Toplam yorum: 3.081.289
Bu ayki yorum: 967

E-Dergi

Ali Riza Malkoç

Ali Rıza Malkoç 1965 yılında Samsun’da doğdu. Türküler Bizi Söyler 1 (2004), Türküler Bizi Söyler 2 (2005), Duygular Dillensin Diye (2006) adlı hece şiir kitabını yayınladı. Yaşam Merdiveni adlı Toplum ve Düşünce serisinden ilk kitabı Temmuz 2018 tarihinde, Yaşam Donanımları adlı Toplum ve düşünce serisinden ikinci kitabı Ağustos 2018 tarihinde, En Güzele Yürümek adlı Toplum ve Düşünce serisinden üçüncü kitabı Şubat 2019 tarihinde Hukuk Aşkı adlı dördüncü kitabı Haziran 2019 tarihinde, Güzergâh Arayışı adlı beşinci kitabı Şubat 2020 tarihinde yayınlandı. Kitap İnceleme Yazıları adlı altıncı kitabı Mart 2020 tarihinde, Nostalji Harmanı adlı yedinci kitabı, Nisan 2020 tarihinde yayınlandı. Organize Toplum adlı sekizinci kitabı, Mayıs 2020 tarihinde yayınlandı. Anadolu Ortak Aşk Medeniyeti adlı kitabı, Eylül 2020 tarihinde yayınlandı.

Ali Riza Malkoç Tarafından Yapılan Yorumlar

Sayın Yazarın, on iki kitabının sonuncusu bu: “Âşıklara Yer Yok”. Diğer kitaplarını okumadığım için, genel bir yorum yapmayacağım. Kitabın konusu ve özeti, tanıtım yazısında zaten vardır. Orhan ile Firdevs arasında geçen duygusal ilişkilerden alıntı ile yetinmeyeceğim. Kısa ve öz olarak, anlatımın, anlam algoritmasını çıkarmaya çalıştım.

Evet, aşk sessiz ve derinden ilerler. Dili ve mekânı yoktur âşıkın. Kitabın adını ilk okuduğumda, yorum geliştirmekten çekindim. İlerleyen sayfalarda ise şu düşünce canlandı zihnimde: âşıklar yüce bir alemde yaşar, fiziki/maddesel bir ortama, konuma, yeryüzüne gökyüzüne sığmazlar, hapsedilemezler ve hepsinden önemlisi bunlara ihtiyaç hissetmezler. Bu çözümlemeyi, 199. sayfada geçen şu cümleden de anlıyoruz: “Âşktan nasibini alan insan, yedi kat toprağın altından bile çıkıp, mâşukuna kavuşur. Aşkın üzerini örtmeye, ne toprağın gücü yeter ve taşın”. Bunu bir abartı, kutsallığa bürünmüş metafizik bir yaklaşım olarak gören yanılır. Âşk makamında yaşayanların hakikatine erdiği bir kavram bu.

157. sayfada ise; “İnsan kaderin karşısındaki çaresizliğini gizlemek uğruna tesadüf diye bir kelime uydurdu. Asıl gizlemek istediği iradesinin zayıflığından doğan acıydı.” cümlesi de, aşkın çileli ıstıraplı yolunu hatırlatıyor bize.

Âşk içinde âşk yaşar bazen insan. Evrenin en yüce varlığı olan insan, yalnızca karşı cinsine âşık olmakla yetinmez. Ahenk içinde dans eden, tüm varlıklar alemine vurulur. Bir hayvanın neşesinden bile haz alır. Yaşarken, yaşatma azmiyle hareket eder. Tüm evreni insanda; insanı da tüm evrenle bütünleşik görür. Holistik bakışın verdiği huzurla yaşar. Leyla’dan Mevla’yı bulan âşıklar, hep bu yolda ömür tüketmişlerdir. Âşksız yaşayan bir can; meyve vermeyen bir ağaç, yaprak açmayan odun olmaya doğru yol alır. Sevgisiz, aşksız, muhabbetsiz kalmamak için, sözü kitaba bırakalım.

