Toplam yorum: 3.083.022
Bu ayki yorum: 2.702

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

29.10.2012

Tevhidin anlaşılması konusunda giriş mahiyetinde bir kitap. alintılar şöyle. Allah’a Allah’ın dediği gibi iman etmek zorundayız. Herkesin kendi kafasında ve kalbindeki Allah inancının geçerli olup olmadığının sağlamasını yapmak zorundadır. Bunu gerçekleştirenler dünyada zilletten izzete, ahirette hüsrandan saadete yükseleceklerdir. Allah (cc)’a imanını yine Allah’ın istediği şekilde düzeltmeyenler, hiç bir amelinin ve çabasını karşılığını alamayacaklardır. (s.5)
Rasüller niçin taşlandılar, niçin sürüldüler hiç düşündünüz mü? Evet, Rasullerin taşlanmasının, kovulmasının, reddedilmelerinin sebebi, “Lailahe illallah” demeleridir. Şu anda bizler de durmadan Lailahe illallah diyoruz, hem de hoparlörlerle bağırıyoruz. Yatarken Lailahe illallah diyoruz, kalkarken Lailahe illallah diyoruz. Dükkanımıza Lailahe illallah levhası asıyoruz, evimize ve arabamıza takıyoruz. Fakat bize veya diğer insanlara bundan dolayı ne bir kötülük yapılıyor, ne yerlerinden kovuluyor, ne de öldürülüyorlar. Evet niçin Lailahe illallah diyenlere dokunulmuyor? Çünkü anlamını bilmedikleri için. (s.10)
Bir kişi “Lailahe illallah” demekle, şunları demiş oluyor: Allah’tan başka ibadet edilecek, tapılacak, çekinilecek, korkulacak, bel bağlanacak, el açıp yalvarılacak, dua ve yalvarışlara cevap verip gereğini yerine getirecek, sığınılacak birisi yoktur. (s.12)
Risalet ve rasul olayını iyice idrak edemeyen bir toplum, dünyanın ne idiğini, kendisinin dünyaya niçin geldiğini asla idrak edemez. Bir insan için bundan daha büyük bir ziyan ve bundan daha büyük bir hüsran da olamaz.
Hal böyleyken bugünün insanı rasul olayını, peygamber olayını hiç de anlamışa benzememektedir. Rasul denilince akla kitlelerin gözünün önüne şöyle bir tip gelmektedir: Ak sakallı, güler yüzlü, mülayim, durmadan insanlara güzel öğütler veren, her gördüğüne va’zü nasihatte bulunan, insanları haramlardan sakındıran bir tip. İçki içmemeleri için berduşlara yalvaran, onlara içkinin zararlarını anlatan, ,içkinin yuvaları nasıl yıktığını izah eden bir insan. Hırsızlık yapmamalarını, bunun çok haksız ve çirkin bir iş olduğunu anlatan mübarek bir insan. Yine peygamber denilince bugünün insanının gözünün önüne, insanlara durmadan, fuhşiyattan ve zinanın kötülüğünü izah etmek ve insanları bu gibi kötülüklerden uzaklaştırmak için çırpınan bir kişi akla gelmektedir. (s.15)
Toplumda söz sahibi olan üst düzeyle bir alışverişi olmayan, onların işine gücüne karışmayan, toplumu yönlendirenlere, yönetenlere bir diyeceği olmayan bir tip. Kısacası, rasul denilince bugün sokağımızdaki, köyümüzdeki mülayim hacı emmilerin biraz daha gelişmiş bir şekli canlanmaktadır.
Diyeceksiniz ki, peygamberler böyle değil miydi? Evet, onlar belki şu saydığımız vasıfların bazılarına sahiptiler. Fakat rasullerin toplumun içerisinde kendilerini ortaya koyuşları, ortaya çıkışları, meydana çıkışları hiç de böyle değildir.
Eğer rasuller bu söylediğimiz tipte kişiler olsalardı o zaman Musa (as) ile Firavun arasında, Firavun’un toplumu arasında sürtüşme olmazdı. İbrahim (as) ile Nemrut arasında hiçbir kavga gürültü olmazdı. Rasulullah (sav) ile Mekke’nin Ebu Cehilleri arasında hiçbir olay olmazdı. Hatta, eğer rasuller bizim zannettiğimiz yapıda olsalardı Firavun’un Musa (as)’ı maaşa bağlardı, ödüllendirirdi.
O zaman anlaşılıyor ki, rasuller bizim gözümüzün önüne getirdiğimiz tipte insanlar değil. Bizim zannettiğimiz faaliyetlerle de işe başlamamışlardır. Rasuller Allah Teala’nın razı olmadığı toplumlara, Allah’ın rızası dışında yapılanma gösteren toplumlara, Allah’ın istemediği düzenlere gönderilmiştir. Toplumları bu çarpık yapılanmadan kurtarıp, bu çarpık yapılanmayı yıkıp yerine Allah’ın razı olduğu, arzu ettiği yapılanmayı, düzeni oluşturmak üzere gönderilmişlerdir. Allah’ın istemediği kemikleşmeleri, kireçlenmeleri eritmek için gönderilmişlerdir.
