazı şeyleri daha konuşulabilir hale getirecektir.

Olive her ne kadar babası tarafından derecesini bilemediğim şekilde ihmal edilmiş olsa da dedesi onun şansı olmuş. Oysa baktığımız zaman kendi kızını kaybetmiş olduğu için yas o dedenin de yası. Buradan o daha çok acı çekmeli ve derbeder olmalı gibi bir sonuç çıkarmıyorum çünkü önceden de söylediğim gibi herkesin yas süreci ve ona bağışıklığı farklıdır.

Devamında dedenin küçük ama anlamlı izler bırakan mutluluklarla beslediği, hayatın griye dönmüş yerlerini renklendirmek için yaratıcı çözümler sunan torunu Olive’in dedesinin de bir gün gri bir hayvana sahip olduğunu görmesi ve bunun üzerine okulunun 100. yaşına özel ‘’eski şeyler’’ konseptli partisinde, dedesini ve şarkılarını seçmesi beni en etkileyen kısımdı. Bu partinin olduğu bölüm, hikayenin sonuna uygun bir anlam ile sonlandığı için hikayenin tamamında bir bütünlük sağlamıştı.

Kitapta altını çizdiğim yerlerden biri ‘’Herkesin her şeyini tamir etmekte üstüne yok, benimkiler hariç.’’ diyen Olive, araba tamircisi olan babası hakkında güçlü bir gözlem yapmış. Aslında üzüntünün hayatta çok olağan olduğu, gelip ve bir daha hiç dönmemek üzere giden bir şey olmadığı, bundan ziyade bizi besleyen ve korkulacak bir şey olmadığını çocuklara uygun seviyelerde sunarken ve onların bilinçli bireylere dönüşmelerine tanıklık ederken, aslında onların artık bu bilinç seviyesi ile gözlem yapıp olayları anlamlandırabileceğinin de farkında olmalıyız. Üzüntülüysek ya bunun kabullenilmesi için bir zamana ya da onunla hareket etmek için bir sorumluluğa sahip olduğumuzu, onun bizi yönetmesinden ziyade (istisnalar ve patolojik vakalar hariç), bizim onu yönlendirecek özerkliğe sahip olmamız, bizden sonra yanımızdaki küçük bireylere de güç verecektir. Böylelikle ebeveynler bu duygu durumundayken çocuklar onları gözlemlediğinde nelere öncelik verebildiklerinin ama buna rağmen aynı doğrultuda neleri erteleyebildiklerinin veya yapamayacaklarını söylediklerinin tezatlığını fark edecek yetiye sahip olacaklardır. Genel anlamda baktığımızda yetişkinler sahip oldukları üzüntülerin ağırlığından çocukları korumalarının yanı sıra, duygularını saklamak için köşe bucak kaçmak zorunda kalmayacaklardır.

Olive’in arkadaşı Arthur’un ‘’Baban bisikletini hiç tamir etmeyecek; sen babanı tamir etmedikçe.’’ sözü dokunaklı olsa da ve ‘’iyileşmeye katkı’’ kısmında çocuğa harekete geçme motivasyonunu aşılasa da çocuğun mutluluğunun dışa bağımlı olduğu mesajının verilmesinden ve omuzlarına yük bindirme tehlikesinden kaçınılmalıdır. Bunun yanı sıra ‘’Yardım etmekten mutluluk duyarım, fakat başkasının düşünce ve inançlarından kaynaklanan duygu durumunun sorumluluğu bana ait değildir. Ben kendimden sorumluyum.’’ mesajı vurgulanarak çocukların sorumluluk ve zorunluluk arasında denge kurmaları desteklenebilir.

Bende şunu söyleyebilirim ki; mutluluklar beni günbegün iyileştirebilir ama her zaman üzüntüyü tamamen ve bir daha karşılaşmamak üzere silip atacağına dair garanti vermez. ''Her Güne Bir Kafka’’ isimli kitapta da söylendiği gibi ‘’Çok fazla uzamadığı ve kendimize acımaya varmadığı sürece üzüntü hoş geldi sefa geldi.’’ Çocuklar da bunu bilmeli!
Yanıtla
2
0
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
01 Şubat 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Hayatın Acımasızlığına Rağmen Her Gün Yeniden Doğan Güneş
Şeker Portakalı’nın içimizi şefkatle dolduran kendi küçük kalbi büyük kahramanı Zeze, ikinci kitap olan Güneşi Uyandıralım’da bu kez yüreğine aldığı bir cururu kurbağası olan en yakın arkadaşı Adam ile maceralarına devam ediyor. Zengin bir aile tarafından evlat edinilmiş olan Zeze, yeni yaşantısında da hayatı sürekli sorgulayan meraklı bir minik olarak yaramazlıklarını yaparken vicdanının sesini dinlemeyi de unutmuyor.