Keyifli okumalar.
Hukuk felsefesi ve sosyolojisi ana bilim dalında araştırma görevlisi olan, akademisyen - yazar; yüksek lisans tezinden hareketle hazırlamış olduğu bir eserle buluşmuş oluyoruz.

224 sayfa ve üç bölümden oluşan eser; antik dönem öncesi, sonrası ve modern çağda, yasa karşısında insanın nasıl bir konumda olduğu, öngörüleri, öğretileri, nitelikli alıntılarla yorumlanıyor.

Yazar 11. Sayfadaki giriş yazısında ise; “amaçlanan yasa ile hukuk arasındaki farkı düşünmeye sevk etmek” amacını vurgulamakta ve “Ümidim, bu çalışma sayesinde, lider enflasyonunun yaşandığı günümüzde, kimi liderlerin tutumlarının da tarihi arka planını ve kaynağını görebilmektir” cümlesiyle bu akademik eserinde, amacının ve özleminin ipuçlarını vermektedir.

“İyi yasa mı, iyi hukukçu mu tercih edilir” sorusunu; bu alanda düşünce üretenler çoğunlukla, “iyi hukukçu tercih edilir; çünkü yasayı daha adaletli yorumlayacaktır” anlamında görüşler ileri sürmüşlerdir. Peki, toplumu/sistemi/ fiziksel varlığı/ yönetecek, yönlendirecek, yargılayacak, yasayı hazırlayacak olan insan, nasıl bir insan olmalıdır? Yasama organına, yasal olarak seçilme hakkı elde etmiş, cep harçlığından ve ergenlikten yeni kurtulmuş bir meclis üyesi; ideal olarak sunulan “yasa üstü insanı” ne kadar temsil edebilir? Veya yaşı kemale ermiş, imaj/konfor/karizma sorunu olmayan herkes “yasa-üstü insan” olabilir mi?

Hukukta kurucu unsur ve irade; yasama meclisi marifetiyle, ortak bir ruhu temsil ediyorsa, bunun bileşenleri ve asli unsuru olan vekillerin niteliği/birikimi/ donanımı/zekâ /kavrayış ve yorumlama düzeyi nasıl olmalıdır? Bu eseri okuyunca; ister istemez, zihninizde güncel ve yerel sorular türetiyorsunuz.

Devlet daha oluşmamışken, kurulmamışken de insanoğlu vardı. Çok gelişmemiş olsa da geçerli ve uygulanan kuralları vardı. Zamanın ruhuna uygun, tarihsel bir bilinçle yorumladığımızda; insanı arka plana iten, küçümseyen, hakkını gasp eden, korku yayan bir üst irade kabul edilemez. Yani devlet unsuruna; kutsallık, masumiyet, dokunulmazlık, hesap sorulamazlık niteliği yüklenemez.

Tüm evren, yaradılışından günümüze bir bütündür. İnsan toplulukları da; renk, lisan, kültür, gelenek, görenek, inanç, düşünce ayrılıkları olsa da bir bütündür. Kazanımları, sevinçleri, üzüntüleri, birikimleri ve talihleri de benzerdir. Mutlu bir dünya insanı gördüğümüzde onunla aynı duyguları paylaşamıyorsak, üzüntüsü ve çığlığı, acısını göklere yükselten bir feryat karşısında biz de ezilemiyorsak, insanlığımızı sorgulamamız gerekir. Bundan dolayıdır ki; insan temel hak ve hürriyetleri, düşünsel ve bilimsel kazanımları, evrensel ortak değerlerdir. Hep birlikte geliştirmek ve tadını çıkarmak gerekir. “Yasa üstü insan” algı ve yargısına; hak eden herkesi, istisnasız yerleştirebiliyorsak, kalıcı bir dünya düzeninin parçası olabiliriz. Yerel düşün, milli hamle yap ama bütünün parçası olmaktan çekinme.

