Toplam yorum: 3.079.423
Bu ayki yorum: 6.301

E-Dergi

zafer saraç

1980 yılında Elazığ’da doğdu. İlk orta öğrenimimi aynı ilde tamamladı. Laboratuar, Biyoloji ve Tarih eğitimi aldı. Biyoloji bölümünü derece ile bitirdi. Tarih bölümünü bölüm ve fakülte birinci olarak tamamladı. 2019 yılında "Bazı Çin Seyahatnameleri Üzerine Bir Değerlendirme (MÖ 139- MS 984)" isimli tezi ile Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'de Yüksek Lisans öğrenimini tamamlayarak mezun oldu.2015 yılında arkadaşlarıyla beraber Elazığ'da Telmih Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat dergisinin kuruluşunda görev aldı. www.kitapsuuru.com sitesinin genel yayın yönetmenliği, Telmih dergisinin editörlüğü görevini yürütmektedir. Yayımlanmış Seyahat Diyen Kitaplar isimli bir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli yayın organlarında yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.

biozafer Tarafından Yapılan Yorumlar

Bazen insan duygularının mitolojiye yansıması korkunun ürünleri şeklinde tezahür eder. İnsan, korkusunu afişe etmek adına efsaneleri ve masalları diline pelesenk eder. Her efsane ve masal nesilden nesile dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelir. İlk aşamada mitolojilerin içindeki ezoterik mesajlar merak edilir. Mesajlardan çıkarılacak dersler geçmişin deşifre edilmesini kolaylaştırırken, geleceğin nasıl bina edileceğine dair doneleri okuyana verir. Ama çoğu zaman masal ve efsane sathi değerlendirilerek, sıradan olarak yorumlanır. Fakat bazı eserler vardır ki mitolojik ürünlerin sadece basit bir çocuk eğlencesi olmadığını kanıtlar. İrfan Polat’ın Türk masal ve efsaneleri üzerinde detaylı çalışarak bina ettiği eseri; esatire hakkını verecek tarzda kaliteli bir çalışmadır.

Eserde ilk olarak masalları ve efsaneleri üreten beyinlerin ruhi potansiyeline yoğunlaşılır. Tabii eserin araştırma sahası düşünüldüğünde bunun eserin girişi için biraz farklı bir tarz olduğu düşünülebilir. Fakat kökeni aşikâr etmek için insan duygularının yapılanış şeklinin genel kaidelerle çizilmesi gerekmektedir. Bu yüzden Polat, korku ve insan ilişkisi üzerinden tespitlerini sunar. Bu yüzden eserin ilk kısmı korku, kaygı, anksiyete, korkuyla başa çıkma yolları, günlük hayatta korku gibi alt başlıkları içerir. Zira insan ruhunun dışa yansımasını ifade edebilmek için içe dönük bir yaklaşımla insan ele alınmalıdır.

Korkunun içten dışa doğru çıkan argümanları ise olağanüstü güç ve varlıklarla şekillenen söylencelerde ortaya çıkar. İnsan diş bileyemediği ve çekindiği her gücü dilinde efsaneleştirir. Artık merkezi korku olan insanın yüreğini titreten binlerce anlatı sözlü edebiyatımızdaki yerini almaya başlar. Yazar İrfan Polat burada devreye girer. Türk masal ve efsanelerindeki olağanüstü güç ve varlıkları isim isim tarayarak eserini oluşturur.

Türk edebiyatında böyle bir eserin boşluğunu yazar da hissetmiş olmalı ki kimsenin gözünün kesmeyeceği bu fazlasıyla güç çalışmayı kemale erdirmeyi amaç edinir. Zira yazılı metinlerin kontrolü bir yana binlerce sözlü anlatının taranması, söz varlıklarının kataloglanması ve takibi ziyadesiyle güç bir iştir. Özellikle kültür varlıklarının sözlü açıdan genişliği düşünülürse; yapılan işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Yazarın da eserin birkaç yerinde belirttiği gibi yaklaşık incelenen ve taranan sözlü yazılı materyal sayısı on bini bulmaktadır. Bahsi geçen binlerce motifi tasnif etmek çoğu zaman ekip aracığıyla tamamlanan külfetli bir iş gibi durur.