Kendini her daim yalnız ve ağlamaklı hisseden bu yumurcak, kurbağasının ve diğer arkadaşlarının sayesinde yaşama daha sıkı tutunuyor. Arkadaşları ise ayakları tutmayan, kaza geçirmiş zavallı bir köpek olan Tulu; Zeze’nin hayal kurarken yanından ayırmadığı, uzaklara dalıp beraber manzarayı izlediği oyun arkadaşı ve Paul Louis Fayolle; herkes onu Peder Feliciano olarak bilirken, aralarındaki bağ Zeze’ye ona gerçek adı ile hitap edebilme lüksü tanıyor. Aynı şekilde o da samimiyetinin göstergesi olarak Zeze’ye Şüş ismini takmış. Ve kitaptaki en can alıcı karakter Maurice Chevalier çünkü kendisi aslında bir oyuncu ve Zeze’nin bir sinema günü, ailesi tarafından kesinlikle yasaklanan bir filme gizlice girip gördüğü ve o günden sonra onu içinde bir baba figürü olarak yaşattığı kişi. Hayatında gerçek bir babanın eksikliği ve tek baba gibi gördüğü Portekizli’nin artık hayatında olmayışı ile acısı sürekli kalbinde hüzün yaratırken karşısına çıkan bu adam onun hayata tutunmasına olanak sağlayan bir güç veriyor. Ek olarak Cehavalier’in de Zeze’ye Peder’in taktığı isimle hitap etmesi bana göre Peder’i de bir nebze baba olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Hayatındaki akraba eksikliğini izlediği filmlerden seçtiği karakterlerle dolduruyor. Küçücük yüreğine bir sürü kişiyi sığdırıp sevgiyle kucaklıyor çünkü aslında istediği tek şey birilerinin de onu sımsıkı kucaklaması.

Üvey ailesi ona gerçek çocukları olmadığını hep hissettirecek kadar gaddar davranmış, onu bir proje gibi görüp kusursuz yetiştirmeye çabalamışlardır. Herhangi bir yaramazlığa, derslere ve piyanoya karşı ilgisizliğe, kısacası bir çocuğun yapacağı şeyleri yapmasına tahammülleri yoktur. Onu iyi hissettiren ve kendisi gibi olmasına olanak sağlayan, onu olduğu gibi seven arkadaşları olduğu için yaşama tutunuyor ve umutlarını yitirmiyor Zeze. Her zorluktan sonra daha kararlı bir şekilde ayağa kalkmasını başarıyor. Bu kitaptan edineceğimiz müthiş ders şudur ki; kaç yaşında olursak olalım, kendimizde Zeze’den bir parça mutlaka buluruz bu yüzden içimize bakalım ve yüreğimizdeki güneşi uyandırmayı unutmayalım. “Mutluluk olduğu yerdedir, olmasını istediğimiz yerde değil.”
Yanıtla
6
0
Destekliyorum  3
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
31 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Gumilev'den Akademi Literatürüne Kazandırılmış Bir Şaheser!
Gumilev'in bu eserinde, diğer kitaplarında olduğu gibi, farklı disiplinler etkili bir biçimde entegre edilmiştir. Siyasi anlatının yoğunluğu yerine, tarihsel bilgiler dengeli bir şekilde çeşitli yardımcı bilimlerden alınmıştır; özellikle yazarın coğrafya bilgisi oldukça dikkat çekicidir. Yüzyıllar boyunca gerçekleşen coğrafi ve atmosferik değişimler, neredeyse bir hava durumu raporu gibi sunulmaktadır.

Satırlarda sıkça geçen kavim ve yer adları, yazarın İç Asya tarihindeki uzmanlığını vurgular. Asya'daki kavim ve yer adlarının çeşitliliği göz önüne alındığında, bazı konuların net bir şekilde sunulmasının zorluğu anlaşılır. Ancak Gumilev, isimlendirmelerin filolojik ve kültürel kodlarını ortaya koyarak bu zorluğu aşar. Milletlerin genetik kodlarını sıfırlayan kültürel ve sosyolojik isimlendirmelere dair tespitler, yazarın güçlü bakış açısını kanıtlar. Özellikle diğer kavim ve gruplar tarafından hızla benimsenen Tatar etnoniminin izleri, Asya haritasındaki etnik evrimin karanlık bölgelerine ışık tutar.
Yanıtla
2
0
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
30 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Tam da Hermann Hesse'nin dediği gibi; ''Yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü; sevgi, zorbalıktan güçlüdür.''
Büyük bir Roald Dahl hayranıyım ve onun yarattığı karakterler hakkında saatlerce konuşabilirim. Bunun sadece çocuklara hitap eden bir kitap olmadığını belirtmek isterim. Beklenenden biraz daha karanlık ama harika bir hikaye anlatımı, genç okuyucular içinse büyüleyici. Çünkü Dahl’ın vermek istediği mesaj yetişkinlerin küçükken maruz kaldıkları duygusal incinmişliklere dokunuyor. Dahl, kötü yetişkinleri alt eden ve kendilerine verilen ebeveynler ya da akrabalar konusunda şanssız olan çocukları anlatmak, onların önüne ışık tutmakta uzman bir yazar ve bu kitabı da bir istisna değil.