Felsefi ve sosyolojik bir alt yapısı olan bu kitaba; birey ve toplum merkezli, sosyal psikolojik bir yorum eklemiş oldum. İyi okumalar.






Bu kitap; edebiyat ve roman kategorisinde olup, 255 sayfada, 33 bölüm şeklinde yazılmıştır. Sanatın inceliği ve anlatımın gücü burada ortaya çıkıyor. Romanınızda kurgusal bir karakter yaratıyorsunuz ve sanki onun içinde yaşıyormuş gibi, yaşamın doğal akışına uygun betimleme, imgeleme ve duygusal zekâ örnekleri sergiliyorsunuz.

Romanın kahramanı Melody; beyin felci geçirmiş, 11 yaşında, konuşamayan, yürüyemeyen ve yazamayan bir kız çocuğudur. Tekerlekli sandalye ile yaşamını sürdürmek zorunda olsa da; düşünme, akıl yürütme, yorumlama gücü, duygusu, muhakemesi, kıyaslama yetisi, zekâsı, kendisinden yaşça büyüklerden bile daha ilerdedir.

Anlatımda merhamet, sevgi ve dayanışma öğretisi kendisini hissettirse de; öncelikli amaç, toplumsal ve sosyal modelleme, sorun, arıza ve olumsuzluklar karşısında sağduyuyu koruma, sükûnetli bakış, sempatik görünme, empatik yaklaşmaktır. Ve böylece yetişmekte olan gençlere, rol model sunmaktır.

Yaşam günlüğü tarzındaki anlatımlar arasında; doktorlarla iletişim dönemi de vardır. Anne karakterinin, doktorun moral bozucu, olumsuz tespitleri karşısında; Melody’ye olan sevgi ve ilgisini ortaya koyması, yalnızca anne şefkati olarak kabul edilemez.
27. sayfada doktora hitaben sarf edilen şu sözler dikkat çekicidir: "Doktor konuşmasını daha bitirmemişti. Broşürü sinirle çöp kovasına fırlatıp, “Biliyor musunuz” dedi. “Bence çok soğuk ve duygusuzsunuz. Umarım hiçbir zaman bir engelli çocuğunuz olmaz. Muhtemelen onu, çöpünüzle birlikte kapının önüne koyarsınız” “Ve dahası var” diye devam etti. “Bence yanılıyorsunuz! Duvarlarınızdaki gösterişli diplomalarınıza rağmen Melody, sizinkinden daha ileri bir zekâya sahip.” “Sizin için her şey kolay. Tüm fiziksel becerileriniz sorunsuz çalışıyor. Anlaşılmak gibi bir kaygınız hiç olmamış. Tıp dereceniz var diye, çok zeki olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?”…

Davranış bilimleri ve psikolojiye vakıf olmanın; insani olgunluk, doyum ve toplumsal beka için ne kadar önemli bir etken olduğu, bu diyalogdan anlaşılıyor. Hekim olarak hastaları tedavi edebilirsiniz, avukat olarak, insanların savunabilirsiniz, hakim/savcı olarak; maddi gerçekliğin ortaya çıkması için yoğun çaba harcayabilirsiniz, bir üretici, bir satıcı, bir öğretici olabilirsiniz. Karışık duygu/düşünce ve beklentilerle yoğrulmuş, davranış ve fiziksel engelleri de olabilecek insanların “sorun, özlem ve isteklerini” anlama çabasına girip, bunu da karşımızdakilere hissettirmediğimiz sürece, insani ilişki, iletişim ve etkileşim yarım kalacaktır. Hakkını verme, empati yapma, bencillikten arınma gibi hassas değerler, hep kesintiye uğrayacaktır.