Rasullerin gayelerini en iyi anlayan insanlar da yine bunlar olmuştur. Düzenlerini yıkmak üzere gelen bu kişileri iyi teşhis etmişler ve onlarla mücadeleye başlamışlardır. (s.18)
Müslümanlar kendi gündemlerini oluşturmadıkları müddetçe başkalarının oluşturduğu gündem uğrunda verecekleri bütün mücadeleler boşuna gidecektir, ömürlerini ve nesillerini yiyip bitirecektir, bu husus asla unutulmamalıdır. (s.146)
Ve ömürler hafta hafta çalınır, dilimler halinde aşırılır, kotarılır. Kitlelerin ömürleri bu şekilde ipotek altına alınmıştır. Müslümanlık, işte bunu fark edebilmektir. (s.149)
Keramet ne Kerbela’dadır ne de Aşura’dadır, keramet Hz. Hüseyin’dedir. (s.154)
Niyetler istenildiği kadar halis olsun, eğer Allah ve Rasulünün emrettiği usule riayet edilmezse asla hedefe varılamaz. (s.161)
Geçmiş ulemayı değerlendirirken şu hususa çok az insan dikkat etmektedir: Zamanındaki yönetimler nasıl birer yönetimdi ve bu alimin o yönetimle alakası nasıldı, o yönetime karşı tavrı ne idi? Aslında bu husus çok önemli bir ölçüdür. Elbette sadece bu hususu göz önüne alarak bir alimi tamamen reddetme veya tamamen kabullenme durumunda değiliz. Bunun dışında bir takım menfi veya müspet yönleri var ise elbette göz önüne alınmalıdır. Fakat zamanındaki yönetimlere karşı tavrı, bizim için çok önemli bir ölçüdür. (s.164)
Bizler mutlaka şahıslarımızda tevhidi yankılandırmak zorundayız. Tevhid olayını artık okuyup yazmaktan ziyade bizler uygulama alanına geçirmeliyiz. Tevhid bizim için bir kültür zenginliği olmasın, folklorik bir özellik olmasın. Tevhid bizim hayatımız olsun. Bizden sonrakiler tevhidi bizden alsınlar, kitaplardan almasınlar.
İslam adına bidatlarla dolu bir dini hayat yaşayanları ikna edebilmek için onlardan çok daha fazla sünnetlere ve nafilelere sarılmak zorundayız.
Tarih boyunca sapık tarikatlarla, bidatlarla mücadele eden kişiler içerisinde en başarılı olanlar, karşısındaki insanlardan her yönüyle abid, müttaki ve mücahid olan kişilerdir. (s.175)
Allah’a adanmanın yolu, vaktini Allah (cc) ile geçirmekten geçer. Allah Teala ile geçecek en mükemmel vakit ise O’na ibadettir. (s.176)
04.04.2012

“İnanç/akide, aksiyoner/dinamik/süreklidir” üzerine yazılmış aynı zamanda bu yolda yürüyen insanlara hız kazandıran bir eserle karşı karşıyasınız. Niçin inanç üzerine bu kadar duruluyor sorusuna cevap arıyorsanız tam da yerine geldiniz. Hayırlı okumalar dileğiyle. Alıntılar şöyle:
Medine döneminde nazil olan surelerde henüz inanmamış olanlara değil, müminlere meteveccih akide ile ilgili sözlerin tekrar edilmesinden anlıyoruz ki akide, dersi verilip başka konuya geçilen herhangi bir ders gibi değildir. Bilakis akide sürekli verilen bir derstir.(s.22)
Kutub’un şu tesbitleri büyük ehemmiyet taşıyor: “Tarihin başlangıcından sonuna kadar insanlığın problemi, Allah’ın varlığını bilmemek ve herhangi bir şekilde ona ibadet etmemek olmamıştır. Aksine, insanların en büyük meselesi; Allah’ı hakkıyla bilmemek ve bu yüzden de O’na yaraşır şekilde ibadet etmemek olmuştur. Beşer fıtratı, kendiliğinden, indirilmiş bir kitap ve peygamber olmadan da Allah’a yönelir. Allah, insanı fıtratına Yaratıcıya yöneliş duygusunu bizim bilmediğimiz bir metotla lutfetmiştir. ” (s.25)
Osmanlının son zamanlarında bir Paşa, fizik ve kimyaya merak salmış ve mütevazı bir laboratuar kurmuş. Bir gün hizmetçisi burayı temizlerken şaşırmış. Cam çubuklar, kavanozlar, fanuslar, garip maddelerle dolu.
“Paşam” demiş, “Nedir bunlar?”
“Sen bilir misin” demiş paşa, “Ateş nasıl yanar, su nasıl akar?”
Hizmetçi cevap vermiş:
“Bunu bilmeyecek ne var paşam. Su ahar, ateş yahar.”
