Toplam yorum: 3.082.320
Bu ayki yorum: 2.000

E-Dergi

kyzylsungur Tarafından Yapılan Yorumlar

13.07.2006

Umduğumu bulamadığım bir kitap. Kutsal bitkileri ve hayvanları tek tek ele almasını beklediğim Jean-Paul Roux, beni hayal kırıklığına uğrattı.Örneğin ağacı, boğayı, kotuzu, kartalı, şahini, sunguru, kurdu... tek tek ele alabilir ve bunların Türk tarihindeki önemini ayrıntılı bir biçimde anlatabilirdi.
Bu olumsuz eleştirilere rağaen tüm Türk araştırmacıların okuması gereken bir kitap. İçinde çok sayıda önemli bilgi bulunuyor. Kitabın sonundaki sözlükçe ise gerçekten takdire değer.
Uzun ve yorucu bir çalışmanın ürünü olan bu kitabı yine uzun ve yorucu bir okuma sonucunda bitirebilirsiniz.
13.07.2006

“Kut kelimesinin, Moğolcada mutluluk ve büyük mutluluk anlamına geliyorsa da, Türkçede ruh anlamına geldiğini belirtmektedir.” (sy.35)

“Aksine bir kanıt bulunmadığı sürece tarihsel çağdaki Altay toplumlarının cenaze töreni geleneklerinin, Orta Asya’nın tarih öncesi (Paleo-Asya, Altay veya Hint-Avrupa) geleneklerinin bir devamı olduğunu söyleyebiliriz.” (sy.219)

“Sonuç olarak, Altaylıların cenaze törenleri için kullandıkları değişik yöntemleri aşağıdaki şemayla özetlemek mümkündür.

1.Ağaçlar üzerinde sergilenen ceset

2.Hayvanlara terk edilen ceset

3.Yakılan ceset

4.Mumyalama uygulanan ceset

5.Gömülen ceset

Bu beş durumda 2. ve 3. sıradaki işlemlerden sonra, hemen hemen her zaman bir gömme işlemi gerçekleştirilmektedir.” (sy.236-237)

“Çok sayıdaki metinden ölünün çadıra yerleştirildiğini öğrenmekteyiz. Kuşkusuz söz konusu olan çadır, ölenin hayattayken sahip olduğu çadır değildir. Bu çadır, genellikle cenaze törenleri için kullanılan ya da bu vesileyle kurulan özel bir yer, bir cenaze yeridir.” (sy.239-240)

“Türklerin eski tarihlerden beri kefen kullandıkları kanıtlanmıştır.” (sy.241)

“Genel olarak ölünün etlerle ve içeceklerle birlikte gömüldüğünü öne sürebilecek yeterli bilgimiz vardır.” (sy.288)

“Özetle, öteki dünyada ihtiyacı olan her türlü nesneyi gömmekteler.” (sy.293)


Görüldüğü kitapta bunlar gibi çok önemli bilgiler bulunmakta.
Kitabı 4-5 saatte herkes bitirebilir. Kısa ve özlü.
Tüm Türk araştırmacılarına tavsiye ederim.
Dilinin ağır ve karmaşık olduğuna da inanmıyorum. Çünkü bu konuda bilgisi olmayan kişiler bu ve bunun gibi kitapları hiç okumamalılar ve okumamalıydılar.
28.06.2006