Her kitabın içinde; doğrudan, dolaylı ve kurgusal olarak, olumlu/olumsuz örneklerin sergilendiği dünyalar saklıdır. Biz ise ufkumuzun yüceliği, gönlümüzün derinliği ölçüsünde uzanıp alır ve o hakikati benliğimize dahil ederiz. Her kitabı ve içeriğin tamamını beğenmek zorunda değiliz. Orta bir yerlerde, hiç ummadığımız bir cümle, bizi sarsabilir, bakış yönümüzü değiştirebilir.

Zihinsel/düşünsel/bedensel olarak sağlamlık düzeyimizi biz kendimiz ölçemeyiz. Fakat yarın ne olacağımızı da bilemeyiz. Bu tür öyküler/romanlar/anılar; bizi yaşama hazırlar ve öteki olarak mesafeli durduğumuz insanları da anlamayı öğretir, dünyalarına yakınlaştırır.

Her ne kadar kitap gençlik serisinden yayınlansa da her yaştan insanın ilgisini çekebilecek nitelikte.

Verimli okumalar dilerim.


Sosyolojik, tarihsel ve politik inceleme/yorum ve tespitler içeren bu kitap;383 sayfa olup 4. baskısını yapmıştır. 9 bölüm halinde, Göktürkler ’den, Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar geçen süreci, sebep-sonuç ilişkilerini irdelemiştir.

Daha önceleri; farklı zaman ve coğrafi bölgelerde yaşanan, etnik kimlik ve inançlardan kaynaklanan, insan hakları ihlalleri konusunda eserler okumuştum. Türklerin de maruz kaldığı haksızlıkları konu edinen eserleri okusam da bu kadar detaylı, derli-toplu ve güncel yorumlarla desteklenen bir çalışmayla karşılaşmamıştım. Bu arada, Selenge Yayınları’nın kurucusu ve Türk Tarihi kitaplarının yazarı; Merhum D. Ahsen Batur (1954-2022) hakkında, kitapta kısa da olsa bir özgeçmiş bilgisinin olmamasını, bir noksanlık olarak görüyorum.

Okuduğum ve incelemeye değer bulduğum bu kitap; yoğun bir şekilde Türklerin geçmişinden ve sorunlarından bahsettiği için; ilk anda önyargılı olarak, “üstün ırk yaratma çabası, ırkçılık söylemi” gibi algılanabilir. Bazı anlatımlara, duygular karışmış olabilir, yanlış/noksan bilgi aktarımı da olabilir. Fakat genel bir çerçeveyle gözlemlediğimizde; gözden kaçırdığımız, görmezlikten geldiğimiz, fark edemediğimiz nice sorunlar olduğunu göreceğiz.

Bireysel, grupsal, toplumsal ve küresel; sorun/ayrışma/çekişme/çatışma ve vuruşmaların ana kaynağı; kelimeler, kavramlar ve ortak değerlerin ölçüsünü ve dengesini tutturamamaktan kaynaklanmaktadır. Bilinç farklılıkları, zihinlerde oluşan enerjilerin çarpışmasından; kanlı savaşlara kadar varan bir kaos ortamını tetiklemektedir. Bu inanç ve düşünce farklılıkları; koca evrende, birlikte yaşam alanlarını daraltmakta ve kıyasıya bir mücadele ortamı yaratmaktadır. İlk etapta hatırımıza; Moğol İstilası, Haçlı Seferleri, Kerbela Vakası ve diğer savaşlar/ihtilaller/ayaklanmalar gelmektedir. En büyük algı ve mantık hatalarımız; elma ile armutların aynı kefeye koyulması, tuz ile şekerin karıştırılması, baskül ile altın tartılması, inançla aklın karşı karşıya getirilmesi, bilimin din ile açıklanması, elekle su taşınmasına benzer çelişkiler ve gereksiz sentezlerden doğmaktadır.