Donup kalan paşa, böyle bir mantığa bir şey anlatamayacağını düşünmüş ve üstelememiş. (s.41)
Şu husus, her zaman göz önünde tutulmalıdır ki, fertleri, cemiyetleri, milletleri kurtaracak ‘sihirli formüller’ yoktur. Büyük başarıların, faydalı reçetelerin temelinde yatan sır; sabır ve çileyle yoğrulmuş ‘uzun bir eğitim’dir.
Kendini düzeltemeyenler, cemiyeti düzeltemezler. Aleme nizamat vermenin yolu, ‘küçük alem’i ıslah etmekten geçiyor. (s.79)
Mesuliyet ve vazifenin takat getirilmesi güç ağırlığı, sadece nebilere ve velilere has değildir. Kur’an’dan aynı dersi alanlar, sıradan bir mümin gibi gözükseler bile, kabiliyetleri miktarınca mesuliyetin ağırlığını hissederler.
Asrı Bedîi, “Ümmet-i Muhammedi(asm) sahil-i selamete çıkaran sefine-i Rabbaniyede hademeleriz” demiyor mu?
Geminin mürettebatı uyumaz, uyumamalıdır. Herkesin rahat etmesi için, daima uyanık olmalıdır. (s.84)
Allah'ın veli kullarından Bünyamin Ayaşî Hazretleri, bazı zındıkların ihbar ve isnadları sonunda Kütahya kalesine hapsedilir. Bu arada, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman, stratejik bir önemi olan Rodos Adasını almak ister. Adanın kuşatması tam 7 ay sürer, ama bir türlü fetih müyesser olmaz. Padişahın yakınlarından birisi, “Padişahım, şu anda Kütahya Kalesinde Allah’ın veli kulu Bünyamin Ayaşî mahkumdur. Mazlum, masum olan bu zat hapishaneden çıkmadıkça biz Rodos’u alamayız. Çünkü sebep bu görünüyor” der. Hemen ferman yazılır ve Bünyamin Ayaşî serbest bırakılır. Bir gün sonra 1522 Aralık’ta Rodos fethedilir. (s.97; İA, 6/491)
“Huzur-u daimî”yi kazandıracak seviyede ve anlayarak okunacaktır. Eğer her an ve her zaman Allah’ın huzurunda olduğumuzu, O’nun bizi her an ve her zaman görüp gözettiğini bir şuur hali olarak hissedemiyorsak, istifademiz az demektir.
Açıkçası, derdi e devayı bilmek yetmemektedir. Onu nasıl ve kadar kullanacağımız da bilmek gerekir. Bir hastanın iyileşmesi için, hastalığı teşhis ve ilacı tesbitle birlikte ‘dozaj’ da çok önemlidir.
Demek burada iki mühim nokta var. Birincisi okumakta yoğunluk, ikincisi derinlemesine anlayarak okumak. Yoksa umumî bir göz gezdirme, sathî bit okuyuş, derdimize derman olamaz. Üstünkörü okumak, işin sadece sloganını yapmak ve âdeta ilacı içmek yerine, kapağını açmadan şişesini yalamak gibidir. (s.102)
İhlasla başarı çok yakından ilgilidir. Çünkü “İhlasla kim ne isterse Allah verir.” Başarılı etmek veya etmemek Allah’ın elindedir, ancak “Muvaffakiyet, niyet-i hâlisanın refikidir.” Yani, başarı ile halis niyet arkadaştır; Allah ihlaslı kimseleri umumiyetle muvaffak kılar. (s.106)
İnsanları bedbin edeni şevkini kıran, kendi içindeki ‘büyük gücü’ görememesidir. Her insan, gizli bir deha taşır. Ama, ya kabiliyetlerini inkişaf ettirecek bir ortam bulamamıştır ya kendisi, içindeki gücü, kuvveden fiile çıkaracak gayreti göstermemiştir ya da çevresi onu motive etmemiş, hep eleştirip korkutmuştur. Oysa Rabbimizin buyurduğu gibi “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 53/39) Edison, “Başarının yüzde biri zeka, yüzde doksan dokuzu terdir” der. (s.114)
“İhlas, şerde de olsa netice verir” sözü de, maksada ulaşmak için gerekli olan çalışmanın ehemmiyetini belirtir. “İhlasla kim ne isterse, Cenab-ı hak verir” manasındaki, “Men talebe ve cedde vecede/talep eden, talep ettiğini bulur” sözü de, mevzumuzu anlatan şaheser bir vecizedir. (s.116)
“İnsanların kalbini elde edin, aklı peşinden gelir” sözü bu noktada büyük ehemmiyet kazanıyor. (s.121)
Öyle sahabiler vardır ki mesela Bedir Gazasına katılamadığı için çok üzülmüş, çok yanmıştır. Üstelik geçerli mazereti olduğu halde âh etmişlerdir. Henüz Müslüman olmayanlar ise, yıllar sonra daha önce Müslüman olmadıklarına üzülmüşlerdir. Ama, o savaş gelip geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. Bunun acısını çıkarmak için, sonraki bütün cihatlara katılmışlar, olağanüstü fedakarlıklar göstermişlerdir. Ama, İslam’ın o ilk gazasına, o var olma-yok olma savaşına hiçbir cihat erişememiştir. Çünkü, Bedir Gazası öyle bir savaştı ki, biz bütün ömrümüzü Allah yolunda geçirsek, oradaki sahabinin sadece o cihattan kazandığı sevaba ulaşamayız.
