Toplam yorum: 3.086.295
Bu ayki yorum: 5.982

E-Dergi

Şural Tarafından Yapılan Yorumlar

16.01.2014

Üniversiteden hocam Haluk Dursun Bey'in taze çıkan bir solukta okumalık "İncir Çekirdeği" eseri, hatıralarla bezeli onlarca konunun müthiş bir dil ve üslup ile işlendiği tam bir Kırk Ambar!
01.05.2013

Yanılmıyorsam 91 yılı idi.
Raskolnikov’un müthiş öyküsü ile tanışmıştım ilk defa Dostoyevski ile.
Suç ve Ceza’yı –hala o güzel uygulama devam ediyor mu bilmiyorum- Pazar günleri sahafların mesken tuttukları Kadıköy sokaklarındaki bir yaşlı amcadan almıştım.
Klasiklerin onlarca yayınevi tarafından basıldığını(yazarın ölümünden 75 yıl sonra telifin kalkması sebebiyle) ama aslına en yakın olanı okuma adına belli yayınevlerinden alınmasının da şart olduğunu biliyordum.
Bu bilinçle, göze hoş gelen inceciklerden değil de tuğla kalınlığındaki 2 cilt halinde olanı tercih ettim.
Ve de 2 günde bitirdim.
Aradan 20 yıl geçmişti ki, geçtiğimiz günlerde Suç ve Ceza’nın Radyo Tiyatrosu’na tesadüf ettim.
Tevafuka bakın ki, elimde de Stefan Zweig’ın Satranç’ı vardı.
Tevafuk dedim, çünkü daha çok biyografi yazarı olarak bilinen ve Balzac, Dickens, Tolstoy, Nietzche, Stendhal, Magellan, Erasmus gibi pek çok ünlünün hayat öyküsünü kaleme alan Zweig’ın belki de en hacimli ve derinlemesine tahlillere sahip eseri Dostoyevski ile ilgili olanıdır.
Bir yandan Satranç’ı okumaya, yürüyüşe veya alışverişe çıktığımda da Suç ve Ceza’yı dinlemeye koyuldum.
Kadim kuralım elbette hala geçerli.
Matbu halinde okumadığım bir eserin asla ve kat’a ne filmini seyrederim ne de radyo tiyatrosunu-sesli kitabını dinlerim.
6 saatlik tiyatro ile Raskolnikov ve ailesi-tefeci kadın ve kardeşinin başında örgülenen ve aslında Dostoyevski’nin o zamanlardaki halet-i ruhiyesinden çok derin-net çizgiler taşıyan öykü ile tekrar hatırladım yıllar önceki eseri.
Ve 70 sayfalık Satranç’ta da aslında okuduğumuz Zweig’ın kendi duygularıdır, hissettikleri ve karamsarlıklarıdır.
Kitabın kapağını kapatıp, ses-çalarımın stop düğmesine bastığımda şöyle bir düşündüm:
Esasında Zweig’ın Satranç eseri de çok rahat Suç ve Ceza gibi 2 belki 3 cilt olabilecek içeriğe sahipti.
Ama doğru ya…
Yahudi asıllı Avusturyalı Zweig’ın acelesi vardı.
Dünyadan ümidini kesip eşi ile beraber uyku ilaçları ile intiharından sadece 1 yıl önce yazmıştı bu eserini.
Ve çok önceden planladığı intihar kurgusunda-ilk eşine de beraber intihar etmeyi teklif ettiği yazılır- bilinçli ilerlemekteydi.
Ve hiç de sürpriz olmayacak şekilde, kitaplarındaki pek çok figür gibi gönüllü ölümü tercih etmişti.
Virginia Woolf gibi ceplerine taş doldurup yürümemişti denize doğru.
Kravatını takmış, veda mektubunu yazmış ve birlikte iki kutu ilacı içtiği eşi ile yataklarında, sarılmış halde veda etmişti bu dünyaya.
Yazık, çok değil 2 sene daha sabredebilseydi; onun ve uygulamaları yüzünden intihar ettiği Adolf Hitler’in metresi ile intiharının romanını yazıyor olacaktı belki de… Hem de büyük bir keyifle.
Zaten Satranç’ın son bölümünde alt üst olmuş psikolojisinin, karamsarlığının ve ümitsizliğinin izlerini ayan beyan görüyorsunuz.
Satranç metaforu üzerinden hiç’liğe, ümitsizliğe, işkenceye, Hitler’in acımasızlığına, bir tebessümün esirgenmesine bol bol göndermeler var.
Hayatın herhangi bir safhasında iyi olanın kazansa da sonunda mutlak kötünün mat yapacağını yazar Zweig…
Keyifli, sürükleyici.
Gel gelelim, “Satranç” ın da sergüzeştinde anlaşılamamak, hatta onun ötesinde ulaşılamamak vardır.
Malumunuz, bazen eser isimleri(hatta kapakları vs.) satış ve okunurlukta ciddi etken olabiliyor.
Elbette klasik boyutuna çıkmış yazarlarda okuyucu bunlarla çok ilgilenmese de ve de adrese teslim okusa da, yeni başlayanlar için bu bir realitedir, etkendir.
Raflarda dolaşırken satranç ismini görüp pas geçen çok kişi olduğunu tahmin ediyorum.
Bizden bir örnek verecek olursam; yakın tarihimize ve edebiyat dünyamıza ışık tutmak adına çok önemsediğim Münevver Ayaşlı’ya bir bakmanızı rica edeceğim.
Münevver Hanım’ın en bilinen ve de okunan eseri “İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim” dir.
Okuyucu, bunun bir hatırat olduğunu bilir ve hemen alır.
Hemen hemen aynı formatta bir eseri daha vardır ki hiç bilinmez.
“Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru”
Çünkü bu ismin ne çağrıştırdığını okuyucu kavrayamaz ve tabir-i caizse pas geçer.
“Efendim, kapağını açıp şöyle baksa” diyenleriniz olacaktır muhakkak ama ben de size derim ki Bkz. İnternet üzerinden satış rakamları…
İşte; Yahudi kökenli Avusturyalı Dr.B, köyünün sınırlarını aşamayan asosyal dünya şampiyonu Czentovic, zengin ve para ile her şeyi yapabileceğinin doğrultusunda yaşayan McConnor ve yine Avusturyalı “ben-anlatıcı” nın bir gemide geçen hikâyesinin eseri “Satranç” da şahsi kanaatimce aynı sıkıntıdan muzdarip/tir.
Hulasa…
Bu sıcak yaz günlerinde evinizin balkonunda veya şöyle serin bir kafede, ister soğuk bir soda veya sıcak bir çay eşliğinde 2 saatinizi ayırın…
Satranç’ı elinize alın ve bitirin.
Müthiş keyif alacaksınız…
Garantimdir efendim.
14.04.2013