Kitap gerçekten etkileyici. Çünkü yazarın amacı bu alanda öncü olarak bizim Orta Asya’daki eski dinimizi tüm dünyaya tarafsız bir şekilde tanıtmak. Bunu gayet başarılı bir şekilde gerçekleştiriyor.
Yazar kitabının sonunda kendini eski Türk dinine adadığını açıkca belirtiyor. Kendini bu dinin içinde görüyor; çünkü kitabı okuduktan sonra göreceğiniz gibi Şamanizm, belki de bazı evrensel dinlerden bile daha üstün bir din. Bunun sebebi Şamanizmin insancıllığı ve doğaya verdiği büyük önem.
Kitabı eski dinimizi merak eden herkese tavsiye ediyorum. Çünkü bu kitapta öğrenebileceğiniz çok şey var. Benim en çok merak ettiğim konu şamanlar ve yaşamlarıydı. Yazar Jean-Paul Roux 2000 kaynaktan öğrendiği bilgileri doğruluk süzgecinden geçirerek bize bu din hakkında eşsiz bilgiler veriyor. Bunun dışında Türkler ile ilgili çok önemli bilgiler de var. Örneğin gök, gökgürültüsü, yıldız, yeryüzü, su ve kayalar gibi birçok kavramın Türklükteki yeri ve önemi.
Kitapta haritaların olmayışı bir eksiklik değil; çünkü harita gerektirecek çok fazla durum yok. Bunun dışında dizin yetersiz. Aradığım bazı kelimeleri gözden geçirmek için dizine başvurdum ama nafile.
Sonuç olarak kitabı benim gibi eski yaşamımıza meraklı insanların kitaplıklarının başköşesine koymalarını öğütlüyorum. Alanında öncü bir kitap.
“Şaman, Anglosakson terminolojisinde anlatılmak istendiği gibi hekim-büyücü olmadığı gibi, şüphesiz tek şifa verici kişi de değildir. Kelimenin günlük anlamında bir büyücü değildir ve bu kelimeyle tanımlanması Şamanizme hiçbir zaman sahip olmadığı bir nitelik vermek pahasına onu bulunmaması gereken bir yere oturtmuştur…” (sy.63)
“Zaten Şaman, tamamen hayata dönük ve olumlu eylemler gerçekleştirmek isteyen kişiliğiyle hiçbir zaman kara büyüye alet olmaz ve hiçbir zaman kötülük yapmaz; sahip olduğu yetkilerini kendi kişisel hizmetinde ve kendi savunması amacıyla bile kullanmaz. Kabile reisi veya hükümdarlarla anlaşmazlığa düştüğünde kendi etkisinden yararlanabilir, ancak hiçbir şekilde görünmez gücüne başvurmaz; ona karşı koyacak herhangi bir gücü yokmuşcasına ve hayatını kaybetmek pahasına maddi gücün kendisini yenmesine seyirci kalır.” (sy.63)
“Şaman, gücünün kökeni ister kalıtım ister görünmeyenin armağanı olan bir yetenek veya uzun bir acemilik dönemi ya da ‘yetki sağlama isteği’ olsun, amacına, genellikle inzivada veya diğer büyük ustaların yanında gerçekleştirilen sabırlı bir yetişme dönemi geçirmeden ulaşmayı umamaz. Ne olursa olsun, güçten düşürücü şekilde gerçekleşen ve sonuçta kendisini bitkin halde yere düşürecek olan bir deneyim için bütün olanaklarını toplamaya çalışmalıdır. Evrenin yollarını katetmeye çağrılan şaman, yolunu kaybetmemek için bu yolları mümkün olan en iyi şekilde tanımalıdır; kendisini izleyen varlıklarla devamlı olarak karşı karşıya gelme olasılığı nedeniyle onların geleneklerini, dillerini ve âdetlerini öğrenmiş olması gerekir; belirli hedeflere yönelmesi nedeniyle bu hedeflere nasıl varacağını bilmelidir. Gerek geçtiği yollarda, gerek karşılaştığı varlıklarla elde etmek istediği sonuçlara erişebilmesi için şamanın kendisine yararlı olacak araçları tanımaya ihtiyacı vardır. Bunlar, yeryüzünün herhangi bir seyyahı için söz konusu olduğu gibi, gerçekleştirilecek işe, öngörülen zorluklara ve her kişinin kendine özgü olanaklarına bağlı olarak son derece çeşitli olabilirler.” (sy.64)