‘Fırsatlar depo edilmez’ sözü ne kadar yerinde ve gerçekçidir. Her birimiz kendi hayatımızı bir sinema şeridi gibi gözümüzün önünden geçirsek, nice fırsatları kaçırdığımızı görebiliriz. Ama zamanı geriye döndürmek imkansız, o fırsatları yakalamak mümkün değildir artık. Yapılması gereken, ele geçen fırsatı, en verimli bir şekilde değerlendirmektir. (s.123)
Unutma! Problemler küçük insanların şevkini kırar, büyük insanların azmini artırır. (s.139)
30.03.2012

Bir arabayı kullanmanın kursu olur da bir aile kurmanın neden kursu olmaz. Anne baba olmak bugün sadece ailede alınan eğitimle yürütülmektedir. İşte bunu destekleyen, insanın aile konusunda nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda öncelikli kitaplardan birisiyle karşı karşıyayız. Hayırlı okumalar dileği ile kitaptan alıntılarla baş başa bırakıyorum:
Üstad Necip Fazıl, Peygamber Efendimiz’in “Dünyadan bana üç şey sevdirildi. Güzel koku, kadın, gözümün nuru namaz” sözleriyle ilgili olarak şu yorumu yapar: “Demek ki insanda olgunlaşmanın ana şubelerinden biri kadına ve evlenmeye meyl ve muhabbettir.” (s.11)
Kendilerine bir erkek ya da kızın huyu ve dindarlığı sorulan insanlar da doğruyu söylemekle görevlidirler. Adaletli bir şekilde kesin olarak bildiklerini söylemeleri gerekir.
Kays’ın kızı Fatıma Rasulullah Efendimize gelerek Ebu Cehm b. Huzeyfe ile Muaviye b. Ebi Süfyan’ın kendilerine talip olduklarını belirtti ve hangisiyle evlenmesinin kendisi için daha hayırlı olabileceğini Peygamber Efendimiz’e sordu. Efendimiz şu cevabı verdi: “Ebu Cehm sopasını kadınların üzerinden kaldırmayan (kadınları döven) bir kimsedir. Muaviye ise parasız pulsuz (ailesinin geçimini sağlamaktan aciz) bir züğürttür. Lakin sen Üsame ile evlen.” (Tirmizi) (s.34)
Yine Peygamberimiz “Size dînî ve ahlâkî yaşantısı hoşunuza giden kimseler geldiğinde, onları evlendirin, aksi takdirde yeryüzünde kargaşa ve büyük bir ahlâkî çöküntü olur.” (Tirmizi, nikah 3, H.No:1084) buyurmuşlardır. Bu hadisi şerifte çok büyük bir incelik vardır. Rasulullah Efendimiz dindar ve güzel ahlaklı kişinin tercih edilmesini istemiştir. Bu vesileyle her dindar gözüken kişinin gerekli güzel ahlaka sahip olamayabileceğine de dikkatimizi çekmiştir. (s.40)
Hayat ayna gibidir. Ona gülerek bakarsanız, o da size güler, ona somurtarak bakarsanız, o da size somurtur” diyen düşünür doğru söylemiştir. (s.63)
İslam büyükleri Allah’ın rızasını kazanmayı umarak daima affedici olmayı prensip edinmişlerdir. Şu olay ibret alınacak niteliktedir:
“Evin hizmetkarı, efendisi abdest alsın diye bir güğüm içinde ılıştırmak üzere kaynar su getirirken, ayağı takılır ve elindeki kaynar su evin küçük çocuğunun başından aşağı dökülüp, onun anında ölmesine neden olur. Hizmetçi korkudan titreyerek Al-i İmran 134. ayeti okur.
“Öfkelerini yenenlere ve insanların kusurlarını bağışlayanlara cennet hazırlanmıştır. Allah iyilik edenleri sever.”
O büyük üzüntü içindeki ev sahibi “Tekrar oku” der. Köle yeniden başlar. “Öfkelerini yenenlere” deyince ev sahibi “öfkemi yendim” der. “İnsanların kusurlarını bağışlayanlara” deyince “Seni affettim” der. “Muhakkak ki Allah iyilik edenlere sever” kısmını okuyunca ise
“Seni Allah rızası için azat ettim” der.