Wormwood ailesi televizyon izlemek ve insanları aldatarak para kazanmakla ilgilenen insanlardır. Michael adında bir oğulları ve Matilda adında bir kızları vardır. Matilda’yı işe yaramaz baş belası ve bir kabuk gibi görürken, oğulları konusunda da büyüleyici bir ilgileri olmasa da onu Matilda kadar sevimsiz bulmazlar. Cehalet timsali ebeveynlerinin düşüncesinin aksine Matilda, onu hiç takdir etmeseler de onların büyük mucizeleri, hatta küçük bir dahidir. Fazlasıyla cesur, çok kararlı ve kitap tutkunu bir kız. Kendi kendine okumayı, hecelemeyi ve hesaplamayı öğrenir ve harika bir küçük insan olur. Bir deha olduğunu farketse dahi asla zekasıyla övünmeyen, hiç aceleci davranmayan bir çocuk. Herkesin dostudur ve yardımseverdir. Okula başladığında, ebeveynlerinden daha da korkunç bir düşmanla, tüm okulu terörize eden okul müdiresi Bayan Trunchbull ile karşı karşıya kalır. Sınıf öğretmeni Bayan Honey ile olan ilişkisi, hayatındaki tüm olumsuzlukların mükafatı gibidir. Onlar iki yaralı ruhun buluşup sonsuz bir dostlukla birbirlerine şifa aşılamasının en güzel örneklerinden. Çok güzel bir hikayesi var ve böyle bir hikayeyi anlatmanın cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü çocuklara ve gençlere yönelik kitapların çoğu güzel, naif ve yardımsever ebeveyn, öğretmen ya da anlayışlı yetişkinler imajları sunarlar. Yazar mutlu aile tablosu akışını bozarak, dezavantajlı kesime ışık tutar. Ve hep gösterilenin aksine bunun her zaman avantajlı olamadığını ve çocukların madalyonun bu tarafına da aşina olmalarını sağlar.

Küçük Matilda'nın pek çok çocuk ve yetişkin üzerinde yaratabileceği etki fazlasıyla derindir. Hayatta her durumda, her zaman tutunacak bir şey vardır ve onu aramak yaşamın bir parçasıdır. Ne zaman bizi üzen şeyler hakkında homurdanmak yerine bu yakalanması zor şeyleri aramaya başlarsak, denemeleri daha hızlı atlar ve huzura birkaç adım daha yaklaşırız.

Roald Dahl’ın anlattığı her hikayede karakterler benzersiz ve muhteşem bir derinliğe sahip; kitaplar oldukça isabetli yerlere dokunuyor. Her hikaye tamamen farklı bir konuyu içeriyor ancak her hikayenin kendine ait harika bir dünyası var. Dahl'ın diğer öyküleri ne kadar iyi olursa olsun, Matilda her zaman benim favorimdir. Çünkü bu kitap tutkunu, cesur, küçük yaşına rağmen doğruyu yanlıştan ayıran ve başkalarına çok doğru örnek olan kız, çoğumuzun kendi çocukluğuna içten bir bakış. Son derece ilham verici bir kitap. Bu kitap çocukluğumuzun tozunu atıp, yetişkin olmadan önce hayata bakış açımızı değiştirmemize ve kendimizi "böyle olması gerektiği" ile ilgili ikna edip, kötü düzene ayak uydurmak yerine, kendi dünyamızın kahramanı olmamıza yardımcı olacaktır. Keyifli okumalar dilerim.
Yanıtla
13
0
Destekliyorum  2
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
29 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Dünyanın Sonunda mıyız?
Dünya beş altı kere reset attı kendine, canlıları şöyle bir silkeledi, kalanları çoğaltıp yeni sona kadar eğledi. İçinde canlılar için çok zararlı gazlar var, saldı mı gökyüzünü örtüyor, ortalığı cehenneme çeviriyor. Buzdan veya çölden. Yuknavitch'inki çöl, toz haline gelmiş topraktan başka çok az şey var. Mezarlar, uçak kalıntıları. Kraterler mutlaka vardır çünkü küresel felaket başlar başlamaz insanlar da bombaları salıvermişler, savaşacak yetişkin kalmayınca çocuklardan oluşan ordular çıkmış ortaya, tükenesiye savaş. CIEL o dönemde inşa edilmiş, Dünya'nın biraz yukarısında dolanıp duruyor, Elysium'dakine benzer bir şey herhalde. Çok uzaklaşmış olamaz, gökhatlar vasıtasıyla Dünya'ya inilebiliyor, yerden ne gerekiyorsa yukarı çekilebiliyor, sömürü devam. Karakterlerin anlatımı devraldıkları bölümlerde bilgi topakları varsa da pek rahatsız etmiyor, Yuknavitch gündelik yaşamın uğraşlarına yakın tarihin oldusunu bittisini iyi tutturmuş. Yılı iyi tutturamamış ama, mutantlara evrilen insanlar ve nanoteknoloji sektörü 2049'a kadar o denli gelişemez, spekülatif diyelim. İlk bölümde Christine Pizan'la tanışıyoruz, anlatıyor. Yaşı 49, kısa süre sonra törenle öldürülecek ve bedeni sıvıya dönüştürülecek. 100 litre su çıkıyormuş insandan, pek verimli değilmiş, Dünya'da da su kalmadığı için zor. Camın ötesinde kirli ve sepya Dünya var, önünde sentetik eğreltiotu. Dünya'da yaşadığı yıllar Chris'e başka ilgi alanları açmış, en başta hayatta kalmak için savaşmak geliyor, bitkileri özleyeceğini hiç düşünmemiştir Chris. Kriz anlarında çocuklaşıp her şeyi çözecek baba figürünü başına musallat eden insanların lider seçtiği Jean de Men'in kurtarıcılıktan zerre nasibini almadığını görüyoruz, Dünya'dayken sosyal medyayı ve basını ele geçirdikten sonra teknolojinin her şeyi çözebileceği fikriyle gücü elinde toplamış, isyancılarla savaşırken nükleer bombaları ardı ardına patlatınca sonuç malum. Yıkımların yeni bir dille anlatılması gerektiğini söylüyor Chris, o zamana dek insanın gördüğü en hızlı yok oluştan kurtulmanın yolunu anlatıyı karmaşıklaştırırken bedenine kazımakta buluyor, bu yüzden bedenini greftlerle dolduruyor. Greft sanatçısı, o zaman dek yaşanan her şey kelimeyken artık bedenin yakılmasıyla oluşturulan biçimlerden ibaret. Kâğıt kalem arkeolojik ögeler, çalışılacak materyalin her yere götürülmesi gerekiyorsa bedenden daha iyisi yok. "Eğreltiotuyla ben karşılıklı bakışıyoruz. Ne çift ama; çok fazla şey görmüş bir entelektüel ile aşırı klonlanmış bir bitki. Ne nafile bir hayatta kalış. Ama ben nihayet var olma nedenime ulaştım. Sözde tarih denen şeyden bir hikâye çıkarayım diye. Bunu yapmak için vücudumu kullanayım diye." (s. 19) Biyoteknolojinin yardımıyla beyaz, balmumundan yapılmış gibi duran, veri girişi için delik deşik hale getirilmiş bedenler dolanıyor istasyonda, ırk ve sınıf savaşlarını canlı tutarlarsa aşağıda yaşayan birkaç bin insana tepeden bakmaya devam edebilirler.