İnanç, kültürel kimlik, coğrafik aidiyet, soy bağı; farklı farklı değer ve anlam ifade etmektedirler. Dayanışma içerisinde olabilirler fakat karıştırıp tek parça yapılmaları; yaradılışa, doğal gerçekliğe ve insanın beklentilerine aykırıdır. Sayfa 342’de anlatıldığı gibi; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise her şeyi bilir, her şeyden haberdardır. K.K. Hücûrat Süresi 13. Ayet) kutsal beyanı da inancın ve soy kimliğinin ayrı ayrı karşılık bulmasının gereğini açıklamaktadır. Bütün Türklerin aynı dini inanca, aynı mezhep anlayışıyla bağlanma zorunluluğu yoktur. Aynı dine inananların da hepsinin aynı etnik soydan olması beklenemez. Bir ateist de inanmadığı için, coğrafik/kültürel ve etnik kimliğinden dışlanamaz. Yaratan ile doğuran özneler farklıdır. Uygulayan ile seçen farklıdır. Eğiten ve öğreten unsurlar farklıdır. Kendi kimliklerimizi koruyarak biz, irademiz, tercihlerimiz ve eylemlerimizden sorumluyuz.

Yazar eserinde; Göktürkler’ den sonra “Türk” kelimesinin kullanılmadığını, Osmanlı’nın son dönemlerinde “Jöntürkler” olarak sürgünden geri döndüğünü belirtmektedir. Çok uluslu Osmanlı Devleti’nin dağılış ve yıkılış sürecinde, her topluluk kendi başının çaresine bakınca, Anadolu’da kalanların, kurtuluş mücadelesinden sonra kurduğu Cumhuriyet ile birlikte Türk olmanın ön plana çıktığı vurgulanmaktadır.

İnanç ve sözde dini gereklilik uğruna, Türk kimliğini/ milli değerlerini/ gelenek ve göreneklerini gereksiz görenlerin; Arap kültürünü ön plana çıkarmaları, İngiliz Muhipler Cemiyeti ve Amerikan mandacılığına taraftar olmaları; mantıksızlık, tutarsızlık, akılsızlık ve bir tür ihanet olmuyor mu? Demokrasi, Laiklik ve hukuk devleti düzleminde; anayasal yurttaşlık bağıyla aynı vatan topraklarını kendine yurt edinmiş bireylerin; diğer kimlikleri de önemlidir/gereklidir/ değerlidir fakat ayrışmaya ve vuruşmaya neden olacak nitelikle, ön plana çıkarılması, bütünlük açısından sakıncalıdır. Ayrıca bir inanç veya ideoloji öğretisi; kültürel ve etnik bir kimliği ön plana çıkararak yürümeyi uygun bulmayabilir fakat bünyesine katıp eritmesi/yok sayması da uygun değildir.

500 Yıl önce İspanya’dan göçe zorlanan Sefarad Yahudilerine kucak Açan Osmanlı, bünyesinde aynı zamanda; Müslüman ve Hıristiyan toplumları da barındırıyordu. Bu birliktelik; gelişen bilimsel, siyasal, teknolojik ve sosyolojik ilerlemeler karşısında, mukavemet ve dayanışmasını sürdürebilseydi, Osmanlı Devleti, dünyanın en güçlü, en gelişmiş, en adil, en örnek alınacak ülkesi olurdu.