İşte Allah’ın, böylesine zor anlarda, böylesine affedici olabilen kulları vardır. Köle alim, sahibi alim ve her ikisi de Allah’ın rızasını gözeten insanlar olunca, en kötü bir olay bile en iyi bir şekilde sonuçlanabilmektedir. (s.65)
Sevgili Peygamberimize;
- Yâ Rasûlallah: Hangi kadın daha hayırlıdır? Diye sorulduğu zaman şöyle buyurdu:
- Kocası kendisine baktığı zaman (temizliği, güzel görünümü ve güler yüzü ile) kocasını memnun eden neşelendiren emrettiği zaman itaat eden nefsinde ve malında kocasının hoşuna gitmeyecek şekilde ona muhalefet etmeyen (karşı çıkmayan) kadındır. (Ebû Dâvud)
Özellikle kadınlar "Alan almış, almayan başından savmış, bunca yıldan sonra süslenip de ne olacak?" düşüncesine kapılmamalıdırlar. Temiz ve bakımlı olmak, güzel görünmek insanın kendisine ve eşine saygısının, sevgisinin, değer vermesinin bir ifadesidir. (s.95)
Hatayı söylemenin de bir yolu yordamı vardır. Şu hikaye ibret olarak önemlidir:
Padişahın birisi rüyasında bütün sevdiklerinin gözü önünde birer birer boğulduklarını görür. Sabahleyin dehşet içerisinde uyanır ve hemen rüya tabirinde en usta kişinin çağrılmasını ister. Hemen çağırılır ve gelir. Padişah rüyasını anlatır ve endişeyle sorar:
- Benim bu rüyam neye gelir? Adam;
- "Padişahım der pervasızca "Bütün sevdiklerinizin siz yaşarken gözünüzün önünde birer birer öldüklerini göreceksiniz.
Padişah beyninden vurulmuşa döner ve "Atın" der "bu şom ağızlıyı buradan" Aradan bir iki gün geçer. Bir türlü rahat edemez, huzur bulamaz, tekrar:
- "Bana çok iyi rüya tabir eden başka birisini getirin." diye emir verir. Bir başkasını getirirler, Padişah ona da rüyasını anlatır ve ne anlama geldiğini sorar. Tabirci:
- Ne mutlu size padişahım der. "Siz bütün sevdiklerinizden daha uzun ömürlü olacaksınız." Padişah bu tabire çok sevinir. Adamı ödüllendirir ve yollar.
Dikkat edilirse birinci adamın sözü ile ikinci adamın sözü aynı gerçeği dile getirmektedir. Sonuç itibariyle aynı anlama gelmektedirler. Ama söyleniş biçimi farklı olduğu için çok farklı etkiler ve dolayısıyla da tepkiler ortaya çıkmıştır.
Aynı gerçeği hem kırıcı bir şekilde, hem de kırmadan belirtmek mümkündür. Bir tenkit karşıdaki kişi incitilerek de yapılabilir, incitilmeden de. (s.104)
Özellikle eşler arasında yaşanan ve aile içinde gizli kalması gereken konuların başkalarına aktarılması haramdır. Şu olay ibret verici niteliktedir:
Bir kimseye boşanmak üzere olduğu hanımı hakkında sorarlar:
-Neden boşuyorsun?
-Aklı olan hanımının sırrını söylemez’ diye cevap verir. Aradan bir süre geçer, o hanımla ayrılırlar ve kadın başkasıyla evlenir. İlk kocası olan kişiye o zaman tekrar sorarlar:
-Sahi sen neden boşanmıştın?
-O artık benden ayrıldı gitti, başkasının hanımı oldu. Başkasının hanımı hakkında konuşmak bana yakışmaz’ diye cevap verir. (s.129)
Ashabın hanımları beylerini üzgün gördükleri zaman, -Hayrola derdiniz dünya için midir, yoksa ahiret için mi? diye sorarlardı. Eğer dünya için bir üzüntüleri varsa “Allah kaldırsın” diyerek teselli ederlerdi. Eğer ahiret için bir sıkıntıları varsa “Allah artırsın” diyerek dua ederlerdi. (s.131)
“Terbiye, kulu dinî ve dünyevî vazifelerini hakkıyla getirebilecek bir biçimde eğitmektir.” (Kınalızade Ali Efendi) (s.148)
19.03.2012

Kitap müslümanın para ile ilişkilerini, bu konuda eleştiri ve tavsiyelerden müteşekkil. Alıntılar şöyle:
Halis şeylerin tekrarında zevk vardır. Bunun için durmadan nefes alıp veriyoruz. Yeme, içme, yürüme, sohbet… Bunların hepsi tekrarlandığı halde usanç vermemektedir. Bu kitapta tekrarlarla karşılaşırsanız, biliniz ki onlar çok gerekli ve faydalı şeylerdir. (giriş)
Allah, insanlara sınırsız kabiliyetler vermiş. Eğer din göndermeseydi insanlar sınırsız kötülük işlerdi. Çünkü insan zevkine ve menfaatine bağlıdır. Bunlar için yapamayacağı iş yoktur. (7)
Sadece akıl doğruyu, gerçeği bulamaz. Çünkü akıl, su gibidir. Konduğu kabın rengini ve şeklini alır. En kötü insana da, en iyisine de akıl hizmet eder. Akıl, geometrideki noktaya benzer; nasıl ki bir noktadan sonsuz doğru çıkarsa, akıl da sonsuz fikir üretir, fakat hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilemez. Çünkü elinde bir ölçü yok. İşte din mihenktir.