“Belki de bir tür kutsal kabul işlemi veya bu aşamaya erişmeyi kutlayan herhangi bir tören sonucunda, gereği gibi hazırlanan ve gerekli aletleri kuşanan şaman, müzik eşliğinde kendi etrafında dönerek çıkardığı hayvan seslerinden, uçma taklitlerinden, hayvan gibi zıplama veya sürünmelerinden, kendi varlığının bilincini unutacak kadar sarhoş hale gelebilecektir. Bu durumda, deneyimini, öte dünyaya yolculuğunu, zorlu yükselişini veya tehlikeli düşüşünü, hayvan biçimli ruhlarla olan savaşlarını, bitkin olarak kuvvetten düşünceye kadar mimiklerle canlandıracaktır.” (sy.65)
“Burada esas olarak amaç, tinlerin bildikleri sırlar hakkında sorguya çekmek, yani gelecek hakkında bilgi edinmek; hatta kişilerin ruhunu, görünmez veya serseri yaratıklar tarafından çalınan ve onlar tarafından kaçırılmakla tehdit edilen ruhları aramak, yani büyü aracılığıyla tedavi etmektir.” (sy.65)
“İbn Sina görünüşe göre Türkmenlerin, yani göçebe Türklerin bir kabilesinde gerçekleşen bir şaman seansına katılmıştır: ‘Bir kehanet elde edebilmek için başvurulduğunda kâhin her yönde koşmaya koyuluyor ve bayılıncaya dek nefes nefese kalıyor. Bu durumdayken hayalinin kendisine gösterdiği şeyleri dile getiriyor ve orada hazır bulunanlar, gereğini yapmak için sözlerini dikkatle dinliyorlar.’ Yine aynı 11. yy’da Kaşgarlı kam kelimesini dört kez kullanıyor. Bunu ‘kâhin’ şeklinde çeviriyor ve niteliğini üç örnekle açıklıyor: ‘Şamanlar anlaşılmayan çok sayıda kelime söylediler.’ ‘Şaman büyü yaptı.’ ‘Şaman bir kehanette bulundu.’” (sy.70-71)
“Ayna, şamana ait o denli önemli bir alettir ki günümüzde ayna olması durumunda giysisiz, hatta davulsuz bile Şamanlık yapabilir. … Kâse ve kupanın da yüksek bir değeri vardır ve ayna gibi bunlar da İskitler döneminden beri tılsımlı nesnelerdir.” (sy.71)
“Daha önce belirlediğimiz gibi hayvan türlerinin yitirilmesi kaygısı, yani doğaya saygı, çevreyi koruma, ihtiyaçtan fazlasını tüketmeme veya şaman dininde hâkim-sahipleri incitmeme endişesi, oldukça iyi bilinen birçok töre ve geleneğin kaynağını oluşturur. En iyi şekilde Moğol çağında saptadığımız bu gelenekler, herhalde o çağdan çok önce ortaya çıkmışlardı; ama bunlar ancak Cengiz Han döneminde yasak altında yasalaştırılmışlardır.” (sy.231)
“Her şeyin ateşle arındırıldığına inanıyorlar. Dolayısıyla elçilerin veya prenslerin veya diğer herhangi bir yabancı kişinin gelmesi halinde, bu kişilerin ve getirdikleri hediyelerin tehlikeli olması, büyü yapmaları veya zehir getirmeleri veya herhangi kötülük yapmaları olasılığına karşı arınmalarını sağlamak için ateş arasından geçmeleri gerekmektedir.” (sy.233)