Biraz daha uzaktan bakıp Yuknavitch'in yığdıklarına bakayım, öncelikle hikâye anlatma edimi üzerinden kurduğu bir yapı var, kişisel ve tarihsel alımlamanın geçirdiği değişim. "Bir hayatta her şeyin bir hikâye katmanından fazlası vardır. Derinin kendisi gibi: Epidermi, dermi, subkütanöz ya da hipodermis. Benim tarihimin bir altmetni var." (s. 21) Chris bedenin dil yerine geçerek semantiğin zemin değiştirdiğini söylüyor, sözcüklerin anlamları değiştikçe -CIEL önce bir bilgisayar oyununun adıymış, sonra uluslararası çevreci bir örgütün adı olmuş, ardından gökyüzündeki ev. Chris başka, kendi hikâyesinin yanında derisine işlediği Jeanne'ın yaşamıyla ardışık bir anlatı oluşturuyor, Resimli Adam'a benzediğini söyleyebiliriz. Hikâyelerin bağlantılılığı bir, Chris'in kendi yaşamına eğilmesi iki, Bradbury'den alınan elin türevi. Dillerin çatıştığını sorgulama tutanaklarında da görebiliyoruz, muktedirin anlamlarıyla kahramanınki tutmuyor, sözcükler oynak. Efsane gerçek, kadınları kesip biçerek üremelerini sağlayamazsa hayatın sembolünden üretim sağlayabilir. Damızlık Kızın Öyküsü'yle birlikte başka metinlerden de esintiler var, yakalamak kolay. Jeanne'ın ölümden nasıl kurtulduğunu görürüz, çocukluk aşkıyla birlikte sağ kaldıkları dönemde saklanmak için akla karayı seçtiklerine şahit oluruz, nihayetinde büyük karşılaşma yaşanır. Form değiştirmeler, zihinsel güçlerle tokuşmalar, kurmacada örneğine az rastlanabilecek bir savaş sahnesi. "Hayatımda ilk kez, başımdaki şarkı sadece başımın içinde değil. Her yerde. Herkesin içinde. Herkesin ve her şeyin. Jean de Men'in boynunu, benim bile sahip olduğumu bilmediğim bir güçle sıkıyorum." (s. 273) Her şey ilk aşkın yaşayabilmesi, insanlığın unuttuğu sevginin tekrar yeşerebilmesi için, Jeanne zaten ölümü kabullenmiş. Sözcüğe kendi anlamını yükleyerek.

Kısacası toplumsal cinsiyet okumalarına deli gibi açık bir metin bu. Ekolojik çalışmalara keza. Canavar gibi malzeme var, alan dar olduğu için sıkıştırılmış, kurmaca dünyasından taşarak hikâyeyi de baskılamış ama fecaate yol açmamış. İyi metin diyorum buna, evreninde dolanmalı.
Yanıtla
3
2
Destekliyorum 
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
26 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Türklerin ve Tatarların Kökeni
Naçizane yorumuma geçmeden önce siz değerli okurlar için, her zaman yaptığım gibi, genel birkaç hatırlatma da bulunmanın gerekli olduğu kanaatindeyim. Öncelikle elimizdeki metin geniş kapsamlı ve akademik(!) bir kitaptır. Dolayısıyla her bir mesele hakkında yorum yapmaktansa İskitler özelinde erken Türk tarihi yapılandırması noktasında yorum yapmayı daha faydalı buluyorum. Kişisel merakım ve çalışmalarım da erken dönem Türk tarihi ile alakalı olması bu seçimde önemli baz noktalarından birini oluşturmuştur.