Allah rızası Allah’ın emirlerine uymakla mümkündür. Allah’ın emirlerine uymada yani ibadetlerde para ve mal gibi şeyler önemli yer tutar. Her ibadetin içinde para, mal, mevki, şöhret gibi şeyler vardır.
Bedir savaşının pek çok hikmetlerinden biri de düşman kervanını vurmak, müşrikleri zayıflatmak, Müslümanları iktisaden güçlendirmekti. İslam tarihindeki ilk savaşın içinde iktisadi bir sebebin bulunması dikkatimizi çeker.
Hiçbir Müslüman iktisadın dışına çıkamaz. İnsanın ihtiyaçları, iktisat ile sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi, ihtiyaçların helalinden temini de önemli ve sürekli bir ibadettir.
Kur’an, cimriliği de israfı da haram kılmıştır. “Onlar harcadıkları vakit cimrilik de israf da etmezler.” Hadiste de “Zenginlikte, fakirlikte ve ibadette iktisat iyi şeydir.” Buradaki iktisat’tan maksat tutumluluk değildir. Zira hayırda israf, israfta da hayır yoktur. İslamiyet, hem kazandığımızı hem de harcadığımızı kendi ölçüleri dahilinde tutar.
Bir kısım İslam alimleri zenginliğin mi fakirliğin mi kendileri için hayırlı olduğunu bilmediklerinden: “Ya Rabbi, beni rızana muvafık noktada bulundur” diye dua ederlermiş.
“Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.” (s.12)
Her şey Allah’ın ihsanıdır. Bir kısım kimseler, Allah’ın ihsanlarını, Allah’a isyan etmekte kullanır. Allah, bu hususta kullarını uyarır.
Dikkat ediniz: Menfaat duygusu iptal edilemez; ya haramda veya helalde çalıştırılır.
Allah düşmanlarına düşman olan bir Müslüman, kendi öz günahlarına da düşman olmalıdır. İçtimai hayata bakan öyle sünnetler vardır ki, şahsi hayata bakan farzlardan daha ehemmiyet kesbeder. Mesela sabah namazında bir sürü farz vardır. Çeşitli sebeplerle kaçırdık, bu günah Allah’la bizim aramızda kalmıştır. Ama bir şahsa olan borcumuzu birkaç gün geciktirsek, bu durum aramızı açar. Hele bu günde… İstediği gün bankadan parasını alan Müslüman, tayin edilen günde alacağını almazsa, bir daha Müslüman kardeşine para vermez, böylece ittihad-ı İslam sarsılır, ümmet duygusu zedelenir millet mefhumuna gölge düşer. Herhangi bir ortaklık tesis edilemez.
Nasıl ki su alan gemilerden donanma olmazsa, günah işleyen kimselerden de İslami bir hayat gerçekleşmez. Geminin içine günah isimli düşman girmemelidir. Müslüman vücudu veya manevi hayatı camiler kadar temiz olmalı. Gayri müslimler de meyhaneye benzeyebilir.
Camilere giriyoruz, içki, kumar, dedikodu, yalan hile yok. Dışarıya çıkıyoruz. Tam tersi… Sanki camiler, İslamiyet’in hapishanesi hükmüne gelmiş. (s.13)
Ahirette cemaatler, partiler, aileler veya devletler muhakeme edilmeyecek. Her Müslüman kabir kapısından geçecek, ahiret sarayına çıkacak ve hayatının hesabını verecektir. (s.15)
Ey Müslüman, madem ki yeryüzü bir mescittir, öyle ise mescitte içki, kumar, yalan, hile olmaz. Bunun için çarşıyı, pazarı Müslüman etmek zorundayız. (s.37)
Tokat kalesinde bir top gördüm, ecdadımızın yadigarıdır diye sağına soluna bakarken 1860 yılı Almanya Krupp fabrikasında yapıldığını okudum. (s.40)
Ne zaman ki seccadeyle tezgah, tekke ile medrese, okulla cami birbirinden ayrıldı ise, o zaman Müslümanlar param parça oldu ve düşmanın ayağının Altına düştüler.
İşte insan, hayatının hesabını vereceğini düşünür ve buna inanırsa… Maliyenin varlığına inandığı kadar, Allah’ın ve Ahiret’in de varlığına inanırsa… Maliyeye hesap verdiği gibi Allah’a da hesap vereceğini düşünüp, o zaman atılan imzalar verilen sözler, alınan mallar inkar edilemez. O zaman Müslümanlar dünya ticaret imparatorluğunu kurar. (s.52)
Hz. Ömer (ra) Kudüs’ü aldığında Bizans askerlerini serbest bırakmıştı. Bunlardan bazıları Kostantiniyye’ye gitmek isteyince Emir’ül-Müminin şöyle cevap vermiş:
-Gidin kayser’inize söyleyin, eğer asker toplayıp, tekrar üzerinize gelirse, sizin dünyayı sevdiğiniz kadar, ahireti seven askerlerimle üzerinize yürürüm. (s.53)
Bize düşen vazife:
1.Herkes şahsını ve işyerini İslam’a uygun hale getirmeli.