25.06.2006

Öncelikle bu kitabın şu ana kadar okuduğum en iyi Türkbilim kitaplarından biri olduğunu söylemeliyim. Çünkü daha önce okuduğum kitapların hiçbirinde yaklaşık dört yüz örnek resimli ve dizinli bir kitapla karşılaşmamıştım. Ama şunu da belirtmeliyim ki bu kitapta harita eksikliği hemen göze çarpıyor. Kitabı okurken bir tarih atlası ve fizikî atlas ile bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Kitabın dili de oldukça basit. Yalnız ikonografi ve rekontitüsyon gibi kelimelerin anlamlarını kitabı okumadan önce öğrenmelisiniz. İkonografi simgebilim demek; rekontitüsyonu ise kitabın arkasındaki resimlere göz atarak çok rahat anlayabilirsiniz. Ayrıca proto-Türklerin milattan önceki yıllarda yaşayan erken-Türkler ve Chou’ların da proto-Türk olduklarını bilmenizde büyük yarar var.
Bunların dışında şimdi kitaptan öğrendiğim konuların birkaçına göz atalım:

KEREKÜ:
“Savaş zamanında göçebe Türk boyların ordu kalesinin çevresine sığınabilmesi için balık denen ikinci bir sur yapılıyordu. Göçebe boylar, kerekü denilen ve gök dininin kâinat tasavvurunun simgesi de olan silindir ve kubbeli çadırlarını balık duvarlarının içine kuruyorlardı.” (sy.16)
ORDU:
Tanımlar: “Ordu, hükümdar makamı demekti. Duruma göre ‘saray’ veya ‘ordugâh’ anlamına gelebilirdi.” (sy.25) “Melik kasabasıdır, yani imamet (devlet idaresi) beldesi.” (sy.34) “Melikin müstahkem kalesi ve şehri… devletin yönetildiği şehir.” (sy.85)
BALIK
“İslamdan önceki dönemlerde, kale ve şehir balık olarak adlandırılırdı.” (sy.85)
ORDU-BALIK:
Kale ordu denen bir sur ile kaplıydı. Bu suru ise balık denen ikinci bir sur çevreliyordu. Bu kale sistemine ordu-balık denir. Ordu-balık sadece Türklerde bulunan bir kale sitilidir.
TÜRK CAMİLERİNİN MİMARİ TARİHİ:
“Çok sayıda küçük kubbe içeren Osmanlı camilerinin merkezcil yerleşim düzeni ve piramit biçimli kütlesi, en azından form olarak, bir Uygur resminde tasvir edilen gök tapınağından yola çıkılarak oluşturulmuş ve 8.-10. yüzyıllarda Kökşibagan’da cami mimarisine uygulanmış gibi görünmektedir. Aya Sofya örneğinin önemli teknik özellikler ortaya koyduğuna hiç şüphe yoktur. Ancak çok kubbeli Osmanlı camilerinde estetik özellik olarak, her biri yüksek bir ayak üzerinde duran dört kubbeli Bizans kilisesinin çoğul görüntüsüne değil, Kökşibagan’da erişilen ahenge öykünme vardır. Gerçekten de merkezcil haçvari eksenli plân, Osmanlı dervişlerinin felekleri, belki de vahdet-i vücud anlayışla evrensel ahengin grafik simgesi haline gelmiş ve derviş taçlarının üst kısmında resmedilmiştir.” (sy.114)
“8. yüzyılda, İslamın zaferinin ardından bu Türk meliki kentini(Buhara) terk etti, kent sakinleri İslam dinine geçti ve bir mescit inşa ettiler. 8. ya da 11. yüzyıla tarihlendirilen bu mescit, hem Uygur kozmogrofik resim sanatına hem de piramit biçiminde düzenlenmiş dokuz kubbeli Oğuz hükümdar ikametgâhına benzemesi nedeniyle, inşasında daha eski gök tapınaklarından esinlenilmiş olabilir. Ne var ki, Müslümanlıkta cemaatle birlikte yapılan ibadette geniş bir alana ihtiyaç duyulması yüzünden hücreler arasındaki duvarlar kaldırıldı ve sütunlar kubbelerin ağırlığını taşıyacak biçimde yapıldı. Böylece piramit düzenindeki çok kubbeli Türk kapalı mescitlerinin ilk örneği geliştirilmiş gibi görünüyor.” (sy.122)
ONGUNLAR
Kotuz: “İlk Türklerin yaşadığı İç Asya dünyası, boğayı, bilhassa doğuda yüksek zirvelerde yaşayan tüylü cinsi kotuz’u, bir kuvvet simgesi olarak görmekte ve bu simgeye çeşitli anlamlar atfetmekteydi.” (sy.178) “Her avcının vurduğu hayvan, onun ongunu sayılıyordu ve bayrağına resmediliyordu. Böylece vurulan ve eti yenen hayvanın ruhuna hulûl etmiş kabul ediliyordu. Hükümdarın ongunu ve ruhunun makamı ise kotuz (yak diye de bilinir) kuyruğundan tuğdu.” (sy.203)
Sıguk Geyik: “R. Arat da, Kutadgu Bilig’işn 5111. beytindeki sıgun’a “dağ keçisi” demiştir. G. Clauson ise sıgun kelimesini “maral geyiği” olarak tercüme etmiş ve Arapçasını el-ayyil olarak göstermiş. Araştırmamızın neticesinde, Türk metinlerinde sıgun’a verilen önem sonucunda, sıgun’un asıl hükümdar ongunu olduğu kanaatine varacağımızı şimdiden belirtelim. Yine de Türk metinlerinde genel anlamda kullanılan sıgun geyik tabirini tercih edeceğiz. Böylece geyik ve dağ keçisi cinslerini bir arada anmak istemekteyiz.” (sy.194) “Dağ tekesi ve geyik motifleri, milattan önceki binyılda, Avrasya’da yaşayan bütün göçebe boyların başlıca ongunlarındandı.” (sy.192) “…sıgun geyik cinsi, Türklerde ölümsüzlüğün simgesiydi.” (sy.218)
Kıyand ve Sungur: “Chou devrinde, av merasimde vurulan hayvanın onu vuranın ongunu olması geleneğini, Oğuz Kağan Destanı da hatırlatır. Oğuz Kağan, her biri hükümdarlık ongunu olan iki hayvan vurmuştu; bunlar su aygırı cinsinden bir kıyand ile sungurdu.” (sy.210)
BENGÜ-TAŞ:
“Bengü-taş, geyik tasvirli dikilitaş, alplere mahsus bir “ölümsüzlük kayasıydı” ve ruhlarının sonsuz bir dönüşüm döngüsü içinde göğe yükselişini vurgulamaktaydı.” (sy.245-246)