Kitaba gelecek olursak; M. Z. Zekiyev’in iddialarını bazı temel yaklaşımlara dayanarak sunma gayreti içerisinde olduğu ifade etmemiz gerek. Bu noktada yazarın Avrasyacı perspektifte olduğunu söyleyelim. Bu durum iddialarını okurken hatırlamamız gereken bir önemli bir noktadır. Çünkü meseleler bu pencereden yorumlanmaktadır. Yazar, Hint-Avrupa merkezli teorileri şiddetle reddederken bu teorilerin siyasi-ideolojik hedefleri olduğu konusunun altını çizer. Zekiyev konu ile alakalı: “Bu teori (İskitlerin Hint-Avrupalı bir kavim olması), göründüğü kadarıyla Hint-Avrupa halklarının ata yurdunu genişletme imkânı sağladığı için cazip hale gelmişti,” der. Özellikle II. Dünya Savaşı’na doğru giden süreçte Ratzel’in Lebensraum (yaşam alanı) fikri Almanları tarihsel kökenleri olarak saydıkları Germenlerin yaşadığı sahaları topraklarına katmak suretiyle harekete geçmeye teşvik etmiştir. Dolayısıyla İskit gibi köken meselesi tartışmalı olan kavimlerin modern dünyada sahiplenilmesinin hakikaten de siyasi-ideolojik bir tarafı olabilir. Zekiyev’in kitabı akademik bir çalışmaymış gibi görünür fakat batı standartlarında bir araştırma/inceleme olmadığı apaçık olarak anlaşılır. Sözgelimi bazı öneriler ve bu önerilerin doğruluğunun ölçüsü olarak, öneri sahiplerinin “Sorbonne’da okuması” yahut “çok dil bilmesi” gösterilir. Bu tip ön yargılar kuşkusuz kabul edilemezdir. Benzer bir yaklaşım ile Nazileri destekleyen dünyaca ünlü bilim insanları var diye Nazi hareketi yahut Hitler haklı çıkarılabilir mi? Öte yandan yazarın ele aldığı konunun genişliği, gerektirdiği yetkinlikler ve tarihin doğası gereği bazı dönemlerinin karanlıkta kalmak zorunda olduğu hesap edildiğinde oldukça zor bir konu hakkında kalem oynatıldığını ifade etmek gerek.

Yazar İskitlerin kökeni meselesi hakkında zorunlu olarak Herodotos’a göndermelerde bulunur. Ancak Eskiçağ tarihi çalışanların bilhassa takdir edeceği üzere klasik kitaplar ciddi metinsel zorluklar barındırır. Öncelikle bu kitapların hiçbirinin müellif nüshası elimizde değildir. Elimizde bulunan en eski nüshalar genellikle X.-XIII. yy.’dan kalmadır. Herodotos gibi MÖ V. yy.’da yazıldığı düşünülen kitaplar da durum bu anlamıyla ciddi bir sorun teşkil eder. Zira müellifin eseri gerçekten MÖ V. yy.’da yazdığını kabul ettiğimiz takdirde eldeki en eski yazılı metin neredeyse 1500 sene sonrasına aittir. Bu noktada birden çok kere kopya edildiği derhal anlaşılacaktır. Müstensihlerin her biri bu kopyalama işlemi sırasında orijinal nüshada olmayan eklemeler yapmış yahut var olanları, son derece keyfi bir biçimde yahut patronaj gereği, çıkarmış olabilir. Hal böyleyken önümüze böyle bir metin alarak “evraka” demenin kaçınılmaz bir çekiciliği olduğunu kabul etsek de teknik olarak bu eylemin doğruluğunun tartışılabilir olduğunu unutmamak gerek. Zekiyev bu noktada metin hakkında bazı teknik detaylara ve tartışmalara yer vermiştir. Bilindiği üzere Thukydides dahi (MÖ IV. yy.) Herodotos’u kitabı özelinde eleştirmektedir. Dolayısıyla bir metin olarak Herodotos’un eleştirilmeye başlanması neredeyse birkaç bin yıl geriye gitmektedir.

Diğer bir konu ise, yukarıda da bahsedilmiş olduğu üzere, incelenen dönemin genişliği ve gerektirdiği yetkinlikler meselesidir. İskitler özelinde bir konu çalışılacaksa öncelikle veri havuzu oluşturulmak durumundadır. Bu veri havuzunun önemli bir bölümünü Grekçe oluşturmaktaysa da Asurca, Persçe vb. diğer komşu uygarlıkların geriye bıraktığı bakiyelerin kendi dillerinde incelenmesi gerekmektedir. Bilindiği üzere İskitlerden elimize ulaşan herhangi bir yazılı metin yoktur. Ancak Herodotos gibi isimlerin yahut bazı yazıtlardan elde edilen birkaç sözcüğün İskitler ile ilişkilendirilmesi söz konusudur. Bu sözcükler üzerine her iki yazarda yorum yapmakta ve bu sözcükler Türkçe ile ilişkilendirilmektedir. Biz bu konuda yorum yapamaya yetecek düzeyde bilgi birikimine yahut diller hakkında yorum yapabilecek yetkinliğe sahip olmasak da Hunlar hakkındaki tartışmalardan yola çıkarak birkaç çıkarım yapmanın yerinde olacağı kanaatindeyim. Öncelikle eldeki veriler ana kaynaktan yani İskitlerin kendisinden geliyor değildir. Sözgelimi Herodotos tarafından Grekçe formlarıyla aktarılmış yahut Asur yazıtlarında yine yerel dilin sınırlı formlarıyla günümüze ulaştığı açıktır. Bu durumu günümüzden bir örnekle açıklayacak olursak çikolata kelimesini örnek olarak gösterebiliriz. Bu kelime muhtemelen cioccolata formundaki İtalyanca aslından dilimize geçmiştir. İtalyancaya ise muhtemelen yerli Amerikan dillerinden yahut İspanyol kolonileri vasıtasıyla geçmiş olmalıdır. Çikolata kelimesi ile cioccolata arasındaki belirgin yapısal farklar ilk etapta göze çarpmaktadır. Ayrıca ana kaynaktan alınan herhangi bir kelime alıcı tarafından (Herodotos yahut Asur metin yazarları) kendi diline uyarlanmış olabilir. Benzeri kelime alışverişlerinin yahut bir dilden diğerine yapılan aktarımlarda yaşanan doğal bozulmaların geçmiş dönemlerde de yaşandığını varsaymak çok iddialı bir yorum olmayacaktır kanaatindeyim. Dolayısıyla kendisi hakkında kendi dilinde bakiye bırakmayan oluşumların dolaylı yoldan edinilen kelime dağarcığı oldukça tartışmalı bir konudur.

