Kitabı okuyup bitirdikten sonra ne anladığıma karar veremedim. Ne devşirmiştim bu eserden, ya da müellifi bu eseri kaleme alırken hangi amacı gütmüştü. Ne vermek istiyordu talibe? Yoksa sadece süsleme sanatını mı kullanmıştı? Elime tekrar kitabı aldım genel başlıklarına baktım, birkaç isim ve yine kitabın sayfaları sağ elimden sol elime kayıverdi.
Kitabın iki kahramanı İsmail Şah ve Sultan Selim niçin savaşmıştı peki? Rutin bir iş miydi ki savaşmak? Tarihin tozlu ve küflü sayfalarında yad edilmek için mi, yoksa inançları uğrunda mı savaşmışlardı? Şia( ya da Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik) ya da Sünni akım mı inancı uğruna bir müslümanı katletmeyi emrediyordu. Sahi iki taraf karşıdakini Müslüman olarak görüyor muydu ki? Müslümanlık ama gerçek Müslümanlık hangisinin inandığıydı? Kutsi Nebi ve yıldızlar gibi parlak olan sahabisi ve kutublardan sonra kim katıksız Müslümanlığı yaşıyordu da herkes birbirini sapkın olarak ilan ediyordu. Kerbelaya kim daha çok üzülüyordu Kızılbaşlar mı Sünniler mi?
Yazar bu muamma karşısında hayrete düşmüş kendisi de bu muamma içinde gidip geliyordu. Zira kendi kahramanı olan Hüseyin Can Kızılbaştı ama Sultan’ın yanındayken Şah’ı, Şah’ın yanındayken Sultan’ı düşünüyordu. İskender Pala’da Şah’ı anlatırken Sultan’ı, Sultan’ı anlatırken Şah’ı önceliyordu. Kimin yanında olduğumda doğru yapmış olacağım diye ikilem yaşanıyordu, kitapta.
Ya İsmail Şah’a sadakati gün gibi aşikâr olan Begüm Hatun yerine yine ikilem ya da daha fazla git gel yaşayan Bihruze(Taçlı) Hatun’un aşkının bütün esere yayılmasına ne demeli. Evet, biteviye eserde yazar ikilem üzerinden hakikatin kanatlarını çırpıyordu. Tek kanatlı değildi hakikat kuşu. Bir bülbül kadar narin bir kartalın kanatları kadar genişti hakikat kuşu kanatları. Adildi bu kanatlar. Tebriz’de Şah İsmail’in Sünnilere reva gördüğü zulümler de Sultan Selim’in Çaldıran’a varasıya kadar Kızılbaşları yaftalaması da payını alıyordu kınanmaktan.
Kitapta sürekli bir vurgu vardı esasında. İkisi de Türk ikisi de Müslüman ne gerek vardı ki bu kıyıma. Ne gerek vardı Çaldıran’a diye. İhtiras ve insan nefsinin dünyayı yutsa “daha yok mu?” yaratılışı. Doymamak. Yazar bu nedeni de heybesinde tutarak sürekli soruyordu ne gerek vardı?
Bazen kitabı okurken bu çelişkiyi unutup ikileme gönlünü kaptıran bütün çelişenlerin ve ikilemdekilerin gönlünü kaptırdığı Taçlı’nın gönül serüvenine kapılıyordu insan. Aşk her yerde vardı, savaşlarda bile. En güzeli de dünyevi bir kavuşmanın değmediği aşklardı galiba. Sahi aşk neydi ki kavuşamamak mı yoksa gönlüne taş bastırıp ebedi bir kavuşmaya adanmak mı!?
Romandaki yer tasvirleri beni tekrar acem mülküne götürdü. Bu sefer hikâyesini bilerek gezeceğim oraları dedim. Gök Mescit’i, Heşt Behişt’i, Çihel Sütun’u, Mehran Nehri’ni.
Sultanın ya da Şah’ın yaverlerinin ağzından da olsa yapılan zulümleri Hükümdarlığın gereği olarak görmek sanırım kitapta beni en çok rahatsız eden şeydi. Kamber Can’ın “Saltanat sürmek için acımasız olmak lazım gelirmiş” sözü gibi.
“Ezelden harekete geçen eşya (…)”[1] sözü de kulakları tırmalayan başka bir sözdü.
Roman çok akıcı bir üslupla insanı alıp götürüyor. Ve hiç bırakmıyor. Şah ve Sultan’dan öte Taçlı’nın aşkı arayışı ya da bulamayışı belki de asıl aşkı buluşu tüm satırlarda yüreğinizi dilinize yoldaş ediyor.
Galiba su akıcılığında bir üslup ve su azizliğinde bir aşk hikâyesi demek lazım kitaba.