2.Selamı aramızda yaymalı.
3.Müslümanı kötülemekten, muhalefetten, gıybetten vazgeçmeli.
4.Şirketleri yaygın bir hale getirip, her cemaatten, her partiden, her zihniyetten insanları orada toplayıp, ayrılıkların suni olduğunu göstermeli.
5.İslam ülkeleriyle alış-verişi artırmalı.
6.Doğru, çalışkan ve işini bilen Müslümanlar olmalıyız. (s.55)
Halbuki en kötü devlet, devletsizlikten daha iyidir. Bu sebeple yıkıcı değil, yapıcı olmak lazım. (s.64)
Zamanın kıymetini bilmeyen, kıymetsiz olur. (s.113)
Yıllar önce alim ve arif bir zata sormuştum:
-Hocam, müminle kafirin tarifini bir de siz yapar mısınız?
İki dizinin üzerinde doğruldu, elini uzatarak:
-Evladım, ben beni düşünür, sen de seni düşünürsen olu gavurluk… Ben seni düşünür, sen de beni düşünürsen, olu Müslümanlık! (s.114)
Hüsn-ü zannın yolu açıktır, su-i zannın yolu kapalıdır. Herkese Müslüman desek günaha girmeyiz fakat bir adama münafık veya benzeri kötü sıfatlardan birini yakıştırsak, isabet etmezsek azim günah alırız. İsabet edersek bir sevabı yok, çünkü şeriat-ı gara, münafığı veya kafiri teşhis ile bizi görevlendirmemiştir. (s.144)
11.01.2012

Kitapta, ‘Dinde zorlama yoktur’ ayeti, mürted, namaz ve zekatı terkedenlerin durumları inceleniyor. Yazar, tüm görüşleri ve delilleri değerlendirdikten sonra kendi tercihini de ortaya koymuştur. Halil Altuntaş Bey’e bu eserinden dolayı teşekkür ediyoruz.
Din toplumun temel dinamiklerinden biridir. Kendi içinde dine özgürlük tanıyan bir sistem, aslında kendi varlığını sürdürebilmesinin gereklerinden birini yerine getirmiş olur. İslam, zulmetmemeyi ve zulüm görmemeyi genel bir prensip olarak ortaya koyar. Din konusunda baskı yapmak şöyle dursun, en sapkın inanç unsurları hakkında bile çirkin ifadeler kullanmayı açık bir dil ile yasaklar. (s.14)
DİN HÜRRİYETİNİN DİNLER ARASI BOYUTU: ‘Dinde zorlama yoktur’(Bakara, 256) ayetinde söz konusu olan zorlama, bir dine girme konusunda yapılacak zorlamadır. Bu konuda üç görüş vardır: A-Ayetin hükmü yürürlükten kalkmıştır. Müslüman olmayan kimseler Müslüman olmaya zorlanabilirler.(s.20) B-Ayetin hükmü yürürlüktedir ve gayr-i müslimlerden belli bir kesimi kapsamına alır.(s.39) C-Ayetin hükmü geneldir ve yürürlüktedir. Bu görüş temelde Evzaî ve Malik b. Enes’e ait olduğu söylenebilir.(s.45) Kanaatimizce, ‘Dinde zorlama yoktur’ hükmünü hiçbir kısıtlamaya tabi tutmayan Evzaî ve Malik b. Enes görüşü Kur’an ve sünnetin verilerine uygun olan görüştür. (s.72)
MÜRTEDİN DURUMU: İrtidadın, İslam’a ve meşru düzene karşı başkaldırı niteliğinde bir etkinliğe zemin oluşturmadıkça, kişisel bir tercih konusu olarak değerlendirilmesi, Kur’an’ın ruhuna uygun bir yaklaşımdır. Topluma ve meşru düzene baş kaldırma niteliğindeki irtidat durumunda gündeme gelecek ölüm cezasının zemininde ise din değiştirme eylemi değil, bir savunma ve meşru düzeni koruma amacı yer almaktadır. Dolayısıyla, bu şartlar altında mürtede verilecek ölüm cezası da bir dine zorlama, ya da din hürriyetine aykırı bir tutum olarak değerlendirilmez. (s.81)
DİN HÜRRİYETİNİN DİN İÇİ BOYUTU VE İBADET ALANI: İslam’a göre hayatın, dini olan ve olmayan kısımları yoktur. Hayat bütünüyle dinin konusudur. Tüm sistemlerde olduğu gibi İslam da, uygulama planında bir takım yaptırımlar öngörür. Bazı cezalara ve yaptırımlara başvurur. Bu noktada İslam ile başka bir sistem arasında fark yoktur. Sosyal mekanizmanın işlemesini sağlayacak kurallar konusundaki yaptırımların din hürriyetinin ihlali şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. O açıdan faiz, içki, zina yasağı ve benzeri prensiplerin çiğnenmesi halinde öngörülen cezalar din hürriyeti alanının konuları arasında yer almazlar. Bu konulardaki yaptırımın arkasında din vardır diye, din hürriyeti müdahaleden söz edilemez. Çünkü burada başkalarının da hürriyetlerinin korunması söz konusudur. Yasaksız ve yaptırımsız bir sosyal hayat düzeni sağlamak mümkün değildir. (s.84)
NAMAZ ÖRNEĞİ: İslam’ın temel esaslarından biri olan namazın farz olduğuna inanmayarak kılınmayışının, kişiyi dinden çıkaracağı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedirler. Tıpkı namaz gibi, farz oluşu kesin delillerle bilinen diğer esaslar da böyledir. Zira Kur’an’ın bir ayetini, ya da bir hükmünü inkar etmekle eş değerdedir. Bu durumda bulunan kimseye irtidat/dinden çıkma hükümleri uygulanır. Farziyetini inkar etmeksizin, sırf tembellik sebebiyle namazı terk eden hakkında İslam bilginleri farklı görüşleri sahip olmuşlardır.