İrfan Orga ismini, kadim bir dostumun onun “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” kitabından bahis açtığı güne kadar hiç duymamıştım.
Bu aralar okumalarımı “yakın tarih ve anı-hatırat” türü ile alakalı eserlere yoğunlaştırdığımdan, eseri hemen sipariş ettim.
Ve akıcı-hoş anlatımının da etkisi ile bir solukta bitirdim.
Eser, ilk bakışta – elbette dil olarak onun kadar edebi olmasa da – Gündüz Vassaf’ın “Annem Belkıs” ını anımsattı.
Nihayetinde 1908 doğumlu İrfan Orga eserinde uzun uzadıya ailesini ve bilhassa anne ve babaannesini anlatıyordu. (Babası daha kendisi 7 yaşında iken Çanakkale’de şehit düşer.)
Bir başka yönden ise Ayşe Kulin’in “Adı Aylin” ini hatırlattı bana.
Sonuçta, bir Türk subayının yurt dışında devam eden ve biten – hadi “katil uşak” diyerek tadınızı kaçırmayayım ama ufak da bir ipucu vereyim – İrfan Orga’nın da akıbeti, Aylin Radomisli gibi neticeleniyordu. Bir de yabancılarla evlilik bahsi…
Ve yine öykü, Ayşe Şasa’nın “Bir Ruh Macerası”nda kaleme aldığı otobiyografisini akla getiriyordu.
Üzücü olanı, Ayşe Hanım kadar şanslı-dualı olmaması ve… Hım, kelimeleri doğru seçeyim ki, sizin okuma serüveninizin tadı kaçmasın; Ayşe Hanım gibi değil diyerek geçeyim. Sadece Ayşe Şasa-anne ve İrfan Orga-babaanne ilişkisi çok benzer…
Ve belki de, Cahide Sonku “Peçete Kâğıdındaki Hatıralar” ve Belgin Doruk desem daha doğru.
Hoş, bu son iki isim daha çok annesinin hayat öyküsüne uyuyor.
Dönelim esere.
Zengin bir ailede başlayan öykü.
Dünya Savaşı ile başlayan zor yıllar.
Kuleli-Harbiye.
Her şey tamam derken evlilik. Yurtdışı. Ve 62 yıllık bir hayat.
Bu eser İngiltere’de 1950’de yayımlanıyor. Ülkemizde ise 1994’de…
Eserde bariz tutarsızlıklar var.
Bir defa, eserde yayıncının yaptığı değişiklikler göze çarpıyor.
Zaten, yaşamak için yazmak zorunda olan ve yazdığının da satması gereken İrfan Orga’nın bu tür telkinlere “sanatım, gururum” diyerek karşı çıkma lüksü bulunmuyor.
Ve yayıncı da, esere – aşk, batıl tasvirler, 3 yaşında bir çocuğun hatırlama imkânı olmayan detaylar, İslam’ı kötüleme vd – gibi pek çok bölümü ustalıkla “yediriyor.”
Belki de devamını yazmayı planlıyordu, çünkü bitişi onu gösteriyor ama ömrü mü vefa etmedi; umudu mu kırıldı bilmiyorum.
Üzücü olanı, yıllardır ve hala yurtdışında bizi, Osmanlı’yı, geleneklerimizi anlatan eserler bunlar oluyor.
Halide Edip’in “Sinekli Bakkal” ı oluyor, Orhan Pamuk “Benim Adım Krımızı” sı oluyor.
Sonra da “Midnight Express” çekildi diye kızıyoruz.
Uzun mesele… Can sıkıcı bahis…
İyisi mi; akıcı olan ama vasat çevrilmiş, sübjektifliği asla kulak arkası edilmeden okunabilir bir eser.
Bilhassa bir yolculuk için ideal bir eser.
09.01.2012

