Toplam yorum: 3.078.222
Bu ayki yorum: 5.100

E-Dergi

Ali Riza Malkoç

Ali Rıza Malkoç 1965 yılında Samsun’da doğdu. Türküler Bizi Söyler 1 (2004), Türküler Bizi Söyler 2 (2005), Duygular Dillensin Diye (2006) adlı hece şiir kitabını yayınladı. Yaşam Merdiveni adlı Toplum ve Düşünce serisinden ilk kitabı Temmuz 2018 tarihinde, Yaşam Donanımları adlı Toplum ve düşünce serisinden ikinci kitabı Ağustos 2018 tarihinde, En Güzele Yürümek adlı Toplum ve Düşünce serisinden üçüncü kitabı Şubat 2019 tarihinde Hukuk Aşkı adlı dördüncü kitabı Haziran 2019 tarihinde, Güzergâh Arayışı adlı beşinci kitabı Şubat 2020 tarihinde yayınlandı. Kitap İnceleme Yazıları adlı altıncı kitabı Mart 2020 tarihinde, Nostalji Harmanı adlı yedinci kitabı, Nisan 2020 tarihinde yayınlandı. Organize Toplum adlı sekizinci kitabı, Mayıs 2020 tarihinde yayınlandı. Anadolu Ortak Aşk Medeniyeti adlı kitabı, Eylül 2020 tarihinde yayınlandı.

Ali Rıza MALKOÇ Tarafından Yapılan Yorumlar

Bir döneme damgasını vuran olaylar ve şahsiyetler hakkındaki tarihi bilgileri, roman formunda ilgi ve heyecanla okudum.

Geçmişteki olayları; tarihselci bir yaklaşımla, zamanın ruhu ve şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Bu mantıklı ve hakkaniyetli kriterin süzgecinde, okuduğum anlatımlardan öncelikle sorular üretmek istiyorum:
-Bir padişah, kral, yönetici, başkan veya başbakan; 33 yıl bir kurumun başında ve siyasi bir iktidarda kalabiliyorsa veya kendini kalmak zorunda hissediyorsa, bundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?
-Koca imparatorlukta, daha iyi, yedek veya alternatif bir şahsiyet yetişmemiş midir?
-Yetişememişse sebepleri nelerdir?
-33 yıl boyunca ve sonunda, bir gün görevi bırakmak gerektiğinde; geride kalanların da güvenle uyup, kabullenip uygulayabileceği, kalıcı ve kabul edilebilir bir yönetim sistemi, devlet aklı, neden geliştirilememiştir?
-Avrupa ülkelerinde, yeni çağa damgasını vuran; bilim, teknoloji, sanat, etik, felsefe, mantık, hukuk, toplum ve yönetim bilimlerden ne kadarını, ülkemize katabildik?
-Yetenek ve gücümüz, o günün şartlarına göre yeterli olabilir; fakat sınırsız ve sorumsuz olmasından ne kazandık?

Soruların farklı cevapları olabilir. Yanlış, yanıltıcı ve yönlendirici açıklamalarla da karşılaşabiliriz. Daha dünkü bir olay, kaza ve söylemde; ortak bir karar ve kanıya varamıyoruz. Maddi gerçekliğe ulaşamıyoruz.

Sultan II. Abdülhamit’in, birbiriyle hiçbir zaman birbiriyle barışık yaşayamayacak olan; kedi, köpek ve papağan beslemesi, merhametli bir yürek, stratejik bir beyin ve düşünceli bir anlayışın göstergesidir.(s.20) Ayrıca marangozluk mesleği ve müziğe ilgi duyması sanatkarlık ruhu da taşıdığının işaretidir.

Tahta çıkma vaatlerinden olan, Kanuni-i Esasi’yi uygulamadan kaldırması; hukuk ve hürriyet adına elde edilen kazanımların, bir tür askıya alınmasıydı bu. Gereği ve gerekçesi neydi? Şenlikle ilan ettiğimiz Kanun-i Esasi’nin cenaze namazını kılmak neden gerekliydi ve ne kazandırdı?
Hele hele, yanlış kararlar alındığı ve Türklerin azınlıkta kaldığı gerekçesiyle, meclisin kapatılması; istişare, şura, içtihat, çözüm ve alternatif arayışların devre dışı bırakılıp; baskı ve dayatma anlayışından beslenen bir tek adamlık rejimi kurmayı tercih etmesi, ayrışmayı ve çöküşü daha da tetiklemiştir. On iki bin kişinin çalıştığı bir saraydan söz edilmesi (s.53); güç, birikim ve istihdamın, adeta ağırlık noktasını işaret ediyordu.