Elbette yalnızca dil ve bakiyelerinin incelenmesi yeterli değildir. Farklı disiplinlerden yardım almak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu noktada Arkeoloji bir disiplin olarak görüş alanı içerisine dahil olur. Yazar yer yer arkeolojik malzemeyi kullanır. Ancak arkeolojik veriler de, diğer tüm veriler gibi, kronoloji geriye sarıldıkça hakikati anlama noktasında zorluklar çıkarır. Bugün Herodotos üzerine yapılan çalışmalarda arkeolojik malzemenin Herodotos’un anlatılarının en azından bir kısmını doğrulayabildiğini ekleyelim. Ancak Frederic Barth’ın da ifade ettiği üzere maddi kalıntılar her zaman mutlak sonuç vermez. Söz gelimi Hsiung-nu/Şyunğ-nu (Asya Hunları) dönemi ile ilişkilendirilen ve ilgili bölgede bulunan bir kazan ile Panonnia’da (Macaristan civarında) bulunan ve Hunlar (Avrupa Hunları) ile ilişkilendirilen bir kazan fiziki form anlamında ciddi benzerlikler taşır. Kimi araştırmacılar iki siyasi teşekkül arasındaki bağlantının önemli göstergelerinden biri olarak bu kazanı gösterir. Ancak bu tip bir maddi kalıntı aradaki bağlantıyı kurmak için yeterli midir? Maddi unsurların coğrafyadaki gezinimi birbirinden çok farklı nedenlere dayalı olabilir. Sözgelimi bu kazan ticaret yoluyla, bir ganimet olarak yahut münferit bir ya da bazı kişiler tarafından farklı coğrafyalara götürülmüş olabilir. Dolayısıyla tek bir maddi unsur öğesi üzerinden ciddi özdeşleştirmeler yapmak teknik anlamda sakıncalı olabilir. Öte yandan aradaki bu özdeşlik meselesini güçlendirecek tarihsel kayıtlardan da yoksun olduğumuzu belirtmek gerek. Zira Asya’dan tarihin birçok döneminde benzer göç hareketleri yaşandığı bilinse de ilgili dönem özelinde tarihi kayıtların sessiz kaldığını ifade etmeliyiz. Benzer durumların İskitler içinde geçerli olduğu kanaatindeyim.

Değinilmesi gereken bir diğer husus ise “Türk” kavramının ortaya çıkması meselesidir. Zira bugün batıda ciddi anlamda geçerliliği olmasa da hem Türk akademisinde hem de bazı doğu akademilerinde İskitlerin Türk olduğu meselesi, yukarıda da görüldüğü üzere, kabul görmektedir. Peki, Türk kavramından ne anlamamız gerekiyor? Türk kavramı bugün kullandığımız formuyla Roma edebiyatında yaklaşık olarak VI.-VII. yy.’da görünür hale gelmiştir. Bu durum Türk kavramını Türk Kağanlığı yazıtlarından birkaç yüzyıl önceye götürmektedir. Muhakkak bundan öncesi de vardır denilebilir. Ancak Türk kavramının bir hanedana yani asil bir kana mı gönderme olduğu yoksa bir topluma mı gönderme olduğu konusu tartışmalıdır. Ayrıca kavramın Roma edebiyatında görünür hale geldiği yüzyıllarda klasik yazarların bahsetmiş olduğu İskit kavramı da ciddi dönüşümler yaşayarak Karadeniz’in kuzeyindeki Gotlar, Alanlar, Hunlar, Tatarlar ve hatta Ruslar için dahi kullanılmıştır. Tarihi bir bilim olarak kabul ettiğimiz takdirde Türk kavramı ortaya çıkmadan çok uzun yüzyıllar önce yaşadığı varsayılan İskitlerin kendisinden yüzlerce yıl sonra ortaya çıktığı anlaşılan bir kavram ile anılması teknik olarak tartışmalıdır. Elbette “kültürel kodlar” noktasındaki benzerlikten bahsedilebilecekse ve İskitlerin gerçekten de Türk Kağanlığı’nın yaşadığı coğrafyadan bölgeye intikal etmiş olması mümkünse de bunu bir olasılık olarak ifade etmek, eldeki veriler ışığında, daha makul olabilir. Günümüzde müspet bilimler ile uğraşanlar dahi meseleler hakkında oldukça dar ve sınırlı çerçeveler içerisinde mutlak sonuçlar verebilirken, sosyal bilimcilerin bu kadar geniş meseleler hakkında “-dır/-dir” şeklinde kesin ve keskin ifadeler kullanması yanlış bir yaklaşım olabilir. Öte yandan bu yanlışlık doğal olarak sosyal bilimlerin beka sorununu da ortaya çıkarmaktadır.