30. sayfada, Rus tarihçi Lev Gumilev’den yapılan; “Türkler köle edilecek, hafife alınacak bir millet değildir.” cümlesi her ne kadar bir özgüven aşılasa da, tarihsel gerçekler ve kitabın adının “1200 yıllık sürgün” ile hazin serüvenlerden bahsetmesi, bu özgüven ile çelişiyor. 281. sayfada, Celali(öfkeliler) isyanlarının da, bu tür kimlikleri yok sayma girişimlerine tepki olarak çıktığını anlatmaktadır. Lozan Anlaşması’ndan sonra mübadele döneminde, Anadolu’daki Hıristiyan Türklerin ve Rumların; Yunanistan’daki Müslüman Türklerle mübadele yoluyla anayurtlarından edilmesi de insanın doğasına aykırı, savaş ve kargaşa şartlarında aceleden alınmış hatalı bir karardır. Vatana olan bağlılık ve aidiyette; inanç ve etnik kimlik unsurları arasında bir ayrım yapılmamalıydı.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Tanışıp, kaynaşasınız diye sizleri kavim kavim yarattık” ilahi mesajı ışığında da değerlendirecek olursak; “Müslüman değilse Türk değildir, her Türk Müslümandır” reddiyesi yanlıştır, tutarsızdır. “Türk ise başka bir aidiyete, inanca, kimliğe ihtiyacı yoktur” mantığı ve özgüveni hatalıdır. “Türk’ün Türk’ ten başka dostu yoktur” karamsarlığı gereksizdir. “Mutluluğun kaynağını, yeterliliğini, Türk olmaya bağlamak” noksan bir önermedir. “Osmanlı torunu” tarihsel coşkusuyla, kavim kimliğinin, etnik aidiyetlerin yok sayılması hayallere teslim olmaktır. Dört yanlış bir doğruyu götürdüğü gibi, kırk yanlışın toplamından da bir doğru çıkmıyor maalesef. Fakat okuduğumuz/gördüğümüz/gözlemlediğimiz yanlışlar, doğruları bulmamıza kılavuzluk ediyor.

İyi okumalar..

“Maddenin halleri” deyince, ortaokulda öğretilen temel fen bilgisiyle hemen hatırımıza “katı, sıvı, gaz” hali olduğu gelir. Ya insanın halleri nedir, insan kaç halde bulunur şu yerküre denen garip düzlemde?... Bunun cevabını, hiçbir kuşkuya açık kapı bırakmayacak şekilde vermek mümkün değildir. İnsan çeşitliliği kadar geniş bir duygu ve düşünce ortamında yaşıyoruz. Bunun bir normal konumu var, bir de doğallığından/ amacından sap(tırıl)mış, davranış bozukluğuna evrilmiş halleri var. Böyle bir toplumsal gerçeklik olunca, bireylerarası ilişkiler, olması gereken düzeyden çıkıp, geneli olumsuz etkileyen bir niteliğe dönüşebiliyor. Bu alanda terminolojik bilgisi olanlar, daha esnek, daha yapıcı tavırlar sergileseler de, pireyi deve yaparak sorunu kronik vakaya dönüştürenlere de rastlayabiliyoruz.

“İyi ki psikologlar var, iyi ki psikiyatristler var, iyi ki sosyologlar var” diyerek bireysel sorumluluğumuzu, bilim insanlarına devrederek biraz rahatlıyoruz. Bu tür eserleri okuyarak; davranış çeşitliliğini, dışa yansımayan, anlatılmadığından bilemediğimiz, ıstıraplı yaşamları gözlemleyemiyoruz. Biz hep dıştan bakarak yorum ve hüküm üretme kolaycılığına kaçtık. “Madalyonun İçi” ve benzeri kitaplar, bize insanın iç dünyasından kırık nağmeler taşıyor. Benzer yaşanmış hikâyeleri anlatan, en az yirmi kitap okudum. Hepsi de birbirinden çok farklı sorunları aktarıyor. Yeni kitaplara kim bilir ne tür acılar yansıyacak?...

2004 yılından, günümüze kadar 40 baskı yapmış olan bu kitap; 41 bölümden oluşmaktadır. “Bir Psikiyatristin Not Defteri” alt başlığıyla yayınlanmış kitabın sonunda da okurlardan gelen ilginç mektuplar bulunmaktadır.