Tarih felsefesini anlamadan, tarihsel bilgi aktarımını yorumlamakta zorlanırız. Tarih bilinci ise bunların karmasıyla şekillenir. Kurgusal bir anlatım; tarih bilincini tam karşılamasa da, merak uyandıracağı için bir basamak sayılabilir.

Peki, padişah, karar ve uygulamalarında, hadi meclisi kapattı diyelim, emrinde görev yapan 12 bin kişinin fikir, öneri ve deneyimlerine başvuruyor muydu? Yoksa hilafet makamında, ilahi bir vekil olarak tek hüküm ve yetki sahibi miydi? Sorunun cevabı, “evet” değil mi?
Peki o zaman; İslam’ın (fıkıh ve ilahi kitap yoluyla) önerdiği, emrettiği; istişare, meşveret, şura ile karar alıp uygulama emrini nereye koyacağız? Yoksa dünyada uygulanması gereken bir kural, öteki dünyaya ötelenmesi mi tercih edilmişti?

Güvensizliğe, şüpheye dayalı sıkı bir takip/denetim ile daraltılan özgürlük alanı ve hafiyelerin yazdığı, saraya ulaşan ihbar mektupları, sarayın boyunu aşınca, okumadan yakmak zorunda kaldıklarını başka bir kitapta okumuştum. Böyle bir yönetim, böyle bir toplum anlayışıyla elbette kalıcı bir düzen kurulamazdı.

Sayfa 88’de, padişah daha 24 yaşındayken gezdiği Avrupa’ya olan hayranlığını gizlemiyor. İflas eden tüccar, ticari yaşamında başarısız olmuştur, devrilen bir hükümdar da yönetim alanında. Bu olumsuz sonuçların tek nedeni, kötü insanlar olduklarına bağlanamaz. İyi insanlar da batabilir, devrilebilir. Tavan süslemesi için, 14 ton altın kullanılan Dolmabahçe Sarayı için, Fransızca bir dergide, “sadece Dolmabahçe Sarayı bile, borç içinde yüzen Osmanlı maliyesini çökertmeye yeterdi” cümlesi de dün ve bugün için ibretlik bir tespittir. (s. 106)

Sansür, jurnal, ihbar, sürgün, korku ortamı ve kapatılan bir meclis ile oluşturulan baskı rejimi, ne kadar sürebilirdi ki? Ve neden devam etsin, yakıtı biten, sürücüsü katledilen bir araç hareket edebilir mi?

Öneri olarak da şunu ileteyim: Elimizdeki kitap bir roman olsa da; birinci bölüm, ikinci bölüm altındaki konu başlıkları ve ekleri için girişte bir içindekiler bölümü açılabilirdi. Kişiler ve tarihi olaylar ise; orijinal veya çizim fotolarla süslenebilirdi.

Bir kaplanın sırtında yaşamak zorundaysanız; ya kaplan ölünce inersiniz veya siz güçten düşünce. Dilerim hiçbir yönetici, kaplanın sırtında yaşam sürmek zorunda kalmaz.

Verimli okumalar dilerim.



Tarih bilinci, hukuk terazisi, mantık terazisi, bilimsel öngörü; bilgi/bilinç/karar ve eylemlerimizi şekillendirecek ana unsurlardandır. Bunların yanında, toplumsal gelişmeleri gereğince ve yeterince gözlemleyebilmek için; sosyolojik bakış da göz ardı edilemez.

Tüm bu tespit ve gerçeklerden hareketle, sosyoloji profesörü olan sayın yazar eserinde, global ölçekte ve bilim zemininde, detaylı bilgiler vermiş ve yorumlamıştır. Kitabın sonlarına doğru da, yerel planda ülkemizdeki sosyolojik hareketleri ve sonuçları irdeleyerek, bizleri nasıl bir geleceğin beklediğini anlatmıştır.

173 sayfa olan eser; iki kısım ve 13 ana başlıktan oluşmaktadır. Toplumların oluşumu, etken, eğilim ve gelişmelerin, gelecekte toplumları nasıl etkileyeceği konusunda tahmin ve varsayımlar geliştirilmiştir.