Sonuç olarak Sovyet akademisinin İskitler ve erken Türkler hakkındaki görüşlerini okumak için eşsiz bir kaynak olduğunu ifade edelim. Kitabın çevirisi oldukça akıcı ve iyi duruyor. Elbette Rusça ile karşılaştırma imkanım bulunmuyor. Kitabın mizanpajı, kapağı ve diğer fiziki özellikleri gayet iyi. Bu noktada tek eleştirebileceğim husus kitabın kaynakça kısmıdır. Zira olduğu gibi Rusça aslından kopyalanıp eklenmiş gibi görünüyor. Son olarak kitabın karşılaştırmalı olarak okunmasının daha da faydalı olacağı kanaatindeyim.

Herkese bol kitaplı sağlıklı günler!
Yanıtla
2
0
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
25 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Tarih Öncesi Döneme Uzanan Doğu Türkistan Tarihi
Doğu Türkistan medeniyeti hakkındaki bu kıymetli eser, Kaşgar’ın, tarih öncesinden, eski taş devrinden itibaren anlatılmasıyla başlıyor. Beşbalık, Yeken, Küsen, Hoten ve Koçu gibi diğer tarihi şehirlerde kurulan hanlıklar çerçevesinde anlatım devam ediyor. Bölge tarihinin, eski çağ, tunç çağı ve demir çağı gibi dönemlere kadar anlatılması, eserin değerini artıran bir özellik olarak öne çıkıyor.

Kitapta, M.Ö. 8000 ve M.S. 1800 yılları arasında, Çin’de ve Doğu Türkistan’da yaşanan siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmeler tafsilatlı şekilde anlatılmış. Zaman dilimi olarak, M.Ö. 1000 ve M.S. 1300 arasına özellikle yoğunlaşılmış. Eski çağlardan bugüne uzanan süreçte, bölgenin ezeli bir Türk yurdu olduğuna ilişkin deliller sunulmuş. Örneğin, Kaşgar’da on bin yıllık geçmişi olan Cırgal kalıntısı, Doğu Türkistan’daki yerleşimin en az on bin yıl öncesine gittiğini, bölgenin Asya kıtasında insanlık faaliyetlerinin başladığı en eski yerlerden biri olduğunu göstermesi bakımından önem arz ediyor. Sultanbay kalıntısı, Koruktala, Aktala, Önkürlük ve Dövilik kalıntıları, Şambaba kurganı gibi tespit edilen başka arkeolojik kalıntılar da savunulan tezleri kuvvetlendiriyor.

Doğu Türkistan’daki ilk yerleşim yeri, dünyada ilk pamuk ziraatının yapıldığı yer, dünya tarihinde ormancılıkla ilgili ilk kanunun yazıldığı yer, Türklerin ölülerini yakma geleneği, Çinli prenseslerin Türk kağanlarına eş olarak gönderilmesinin siyasi sebepleri, Moğollara yazıyı öğreten millet, Orhun Uygur Hanlığı’nın devamı olduğu halde pek bilinmeyen hanlık, Çin hanedanlarının tarih yazımında görev üstlenen Uygurlu tarihçiler, örme saç bırakma âdeti, bakır kazanlar, bölgedeki yemek kültürü kitaptaki belli başlı ilgi çekici konular arasında gösterilebilir.

Yazar Ahmet Süleyman Kutluk, pek de aşina olduğumuz bir isim değil. Sincan Üniversitesi Tarih Fakültesi mezunu ve akademisyen bir Uygur Türkü. Hakkında güncel bilgilere ulaşma imkânımız Uygur Türklerinin içinden geçtiği malum nedenlerden ötürü çok sınırlı, hatta yaşayıp yaşamadığına dair net bir bilgimiz dahi yok maalesef.

Akademik geleneğe uygun şekilde eserde, kaynak olarak bu bölgenin tarihi üzerine çalışmış farklı milletlerden çok sayıda yazarın eserlerine atıflar yapılmış. Çağdaş Uygur Türkçesiyle yazılmış olsa da eseri yayıma hazırlayan Abdullah Cinkara, metni başarıyla Türkiye Türkçesine aktarmış. Böylesi nitelikli bir kaynak eseri ülkemize kazandırması takdire şayan.

Faydalı bir okuma olması dileğiyle!
Yanıtla
6
0
Destekliyorum 
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
23 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Uzun Öyküleri İle Çarpıcı Ve Etkileyici Bir Sınıfa Yükseliyor...
Cehennem atlası, iki uzun ve dört kısa öyküsüyle bize geçmiş ve modern zamanlardan ürkütücü öyküler sunuyor. Farklı zamanlarda geçen öyküler kimi zaman korsanlar çağının ahşap gemilerine kimi zaman da modern şehirdeki bir bara götürüyor bizi. Öykülerin tümü cehennemin veya öteki dünyaların değişik varlıklarının insanlarla temas ettiği olayları konu alıyor. Bir öyküdeki tasviri başka bir öyküdeki varlıkta görüyor ve her biri kendi zamanına ve kurgusuna sahip öykülerin arka planında tüm insanları ve zamanları etkileyen bir cehennem dünyası olduğu fikrine kapılıyoruz. Her an için tanışabilecekleri korkunç bir dünyanın varlığından bir haber dehşetin kıyısında yaşayan insanlarla bu dehşetin peşine düşen insanları bir arada görüyoruz. Öyküler arasında ortak temalar ve ilişkiler görülebilse de biçimleri, hepsinin genel ve planlı bir kurgunun parçası değil aynı ya da benzer malzemelerle inşa edilmiş birbirinden bağımsız fantazyalar oldukları izlenimini uyandırıyor.

