Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu Hakkındaki Yorumlar

kyzylsungur 25.06.2006
Öncelikle bu kitabın şu ana kadar okuduğum en iyi Türkbilim kitaplarından biri olduğunu söylemeliyim. Çünkü daha önce okuduğum kitapların hiçbirinde yaklaşık dört yüz örnek resimli ve dizinli bir kitapla karşılaşmamıştım. Ama şunu da belirtmeliyim ki bu kitapta harita eksikliği hemen göze çarpıyor. Kitabı okurken bir tarih atlası ve fizikî atlas ile bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Kitabın dili de oldukça basit. Yalnız ikonografi ve rekontitüsyon gibi kelimelerin anlamlarını kitabı okumadan önce öğrenmelisiniz. İkonografi simgebilim demek; rekontitüsyonu ise kitabın arkasındaki resimlere göz atarak çok rahat anlayabilirsiniz. Ayrıca proto-Türklerin milattan önceki yıllarda yaşayan erken-Türkler ve Chou’ların da proto-Türk olduklarını bilmenizde büyük yarar var.
Bunların dışında şimdi kitaptan öğrendiğim konuların birkaçına göz atalım:

KEREKÜ:
“Savaş zamanında göçebe Türk boyların ordu kalesinin çevresine sığınabilmesi için balık denen ikinci bir sur yapılıyordu. Göçebe boylar, kerekü denilen ve gök dininin kâinat tasavvurunun simgesi de olan silindir ve kubbeli çadırlarını balık duvarlarının içine kuruyorlardı.” (sy.16)
ORDU:
Tanımlar: “Ordu, hükümdar makamı demekti. Duruma göre ‘saray’ veya ‘ordugâh’ anlamına gelebilirdi.” (sy.25) “Melik kasabasıdır, yani imamet (devlet idaresi) beldesi.” (sy.34) “Melikin müstahkem kalesi ve şehri… devletin yönetildiği şehir.” (sy.85)
BALIK
“İslamdan önceki dönemlerde, kale ve şehir balık olarak adlandırılırdı.” (sy.85)
ORDU-BALIK:
Kale ordu denen bir sur ile kaplıydı. Bu suru ise balık denen ikinci bir sur çevreliyordu. Bu kale sistemine ordu-balık denir. Ordu-balık sadece Türklerde bulunan bir kale sitilidir.
TÜRK CAMİLERİNİN MİMARİ TARİHİ:
“Çok sayıda küçük kubbe içeren Osmanlı camilerinin merkezcil yerleşim düzeni ve piramit biçimli kütlesi, en azından form olarak, bir Uygur resminde tasvir edilen gök tapınağından yola çıkılarak oluşturulmuş ve 8.-10. yüzyıllarda Kökşibagan’da cami mimarisine uygulanmış gibi görünmektedir. Aya Sofya örneğinin önemli teknik özellikler ortaya koyduğuna hiç şüphe yoktur. Ancak çok kubbeli Osmanlı camilerinde estetik özellik olarak, her biri yüksek bir ayak üzerinde duran dört kubbeli Bizans kilisesinin çoğul görüntüsüne değil, Kökşibagan’da erişilen ahenge öykünme vardır. Gerçekten de merkezcil haçvari eksenli plân, Osmanlı dervişlerinin felekleri, belki de vahdet-i vücud anlayışla evrensel ahengin grafik simgesi haline gelmiş ve derviş taçlarının üst kısmında resmedilmiştir.” (sy.114)
“8. yüzyılda, İslamın zaferinin ardından bu Türk meliki kentini(Buhara) terk etti, kent sakinleri İslam dinine geçti ve bir mescit inşa ettiler. 8. ya da 11. yüzyıla tarihlendirilen bu mescit, hem Uygur kozmogrofik resim sanatına hem de piramit biçiminde düzenlenmiş dokuz kubbeli Oğuz hükümdar ikametgâhına benzemesi nedeniyle, inşasında daha eski gök tapınaklarından esinlenilmiş olabilir. Ne var ki, Müslümanlıkta cemaatle birlikte yapılan ibadette geniş bir alana ihtiyaç duyulması yüzünden hücreler arasındaki duvarlar kaldırıldı ve sütunlar kubbelerin ağırlığını taşıyacak biçimde yapıldı. Böylece piramit düzenindeki çok kubbeli Türk kapalı mescitlerinin ilk örneği geliştirilmiş gibi görünüyor.” (sy.122)
ONGUNLAR
Kotuz: “İlk Türklerin yaşadığı İç Asya dünyası, boğayı, bilhassa doğuda yüksek zirvelerde yaşayan tüylü cinsi kotuz’u, bir kuvvet simgesi olarak görmekte ve bu simgeye çeşitli anlamlar atfetmekteydi.” (sy.178) “Her avcının vurduğu hayvan, onun ongunu sayılıyordu ve bayrağına resmediliyordu. Böylece vurulan ve eti yenen hayvanın ruhuna hulûl etmiş kabul ediliyordu. Hükümdarın ongunu ve ruhunun makamı ise kotuz (yak diye de bilinir) kuyruğundan tuğdu.” (sy.203)
Sıguk Geyik: “R. Arat da, Kutadgu Bilig’işn 5111. beytindeki sıgun’a “dağ keçisi” demiştir. G. Clauson ise sıgun kelimesini “maral geyiği” olarak tercüme etmiş ve Arapçasını el-ayyil olarak göstermiş. Araştırmamızın neticesinde, Türk metinlerinde sıgun’a verilen önem sonucunda, sıgun’un asıl hükümdar ongunu olduğu kanaatine varacağımızı şimdiden belirtelim. Yine de Türk metinlerinde genel anlamda kullanılan sıgun geyik tabirini tercih edeceğiz. Böylece geyik ve dağ keçisi cinslerini bir arada anmak istemekteyiz.” (sy.194) “Dağ tekesi ve geyik motifleri, milattan önceki binyılda, Avrasya’da yaşayan bütün göçebe boyların başlıca ongunlarındandı.” (sy.192) “…sıgun geyik cinsi, Türklerde ölümsüzlüğün simgesiydi.” (sy.218)
Kıyand ve Sungur: “Chou devrinde, av merasimde vurulan hayvanın onu vuranın ongunu olması geleneğini, Oğuz Kağan Destanı da hatırlatır. Oğuz Kağan, her biri hükümdarlık ongunu olan iki hayvan vurmuştu; bunlar su aygırı cinsinden bir kıyand ile sungurdu.” (sy.210)
BENGÜ-TAŞ:
“Bengü-taş, geyik tasvirli dikilitaş, alplere mahsus bir “ölümsüzlük kayasıydı” ve ruhlarının sonsuz bir dönüşüm döngüsü içinde göğe yükselişini vurgulamaktaydı.” (sy.245-246)

Bu yoruma katılıyor musunuz?
Evet (16)
Hayır (0)
Bu Yorumu Yanıtla