Bilgi, birikim, keşif, hakikat, adalet, niyet, düşünce, plan, üretim, denetim, gelişim, organize, değişim, dönüşüm süreçleri; hayatımıza anlam, coşku, umut, sevinç ve süreklilik katar. Diğer canlı/cansız alemlerden farklı olduğumuzu açığa çıkarır. Yankı odasında yalnızca kendi sesini duyarak doyuma ulaşmak, dev aynasında yapay heybetli cüssesini görmekle tatmin olanlar; kendine/topluma ve çevresine ne katabilir ki?...

"Modern Toplum"un geleceği nasıl şekillenecek, bize düşen ödev ve sorumluluklar nelerdir?

Bu soru; her daim gündemimizde, güncelliğini koruması gerekmektedir. Bu yolculukta ise, bu kitap da okumamız gereken eserler arasında olmalıdır.

Kitaptaki anlatımlardan iki de alıntı yaparak sözlerimizi tamamlayalım:

5. Kısım (Tanrılaşan insan ve Geleceğin toplumu) bölümünde, 90. Sayfada; “Özneler arası gerçeklik, pek çok insanın inandığı ve hissettiği şeylerden oluşmaktadır. Bu noktada yazar (Harari) tarihte ve toplumda pek çok şeyin özneler arası olduğunu iddia eder. Eğer bir paranın, ortak bir alışveriş aracı olduğuna inanmasak, onun hiçbir değeri olmayacaktır, nitekim kâğıt parayı ne yiyebiliriz, ne de içebiliriz.”

“Sonuçlar” bölümünün, 160. Sayfasında ise: “Fukuyama, liberalizmin zaferini ilan etse de bir konuda bu sistemin başarılı olamadığını itiraf etmektedir. O da farklılıkların ve çeşitliliğin ‘tanınması problemi’dir. Liberalizmin bu noktadaki sorunlarına başka düşünürler de değinmişlerdir. Sözgelimi Will Kymlicka' ya göre liberal demokrasilerin ‘eşit ve evrensel yurttaşlık' ilkesi, etnik azınlıkların eşit düzeyde toplumsal katılımını sağlamada yeterli olamamıştır. Liberaller 'insan hakları' meselesiyle bu sorunun çözüleceğini ummuşlardır. Ama bu sorunlar ileri düzeye varmış insan haklarına rağmen devam etmektedir. Çözüm, ona göre şudur: Etnik gruplara "Azınlık hakları" tanınmalıdır. Azınlık hakları iki ilkeyle formüle edilmiştir: 1) Genel kurallardan muafiyet ve 2) Kültürel hakların devlet tarafından desteklenmesi ve geliştirilmesi. Fukuyama, soruna işaret etmekte, ancak bunun nasıl çözüleceğine dair somut bir öneride bulunmamaktadır.”

Sonuç olarak şu yorumu yapabiliriz: Bireysel iradeyi, insan onur ve erdemini, dayanışma ruhunu körelten hiçbir sistem; insani kodlar içermeyecek ve sürdürülebilir/kabul edilebilir olamayacaktır.

Bir toplumda ve onu tamamlayan, şekillendiren bireylerde; tarih bilinci oluşmadan, mevcut şartların değerlendirilmesi, geçmiş ile kıyaslama yapılması, geleceğin öngörülmesi noksan ve aldatıcı olacaktır.

Elbette ki, tarih bilincinin de beslenip bir kıvama gelmesi için; bilim, mantık, hukuk, sosyoloji, psikoloji, davranış bilimleri, arkeoloji, antropoloji, sanat, edebiyat gibi alanlardan da bilgi ve deneyim birikimine sahip olmak gerekir.

İlber Ortaylı hocamız; işte bize bu alandaki ihtiyaçlarımızı tedarik edecek, yazılı içerikler sunmaya devam ediyor. 339 sayfalık eserde, 50 başlık altında; yakın tarihte gerçekleşen olayların, arka planını, gerekçelerini, sonuçlarını, topluma yansımalarını, herkesin anlayabileceği bir dil ve metodolojiyle yazılı anlatıma çevirmiş durumda.

Hep şu örnek verilir; daha dün meydana gelen trafik kazasının on görgü tanığı da kazanın oluş şeklini farklı anlatabiliyorsa, yıllar önce yaşanmış ve anbean görüntü kaydı yapılmamış tarihi olayların yazılı aktarımının doğru olduğuna nasıl ve neden güveneceğiz? Üstelik insanlar inanç, ideoloji, etnik kimlik, sosyal misyon olarak tayfalara ayrıldığı bir dünya düzeninde, kimin, hangi tarihi gözlem ve değerlendirmesine güveneceğiz?