23.06.2006

Yazarın amacı, bir ölçüde, bütün matematiğin birkaç temel llkeden başlayarak geliştiği gerçeğini bize göstermek. Bu yüzden kitapta çok fazla tarihsel olay anlatılmış. Ama yazar bu olayları bizi sıkmamak için özetleyerek veriyor.
Yazar ilk olarak “kendinizi matematiksel ifade biçimine ve çıkarım kurallarına adamazsanız matematik yapamazsınız, konuşamazsınız da.” (sy.1-giriş) diyerek matematiğe olan bağlılığını iddia ediyor. Matematik hakkında gizemli konuşuyor: “Matematikçiler bizlerin bilmediği bir şeyler bilirler. Onlar matematiğin, şiirde olduğu kadar kesinlikle belirlenmiş bir estetik değeri olduğunu bilirler. Başkaları bunu bilemez. Bu bilgi matematikçi aristokrasisinin kapalı dünyasının derinliklerinde saklı kalır.” (sy.2-giriş)
Matematik yazmanın dört ilkesini anlatıyor: “Matematik hakkında, hakkıyla yazmak kolay değildir. İlk olarak matematik için itici güdü olan güzellik, sonra, matematiğin amacı olan doğruluk ele alınmalıdır. Matematiğe hak ettiği önemi kazandıran şey ise, matematiksel doğruların bize gerçeklik hakkında verdiği bilgilerdir. Matematik hakkında yazmak için bu üçü, güzellik, doğruluk ve gerçeklik, tek tek ele alınmalıdır. Böylece de klâsik felsefenin konularından üçü ile yüzleşmek zorunda kalınır. Matematik öğrenimi üzerine de konuşmak istiyorsanız, başarısızlığın nedenleri ve bunları gidermek için neler yapılabileceği hakkında, felsefenin dördüncü konusu olan etik(ahlâkbilim) de işe karışır.” Ayrıca anlaşılmak için kesinlikten asla ödün vermeyeceğini söylüyor.
Yazar matematiksel sonuçlara asla “sonuç” demiyor. Onun yerine “zarif” kelimesini tercih ediyor. Ayrıca zor gibi görünen soruların çözümlerine “QED (Quad Erat Demonstrandum), yani ‘Kolayca Elde Edildi’” diyor. Bu tabirleri çoğu matematikçinin kullandığını belirtiyor.
Yazar filozof Bernard Russell’dan oldukça etkilenmiş olmalı ki kitabın hemen hemen her bölümünde ondan bahsediyor ve sözlerinden alıntılar yapıyor.
Kitapta anlatılanlara göre matematik ikiye ayrılıyor: Pür matematik ve uygulamalı matematik. “Pür matematikçi matematik yaratmak için yaşar; uygulamalı matematikçi matematiği kullanmak için vardır.” (sy.86) diyerek ikisi arasındaki farkı açıkca dile getiriyor.
Yazara göre matematik gereklilikten doğmuştur. Matematiksel kavramlar başlangıçta doğal nesnelerden esinlenmişlerdir. Çünkü matematik doğayı anlama çabası olarak gelişmiştir. Gerçeğe ulaşmak istiyorsak bunu sadece matematik ile bulabileceğimiz iddia ediliyor.
Matematiğin nasıl oluştuğu aksiyomlarla çok güzel bir şekilde anlatılıyor. Özellikle tam sayılar ve rasyonel sayılar ilkokul düzeyinde anlatılmış. Ama bundaki amaç matematiğin nasıl doğduğunu teorik olarak anlatmaktan ibaret.