İlk öykü olan cehennem atlası, ikinci el kitaplar satan bir kitapevi sahibi ile ondan çok özel bir eseri bulmasını isteyen bir suç örgütünü ele alıyor. Kitabı aramak onları daha önce tanışmadıkları dehşetlerle tanıştıracaktır. Şiirsel bir anlatıma ve muğlak ifadelere sahip ikinci öykü olan efsuncu, bir kızın ölen babasının atölyesinde bulunan garip varlıkla diyaloğu ve sonrasında gelişen tuhaf olayları ele almış. Sonraki öykü olan kafakovuk, yaşamının sonuna gelmiş bir hortlak, korkunç yardımcıları, evindeki panayırda ne olacağından habersiz eğlenmeye gelmiş çocuklar ve yıllar sonra bu çocuklardan birinin kendisini ziyarete gelişini konu alıyor. Panayırın ardındaki dehşet, hortlağın yaşamının anlamına dair düşüncelerinin arka planını oluşturmuş. Dördüncü kısa öykü olan gırtlak, hayattaki tek varlığı olan köpeğini kaybeden yaşlı bir adamın şehrin bir bölümünü istila eden tuhaf cehennem yaratıklarının arasındaki arayışını ve ona rehberlik eden genç kızı konu alıyor. İki uzun öyküden ilki olan görünür pislik, barda çalışan bir adamın müşteriler tarafından düşürülen bir cep telefonuna gelen korkunç mesajların ardındaki dehşetle yüzleşmesini konu alıyor. Adamın hayatı üzerine düşünceleri ve rutin yaşamı gelen mesajlar ile farklı bir boyut kazanarak içsel bir arayışla birleşecektir. Son öykü olan kasap masası ise şeytana tapan gizli cemiyetlerden birinin çaylak üyesinin, başka cemiyetler, korsanlar ve cehennem yaratıkları ile yaşadığı dehşet dolu yolculuğu anlatıyor. Kitabın bu son öyküsü aynı zamanda etkileyici bir final niteliğinde.

Kısa öyküler içinde anlatımı bakımından daha düşük tempolu ve düşük heyecanlı görülen efsuncu, kitabın akıcılığından biraz ayrıksı durmakta. Bir dedektif dizisi tadındaki cehennem atlası, Poe öykülerini hatırlatan hortlak diyaloğu ve tuhaf atmosferi ile kafakovuk, insan bedenlerinden müzik aletleri ya da tuhaf heykeller yapan yarı bilinçli yaratıkların gölgesindeki arayışı konu alan gırtlak, yaratıcı ve keyifli okumalar sunuyor. Öte yandan kitabın iki uzun öyküsü ve özellikle kasap masası, bu kısa öyküler tamamen çıkartılsa bile kitabı ilgi çekici yapmaya yetecek nitelikte. Görünür pislik, modern dünyada geçen modern bir korku öyküsü görünümündeyken; kasap masası, klasik korku öykülerinin bilinmeyen diyarlara yapılan yolculuk teması üzerine kurulmuş lovercraft’ı anımsatan klasik arkaplanlı modern bir öykü. Garip varlıkların tasviri açısından kitap boyunca çeşitli seviyelerde gördüğümüz yaratıcılık özellikle son öyküde zirveye ulaşmış. Son iki öykü aynı varlıkların farklı öykülerde ortaya çıkması bakımından da birbiri ile ilişkili. Yine ilk öykü olan cehennem atlası bize son öyküde de yoldaşlık ediyor.

Kısa öyküleri başarılı olarak nitelendirilebilecek kitap uzun öyküleri ile çarpıcı ve etkileyici bir sınıfa yükseliyor. Yalnızca son öyküsü için bile okunabilecek bir eser. Keyifli okumalar.
Yanıtla
2
0
Destekliyorum 
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
22 Ocak 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
İyi Bir Öykücünün Ayak Sesleri
Üç bölümden oluşan kitapta Sabahattin Ali'nin güçlü bir yazara nasıl dönüşeceğinin ayak seslerini duyuyoruz. 1927-1930 yıllarında yazdığı yani 20-23 yaşları arasında kaleme aldığı bu öykülerde güçlü bir gözlem yeteneğini görebiliyoruz. İlk bölümdeki öykülerde aşk daha ön plana çıkarken ikinci bölümde toplumsal taraf üçüncü bölümdeyse daha çok yeni kurulan cumhuriyetin emekleme dönemini memurlar üzerinden görüyoruz. Özellikle 1930 yılında yazdığı toplumsal tarafı kuvvetli öykülerinin oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim. İlk bölümdeki öykülerindeyse Doğu masallarının, hikâye içinde hikâye anlatımının daha çok kullanıldığına tanık oluyoruz. Dönemin anlatım üslubuna uygun olarak yazar sesinin baskın olduğu bir üçüncü şahıs anlatıcı kullanımı da tüm öykülerde bulunmaktadır. Özellikle "Bir Orman Hikâyesi" adlı öykü bana göre kitabın en iyi metnidir. Ormanı korumak isteyen köylülerin şirkete ve hükümet yetkililerine karşı mücadelesini oldukça başarılı bir şekilde anlatmış Sabahattin Ali. Onun öykücülüğünün ayak seslerini özellikle bu metinde çok daha iyi görüyoruz. Sonuç olarak Sabahattin Ali gibi bir yazarın başlangıçta neler yaptığını görmek için güzel bir kitap "Değirmen".
Yanıtla
4
0
Destekliyorum 
Bildir