Elbette bu endişe, çekince, soru ve sorgular yerindedir. Tarihi olayları; bir laboratuvara alıp “doğru mu, yanlış mı” diye test edemeyiz. Matematiksel verilerle tartamayız. Fakat unutmamak gerekir ki; Sosyal bilimler de belirli literatür, terminoloji ve metodolojisi, kurallarına göre yürütülürse, bilimsel bir disiplin olarak kabul edilir.

Bir yurttaş, okur ve bilim sevdalısı olana düşen ise; aynı olayı, farklı kaynaklardan gözlemleyip; kendi kanaatini de katarak bir çıkarımda bulunmaktır. Her bilimsel disiplinin kendine has yorum şekilleri vardır. Hukuk felsefesi ve sosyolojisi birikimi olmayanın; sav, savunma ve hüküm kurması noksan olacağı gibi, Tarih felsefesinden yoksun bir tarihsel yorum da bağımlı/yanlı ve yanıltıcı olacaktır.

Aynı tarihi olayları, farklı ve benzer anlatanlarla da karşılaştık. İlber Ortaylı Hocamızın anlatımları; politik bir tatmin, ısmarlama bir yorum, magazinsel bir tartışma yaratacak içerik barındırmıyor. Bilimsel, edebi ve diplomatik bir üslupla yazılmış. Tatmin olmayanlar, başka eserlerle de karşılaştırabilir.

Bir alanın hakkını vermek; önce kendini bilmek, yetiştirmek ve haddini bilmekten geçer. “Aman yanlış anlaşılır” diye tarihi bir olayı gizlemek/çarpıtmak bizleri yanıltacağı gibi, “politika ve inanç eksenli ısmarlama tarihi yorumlar” da bizi geçmişimizden ve gerçeklerden koparır.

Tarihi anlatımlara ilgi duymayabiliriz. Okurken sıkılabiliriz. Ama tedavi için bize verilen acı ilacı içmemiz gerektiği gibi, tarihi geçmişe ilgisiz kalamayız. Bunun cezasını ve acısını; yaş ilerledikçe hissediyor insan.

Bilim, felsefe, tarih, sanat, edebiyat, hukuk ve sosyoloji alanlarından; bir akademisyen yoğunluğunda olmasa da her yurttaşın; yerel ve evrensel bütünlüğün bir parçası olabilmesi için istifade etmesi önerilir. Verimli okumalar dilerim.
Kitap, “Kadın Hikâyeleri” alt başlığıyla sunulmuş ve kadın eli/gönlü değmiş öyküler olarak ilgimi çekti. Çeşitliliği genişletme amacıyla, okuma tercihlerim arasına kattığım kitaplardandı.

Anlatım dili, akıcılığı, anlaşılırlığı ve betimlemeler; yazarın edebi deneyimini hissettiriyor. Yazarın biyolojik yaşının çok üzerindeki; gözlem, tasvir ve aktarımları beni şaşırttı açıkçası. Okuduğu ve dinlediği öykülerle; sanatsal olgunluğunu geliştirmiş olmalı.

Evet, yaşam dediğimiz; ister başarılarla süslensin, ister çile ve ıstıraplarla yıpranmış olsun, bir yokuşu inmek veya çıkmak değil midir? Düz gittiğimiz süreç; toplamda çok az yer kaplayacaktır. Farklı farklı kurgusal kahramanlarla kaleme alınmış öyküler de bize, inişli-çıkışlı olan yaşam sürecimizde ne tür olaylarla karşılaşabileceğimizi aktarıyor.

Portakal yokuşunda; durup nefes alabileceğiniz, yeni dünyalar tanıyacağınız, hayatın ortasından, belki de sizden öykülerle karşılaşacaksınız. Yokuşları düze çevirmek bizim elimizde olmasa da yolu ulaşılabilir kıvama getirmek, bireysel tercihlerimizin katkısıyla mümkündür.

Edebi anlatımlarda; ifade sanatları olarak anı, öykü, roman ve denemeler bize anlama/anlatma yeteneği kazandırdığı gibi, psikolojik olgunluk ve doyum objesi de sunmaktadır.

İyi okumalar.
yazımı okuyup, gerçekten anlayarak ifade bırakan, yorumlayan herkese teşekkürler. fakat olumsuz ifade ve/ya yorum bırakanların, bunu haklı, mantıklı yazılı bir gerekçeyle temellendirmeleri gerekmez miydi? kanatinizi nasıl ciddiye alıp değerlendirecekler?