Şu sözler de dikkate alınmalıdır: “Çok doğru. Matematiği zor yapan soyut olması değil, daha çok kesinliktir. Matematik zordur, çünkü başka bütün alanlardan farklı olarak tam bir kesinlik gerektirir. Matematikte aldatmaca olmaz; kimse kanmaz. Türevi alınabilir fonksiyonların sürekli olduklarını ya isbat edebilirsiniz, ya da edemezsiniz. Blöf yaparak bu işin içinden çıkmanız için en ufak bir olanak yoktur. Soyutlama işi sıradan bir iştir. Kesinlik ise sıra dışı ve zor bir iştir.” (sy.44) “Matematiğin pek önemli olan beş sabit sayısı vardır: e, i , (pi), 1 ve 0”
Yazar benim ilgi alanım olan analitik felsefeye de el atıyor ve şunları söylüyor: “Felsefenin son yüzyılda giderek analitik felsefeye doğru yöneldiği bir gerçektir. Bununla şunu kastediyorum: Konuyla uğraşanlar kullandıkları sözcüklerin anlamları ve tümcedeki yerleri üzerine giderek daha derinlemesine durdukları için ‘teori’ olarak tanımlamış olduğumuz şeye yönelmektedirler. Platon’un ardından Batılı filozoflar da 2000 yıldan uzun bir süreyi ‘mutlak’ hakikatı bulma çabasıyla boş yere harcadılar- yöntemlerinin betimsel ve bilinmeyeni bulmaya yönelik doğası, sonucun boş olmasını kaçınılmaz kılıyordu. Yirminci yüzyılda Bertnard Russell ve Rudolf Carnap’ın öncülüğündeki analitik hareket felsefeye katı mantığı getirdi. Görmüş olduğumuz gibi, bu süreç, kullanılabilecek tümceler topluluğunda ve çıkarım türlerinde zorunlu bir azalmaya yol açmaktadır. Analize yaklaştıkça hakikatin ve güzelliğin doğası hakkında kapsamlı genellemelerin yerini, sorulabilecek soruları bile kapsayan teknik ifadeler almaya başlar. ‘Hakikat nedir?’ sorusuna gelmeden önce, sorunun sizin analitik çerçeveniz ışığında, ne anlama geldiğini açıkça belirtmeniz gerekir. Örneğin, aynı anda çakan şimşekler konusundaki hakikatın Newton mekaniğindeki anlamı Einstein fiziğindeki anlamından farklıdır.” (sy.123) “Analitik felsefecilerin yaptığı şey bir çeşit dilbilimsel analizdir. Kendi teorilerini olabildiğince ve ellerinden geldiğince iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Ancak, kullanmak istedikleri dil matematiksel değil, doğal dildir. Savlarını, örneğin, gündelik İngilizce ile ifade etmek isterler. Ancak, felsefeciler matematiksel model yapmayı, gerçekten tam bir matematiksel model yapmayı istiyor olsalar bile, İngilizcenin sözdizimi kuralları bu iş için çok karışıktır. Öyle bir model yapabilselerdi, yapacakları analiz sembolik mantık gerektirirdi, ki o da matematiğin bir dalıdır. Bu durumda herhangi bir analitik felsefe teorisi matematiksel bir teori olur ve çıkarım kuralları matematiğin kuralları haline gelir. O zaman, ve ancak o zaman, teori- sınırlı ya da sınırsız- tam olarak belirli bir kesinlik kazanır.” (sy. 123-124)
Son olarak çevirmen Nermin Arık’a ellerine sağlık der ve kitabı matematikle ilgilenen tüm matematikseverlere tavsiye ederim.