a.Namazı Kasten Terk Edenin Kafir Olacağı Görüşü: Ahmed b. Hanbel namaz kılmayanın kafir olacağı ve bu yüzden öldürüleceği görüşündedir. (s.89)
b.Namazı Terk Edenin Kafir Olmayacağı fakat Öldürüleceği Görüşü: Şafii ve Malik b. Enes’e göre namazı kasten terk eden kafir olmaz, ama öldürülür. (s.95)
c.Namazı Kasten Terk Edenin Kafir Olmayacağı, Öldürülmeyeceği, Fakat Tazir Edileceği Görüşü: En ılımlı yaklaşıma sahip olan Hanefilerde, başta Ebu Hanife olmak üzere bu mezhep bilginleri namaz kılmayanın kafir olmayacağı ve kılmamakta direnenin öldürülmeyeceği görüşündedirler. Ancak, onlara göre namaz kılmayan kendi haline bırakılmayıp cezalandırılır. Cezalandırma yöntemi, namaz kılıncaya kadar hapsetmektir. Hapse ilaveten kan çıkıncaya kadar dövüleceği de kaydedilmekte ve bunun mezhepteki temel görüş olduğu ifade edilmektedir.(s.112) Kısaca, namaz kılmayanın kafir olmayacağı ve öldürülmeyeceği yönündeki Hanefi ekolü görüşü bizce doğru görüştür. Ancak aynı ekolün, namaz kılmayanın hapis ve dövme yoluyla tazir edilmesi gerektiği şeklindeki görüş üzerinde söylenecek sözler vardır. Zira namaz zekatın aksine, kamuya ilişkin maddi yükümlülük getiren bir konumda değildir. Tamamıyla kişisel ve ahlaki bir özelliktir. Belli düzendeki bedensel hareketlerin ibadet olarak gerçekleşmesinde niyet hayati bir fonksiyona sahiptir. Zorla kıldırılacak namazın, kendisinden beklenen sonuçları vermesi imkansızdır. Bir noktada, yapılan işin namaz olduğunu söylemek de zorlaşır. O halde yapılması gereken şey her konuda olduğu gibi burada da Hz. Peygamber’i örnek almaktır. Her fırsatta namazın önemini vurgulayan öğütlerde bulunmuş olmasına rağmen onun, namaz yüzünden hiç kimseyi öldürdüğüne, ya da hapsedip dövdüğüne şahit olunmamıştır. Namaz kılmayanı öldürmek, hapsetmek, dövmek yerine onun namaz kılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasına özen gösterilmelidir. (s.118)
ZEKAT ÖRNEĞİ: Hz. Peygamber’in vefatı üzerine baş gösteren irtidat olayları sürecinde, Hz. Ebubekir, zekat vermek istemeyenlere karşı savaşmıştı. İrtidat edenlerin zekat ödemesi söz konusu olmadığına göre Hz. Ebubekir’in ifade ve uygulamasını o yıl için tahakkuk etmiş zekat borcunun tahsili yönündeki irade ile yorumlamak gerekir.Olay bu yönüyle,gerektiğinde zekat vermeyenlere savaş açılabileceğini gösterir. Aynı zamanda ibadet oluşundan hareketle zekatın zorla alınması, din hürriyeti açısından bir zorlama olarak ele alınamaz. (s.122)
SONUÇ: Kur’an ve sünnetin verilerine göre, mutlak anlamda şirk dahil- küfür savaş sebebi değildir. Tebliğ temel prensiptir. Savaş, gayrimüslim tarafın her türlü tecavüz ve düşmanlıklarda bulunması ve tebliğ görevine engel olunması durumunda meşrudur. (s.123)