2011'de kaybettiğimiz Kırımlı yazar Cengiz Dağcı'nın okuduğum ilk eseri.
Eserlerinde, özellikle Kırım Türkleri'nin Ruslardan gördüğü zulmü anlattığını duymuştum.
O niyetle başladığım kitap, ilk olarak konu noktasında beni yanılttı.
Ölüm ve Korku Günleri, 2. Dünya Savaşı yıllarındaki Polonya'da yaşayan 23 yaşındaki Teresa Zoromb'un dilinden anlatılmış.
Almanların saldırılarını ve bir şehrin-Varşova, bir mahallenin -Sliska, korku günlerini anlatıyor.
Biraz "Hayat Güzeldir"i, biraz da "Piyanist"i hatırlatan tatlar var.
Ama nedense yazar, eseri içerisinde Peyami Safa kitaplarına benzer, Hilmi Yavuz'dan çok, Ahmet Altan'dan az müstehcenliği sıklıkla işlemiş.
Yerli yersiz tasvirler, açık seçik anlatılan gayri meşru ilişkiler derken eserden ama daha da önemlisi yazardan az biraz soğudum.
Son eleştirim de kitabın sonuna. Maalesef eser, havada sayılabilecek şekilde okuyucuya veda ediyor.
Akıcı mı? Evet, yiğidi öldür hakkını yemem baından; belli yerlerde takılsa ve sıksa da akıcı.
Ama dediğim gibi beklentimin ve de hayalimin altında ve ötesinde bir eser...
17.08.2011

Haluk Sena Arı Hanımefendinin, mübarek Ramazan Ayının atmosferine de uygun iki kitabını 2 günde bitirmek nasip oldu.
Eser, aile hayatı adını taşısa da, genel olarak eski Osmanlı’daki adetler, insanlar, mekanlar üzerine kalem alınmış.
O devrin sokakları, esnafı, evleri, terbiyesi, ikramları, düğünleri, sünnetleri, cenaze ve doğumları, ev ziyaretleri vb. gibi onlarca bilgi mevcut. Yine şerbetçiler, macuncular, tulumbacılar, makaracı-iplikçiler sayfalar arasında tatlı tatlı geçit töreni yapıyor.
Bir solukta, bir oturuşta okunacak bir eser.
Yine de söylemeden geçemeyeceğim bazı hususlar var. Bunları dile getirirken içim çok rahat olmasa da, daha geniş kitlelere ulaşma adına yaptığımı düşündüğümden nispeten vicdanen müsterihim. Aynen “Edep Mektebinden Hatıralar” eserinde olduğu gibi kapak seçimi, dizgi, seçilen resim-fotoğrafların kalitesizliği, konu ile ilişkili olmamaları, bölümlerin tanzimi ve kurgusu gibi pek çok konu ki burada iş biraz da yayınevine düşüyor, eser bazı sıkıntılar yaşıyor. Ve bence yine yayınevi editoryası, üslup-dil noktasındaki didaktiklik ve tercih edilen “ikinci çoğul şahıs” kipine de müdahale etmeliydi. Üslup-dil demem şu noktada, eğer o günleri anlatıyorsanız, dilde tamamen sadeleştirmeye gitmek ve günümüz Türkçesi ile yazmak biraz zarf-mazruf uygunsuzluğuna yol açıyor ve sırıtıyor. (Bunların pozitif örnekleri için Münevver Ayaşlı ve Samiha Ayverdi Hanımlar ile Ahmet Yüksel Özemre Hocanın eserlerine bakılabilir.) Eğer bu hususlar ele alınır ve tekrar baskılarında düzeltilirse, kanaat-i acizemce eser hak ettiği çok daha güzel yerlere gelir. Esasen bu bir vecibe, çünkü kökü mazide olan bir ati olmak adına bu ve benzeri eserlere gençlerin, orta yaşlıların ve o dönemlerin son demlerine yetişmişlerin çok ama ihtiyacı var.