Bir kitap yorumcusu olarak benim; “Psikoloji” terimiyle ilk tanışma dönemim, 1978 yılında, yani 44 yıl önce Teknik Lise 1. Sınıfta okuduğum yıllar. Daha 14’lü yaşlardayız. Kimin niye öldüğü, kimin, kimi niye, kim adına öldürdüğünün anlaşılamadığı bir anarşi ortamı. Bir yandan, mesleki dersler dahil 17 dersten iyi not almaya uğraşıyoruz, öte yandan da bu olayların tarafı olmamaya gayret ediyoruz. Herkes gibi, bir çocuk olarak beni de tedirgin ediyordu bu durum. O dönemler haliyle internet ortamı yok, bilgisayar ve çok kanallı TV yok. Gazete, kitap ve dergi okurluğum iyiydi. Mahalle esnafına gelen ve benim de aldığım günlük 3-4 gazeteyi takip edebiliyordum. Hiç unutmam, Milliyet Gazetesi’nde bir yazı dizisi başladı ve ilgiyle okumuştum. Hatta kupürlerini kesip saklamıştım. “Terörün yol açtığı ruh hastalıkları, Prof. Dr. Recep Doksat” adlı köşede anlatılan ilginç yaşam hikayeleri beni çok etkilemişti.

Hasta veya danışana; tedavi edici ilaçların yanında, pozitif yaklaşım, onu önemsediğini hissettirerek samimice dinleme ve yatıştırıcı telkinlerin ne kadar etkili olduğunu, anlatımlardan hissedebiliyorsunuz.

Sayfa 123’deki bir seansta; davranışlarından dolayı kendisini suçlu ve günahkâr hisseden bir hastanın, bu takıntısını izole etmek çok olay olmasa gerek.
Hekim yazarımızın, “sen ne günahkârsın ne de kafir. Bu sizin durduramadığınız, tamamen sizin dışınızda gelişen, parazit bir düşünce. Yani sancı gibi bir şey. Siz iradenizle sancıyı durdurabilir misiniz?” anlatımı karşısında takıntısını yenmeye niyetlenmesi, teşhis, telkin ve tedavinin nasıl birbirini tamamladığını görebiliyorsunuz. Sayfa 124’de, hastayla karşılıklı sohbet havasında geçen terapi/diyalogdan sonra, yazarımızın; “İnanın Hayri Bey, Tanrı’ya en büyük ibadet, onun yarattığı her şeyi sevmek ve saygı duymaktır. Bir dahaki sefere sizi daha iyi göreceğimden eminim artık” cümlesiyle hastasını uğurlaması; hekimde görevinin hakkını vermenin mutluluğu, hastada ise bir umut ve özgüvenin gelişmesine işarettir.

Sayfa 374’de, okur mektupları bölümünde, “bir deliniz” rumuzuyla yazılan mektup dikkatle okunmaya değer. Mektubunda edebiyatın inceliklerini kullanması yanında, mizah da katabilmesi, iyileşmenin kalitesini yansıtıyor. Kitabı okumuş ve “Memleketimden insan manzaraları” başlığı oluşmuş zihninde.
İnsanın anlam ve aidiyet arayışını da kısaca özetlemiş mektubunda.

Sonuçta her mesleğin; bilimsel bilgi birikimi, uzmanlık gerektiren incelikleri, deneyim gerektiren bir yeterlilik ve yetenek alt yapısı olmak zorundadır. Psikiyatrist olmak yalnızca tatlı dille hastayı ikna etmek olmadığı gibi, avukatlık da dava dilekçesi yazmaktan ibaret değildir.

Bireysel veya aile ortamında, psikolojik bir sorunla karşılaşmamış olabilirsiniz; fakat her an karşılaşabileceğiniz dışınızdaki dünyadan haberdar olmak zorundasınız. Birlikte, güvende, mutlu, uyumlu ve huzurlu bir yaşam için, empati kurup, enerjilerimizi ortak bir sinerjiye dönüştürebilmek için bu türde hazır bulduğumuz, metodolojik verileri okumaya ihtiyacımız var.

Verimli okumalar.