Her ne kadar Türkiye sahasındaki demonolojik (insan ve Tanrı arasında iyisi kötüsü olabilen) ve diabolojik (şeytani) varlıklar hedeflenmişse de yazarın akademik dilinden anlaşıldığı kadarıyla daha geniş bir taramanın izleri belirgindir. Zira Anadolu sahasındaki olağanüstü bir varlık anlatılırken Türk mitolojisi ve dünya mitolojisindeki benzerlerinin izlerinden ortaya çıkan bulgularda yazar tarafından dile getirilir. Komşu kültürlerin etkileri ve Türkiye sahasının farklı noktalarında görülen benzerlikler bu açıdan fazlasıyla önemlidir. Zira eserde varlıklar ve söylenceleri arasındaki benzerlik ve farklılıklar da layıkıyla kritik edilir.

Yazar çoğu zaman ele aldığı varlığı özgün yönleriyle tanıtmaya gayret eder. Her varlık ve güç için ortaya koyulan özellikler, davranış şekilleri, korku argümanları, varlığın görüldüğü bölgeler, varlıkla insani mücadele öğeleri belirtilir. Bu sayede Türk halk kültürünün unsurları ortaya çıktığı gibi, evrensel manada insanoğlunun korku faktörüne karşı geliştirdiği yaklaşımlar da aşikâr olur. Ayrıca her varlığın isminin etimolojik çözümlemesinin yapılması, varlığın mitolojik kökenini daha da netleştirir.

Eser dört bölümden oluşur. İlk bölüm yukarıda izah edildiği gibi korkuya ayrılmıştır. İkinci bölümde ise varlıklar ve güçler ayrı başlıklar altında anlatılmıştır. Üçüncü ve dördüncü bölümler ise kataloglanmaya ayrılmıştır. Yani ilk aşamada varlıkla ilgili genel geçer bilgiler verilmiş, sonrasında katalogda ilgili başlık altında efsane ve masalda varlığın isminin geçtiği motif direkt özelliği üzerinden alıntılanmıştır. Kataloglanma sonucu elde edilen sayısal veriler, tabloyla sunulduğu gibi bazen eser içerisinde varlığın Türk efsane ve masallarında kaç kez geçtiği belirtilmiştir. Misal 10000’in üzerinde masal ve efsanede 4346 korku motifi tespit edilmiştir.

Eserin detaylı ve yoğun bir çalışmanın ürünü olması onun akademik açından kalibresini arttırmaktadır. Özellikle bundan sonra yapılacak olan çalışmalarda bunun etkisinin görülmesi, pek de sürpriz olmaz. Zira izah edilen varlıklarla ilgili eser referans kaynağı olarak kullanılabilir. Zaten yazarın doktora tezi olan eserinin, ön görülebilir bir şekilde alan dışı sahalarda da kaynak olarak kullanılabileceği uzak bir düşünce değildir. Yine eserin ilgili alanda yeni bir sahanın açılmasına vesile olacağı da savunulabilir. Çünkü diabolojik ve demonolojik varlıkların korku motiflerinin bu şekilde kataloglanması efsane ve masallarda geçen diğer öğelerin mercek altına alınması için tetikleyici bir unsurdur.

Ayrıca eserde sonuç kısmında ulaşılan neticeler fazlasıyla ilgi çekicidir. Zira korkuya dair efsane ve masallardan yola çıkan yazarın genel kaidelerle ulaştığı görülür. Buna göre masal ve efsanelerin insan ruhunun deşifre edilebilmesi için kullanılabileceği gerçeği su yüzüne çıkar. Çünkü zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin insan faktörü hep aynı şekilde kalır. Yazar bu açıdan hedefi ve amacı insan üzerine odaklayarak pragmatik davranır.

