“İnanç/akide, aksiyoner/dinamik/süreklidir” üzerine yazılmış aynı zamanda bu yolda yürüyen insanlara hız kazandıran bir eserle karşı karşıyasınız. Niçin inanç üzerine bu kadar duruluyor sorusuna cevap arıyorsanız tam da yerine geldiniz. Hayırlı okumalar dileğiyle. Alıntılar şöyle:
Medine döneminde nazil olan surelerde henüz inanmamış olanlara değil, müminlere meteveccih akide ile ilgili sözlerin tekrar edilmesinden anlıyoruz ki akide, dersi verilip başka konuya geçilen herhangi bir ders gibi değildir. Bilakis akide sürekli verilen bir derstir.(s.22)
Kutub’un şu tesbitleri büyük ehemmiyet taşıyor: “Tarihin başlangıcından sonuna kadar insanlığın problemi, Allah’ın varlığını bilmemek ve herhangi bir şekilde ona ibadet etmemek olmamıştır. Aksine, insanların en büyük meselesi; Allah’ı hakkıyla bilmemek ve bu yüzden de O’na yaraşır şekilde ibadet etmemek olmuştur. Beşer fıtratı, kendiliğinden, indirilmiş bir kitap ve peygamber olmadan da Allah’a yönelir. Allah, insanı fıtratına Yaratıcıya yöneliş duygusunu bizim bilmediğimiz bir metotla lutfetmiştir. ” (s.25)
Osmanlının son zamanlarında bir Paşa, fizik ve kimyaya merak salmış ve mütevazı bir laboratuar kurmuş. Bir gün hizmetçisi burayı temizlerken şaşırmış. Cam çubuklar, kavanozlar, fanuslar, garip maddelerle dolu.
“Paşam” demiş, “Nedir bunlar?”
“Sen bilir misin” demiş paşa, “Ateş nasıl yanar, su nasıl akar?”
Hizmetçi cevap vermiş:
“Bunu bilmeyecek ne var paşam. Su ahar, ateş yahar.”
Donup kalan paşa, böyle bir mantığa bir şey anlatamayacağını düşünmüş ve üstelememiş. (s.41)
Şu husus, her zaman göz önünde tutulmalıdır ki, fertleri, cemiyetleri, milletleri kurtaracak ‘sihirli formüller’ yoktur. Büyük başarıların, faydalı reçetelerin temelinde yatan sır; sabır ve çileyle yoğrulmuş ‘uzun bir eğitim’dir.
Kendini düzeltemeyenler, cemiyeti düzeltemezler. Aleme nizamat vermenin yolu, ‘küçük alem’i ıslah etmekten geçiyor. (s.79)
Mesuliyet ve vazifenin takat getirilmesi güç ağırlığı, sadece nebilere ve velilere has değildir. Kur’an’dan aynı dersi alanlar, sıradan bir mümin gibi gözükseler bile, kabiliyetleri miktarınca mesuliyetin ağırlığını hissederler.
Asrı Bedîi, “Ümmet-i Muhammedi(asm) sahil-i selamete çıkaran sefine-i Rabbaniyede hademeleriz” demiyor mu?
Geminin mürettebatı uyumaz, uyumamalıdır. Herkesin rahat etmesi için, daima uyanık olmalıdır. (s.84)
Allah'ın veli kullarından Bünyamin Ayaşî Hazretleri, bazı zındıkların ihbar ve isnadları sonunda Kütahya kalesine hapsedilir. Bu arada, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman, stratejik bir önemi olan Rodos Adasını almak ister. Adanın kuşatması tam 7 ay sürer, ama bir türlü fetih müyesser olmaz. Padişahın yakınlarından birisi, “Padişahım, şu anda Kütahya Kalesinde Allah’ın veli kulu Bünyamin Ayaşî mahkumdur. Mazlum, masum olan bu zat hapishaneden çıkmadıkça biz Rodos’u alamayız. Çünkü sebep bu görünüyor” der. Hemen ferman yazılır ve Bünyamin Ayaşî serbest bırakılır. Bir gün sonra 1522 Aralık’ta Rodos fethedilir. (s.97; İA, 6/491)
“Huzur-u daimî”yi kazandıracak seviyede ve anlayarak okunacaktır. Eğer her an ve her zaman Allah’ın huzurunda olduğumuzu, O’nun bizi her an ve her zaman görüp gözettiğini bir şuur hali olarak hissedemiyorsak, istifademiz az demektir.
Açıkçası, derdi e devayı bilmek yetmemektedir. Onu nasıl ve kadar kullanacağımız da bilmek gerekir. Bir hastanın iyileşmesi için, hastalığı teşhis ve ilacı tesbitle birlikte ‘dozaj’ da çok önemlidir.
Demek burada iki mühim nokta var. Birincisi okumakta yoğunluk, ikincisi derinlemesine anlayarak okumak. Yoksa umumî bir göz gezdirme, sathî bit okuyuş, derdimize derman olamaz. Üstünkörü okumak, işin sadece sloganını yapmak ve âdeta ilacı içmek yerine, kapağını açmadan şişesini yalamak gibidir. (s.102)
İhlasla başarı çok yakından ilgilidir. Çünkü “İhlasla kim ne isterse Allah verir.” Başarılı etmek veya etmemek Allah’ın elindedir, ancak “Muvaffakiyet, niyet-i hâlisanın refikidir.” Yani, başarı ile halis niyet arkadaştır; Allah ihlaslı kimseleri umumiyetle muvaffak kılar. (s.106)
İnsanları bedbin edeni şevkini kıran, kendi içindeki ‘büyük gücü’ görememesidir. Her insan, gizli bir deha taşır. Ama, ya kabiliyetlerini inkişaf ettirecek bir ortam bulamamıştır ya kendisi, içindeki gücü, kuvveden fiile çıkaracak gayreti göstermemiştir ya da çevresi onu motive etmemiş, hep eleştirip korkutmuştur. Oysa Rabbimizin buyurduğu gibi “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 53/39) Edison, “Başarının yüzde biri zeka, yüzde doksan dokuzu terdir” der. (s.114)
“İhlas, şerde de olsa netice verir” sözü de, maksada ulaşmak için gerekli olan çalışmanın ehemmiyetini belirtir. “İhlasla kim ne isterse, Cenab-ı hak verir” manasındaki, “Men talebe ve cedde vecede/talep eden, talep ettiğini bulur” sözü de, mevzumuzu anlatan şaheser bir vecizedir. (s.116)
“İnsanların kalbini elde edin, aklı peşinden gelir” sözü bu noktada büyük ehemmiyet kazanıyor. (s.121)
Öyle sahabiler vardır ki mesela Bedir Gazasına katılamadığı için çok üzülmüş, çok yanmıştır. Üstelik geçerli mazereti olduğu halde âh etmişlerdir. Henüz Müslüman olmayanlar ise, yıllar sonra daha önce Müslüman olmadıklarına üzülmüşlerdir. Ama, o savaş gelip geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. Bunun acısını çıkarmak için, sonraki bütün cihatlara katılmışlar, olağanüstü fedakarlıklar göstermişlerdir. Ama, İslam’ın o ilk gazasına, o var olma-yok olma savaşına hiçbir cihat erişememiştir. Çünkü, Bedir Gazası öyle bir savaştı ki, biz bütün ömrümüzü Allah yolunda geçirsek, oradaki sahabinin sadece o cihattan kazandığı sevaba ulaşamayız.
‘Fırsatlar depo edilmez’ sözü ne kadar yerinde ve gerçekçidir. Her birimiz kendi hayatımızı bir sinema şeridi gibi gözümüzün önünden geçirsek, nice fırsatları kaçırdığımızı görebiliriz. Ama zamanı geriye döndürmek imkansız, o fırsatları yakalamak mümkün değildir artık. Yapılması gereken, ele geçen fırsatı, en verimli bir şekilde değerlendirmektir. (s.123)
Unutma! Problemler küçük insanların şevkini kırar, büyük insanların azmini artırır. (s.139)