Sonuçta edebiyatın insan ürünü olması, ilk edebi örnekler diyebileceğimiz efsane ve masallara insan ruhunun katıksız olarak karışmasının da önünü açar. Bu yüzden masallara sadece masal diyemeyiz. Yazılı materyalle kültürü aktaramayan insanoğlu tarih öncesi dönemde nesilden nesile aktarımları için dili etkin bir şekilde kullanmıştır. İnsanoğlunun ilk varlığından bugüne kadar ürettiği kültür materyaline baktığımız zaman, sözlü kültürün hatırı sayılır bir kısmının tarih öncesi dönemde kaldığı görülür. Bu uzun tarih öncesi sürecin kültür birikimi insan duygularına karışmış bir şekilde günümüze kadar gelir. İyi tahlil edildiği takdirde zamanı ve mekânı aşan insanlığın geçmişine dair derin tespitler yapılabilir. Özele indirgersek bir milletin kültürel yapısı çözümlenir. Polat’ın çalışması bu açıdan düşünüldüğünde önemli bir kültür hizmetidir.

Oryantalistlerin, Doğulu kavimlerin tarihi ve kültürüne ilişkin çalışmaları fazlasıyla önemlidir. Şark’la uğraşan bu bilim adamları içinde bir zümre vardır ki yaptıkları çalışmalarla yetiştikleri kültür ortamının aksine aidiyetlik hissiyle hareket ederler. Macar şarkiyatçılar, Doğu’ya yönelmekle aslında kendi köklerine döndükleri için araştırmaları sadece Macarları değil, mensup olunan millet bağlamında bütün Türkleri ilgilendirir. Bu bağlamda Macar bilim adamı Laszlo Rasonyi’nin Türkoloji ilmine genel olarak Türk tarih ve kültürüne eşsiz katkıları vardır. Onun Doğu Avrupa Türk tarihi ile yaptığı çalışmalar her yönüyle takdire şayandır.

Laszlo Rasonyi, Türk tarihine yabancı olmadığı gibi Türkiye’ye de yabancı değildir. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Atatürk’ün iltifatına mazhar olarak görev yapmıştır. İlgili fakültede Hungaroloji kürsüsünün başkanlığını yapmış, araştırmalarıyla göz doldurmuştur. Her biri ayrı bir kitap haline getirilebilecek makaleleri bu nedenle çok önemlidir.

“Doğu Avrupa’da Türklük” eseri Rasonyi’nin farklı zamanlarda yazmış olduğu makalelerin bir derlemesidir. Akademisyen Yusuf Gedikli tarafından tekrar gözden geçirilerek bir araya getirilen bu makaleler vasıtasıyla; Türk dili, kültürü ve tarihi ile ilgili müstesna bir eser tecessüm etmiştir. Makaleler genel olarak değerlendirildiğinde dil konusundaki çalışmaların ağırlıkta olduğu görülür. Zira Laszlo Rasonyi’nin yaşadığı dönem (1899-1984) ve üretken çağları düşünüldüğünde, Türk dili açısından çalışılmamış birçok mevzunun olduğu gözden kaçmaz. Özellikle Türk özel ad bilimi konusunda yapılan çalışmalar yok hükmündedir. Rasonyi’nin çabalarıyla Türk özel ad bilimi (onomalojisi) kurulur. İzleyen yıllarda yapılan bütün çalışmalar bu nedenle Rasonyi’den izler taşır.

Tarih anlatısı, günümüze geçmişte yaşanan birçok olayı getirdiği gibi isimleri de getirir. Bu isimlendirmelerin içerdiği anlamların etimolojik araştırmaları ise bize çok şey anlatır. Bu yüzden isim bilimi (Onomastik) araştırmacılar için çok önemlidir. Rasonyi ele aldığı Türklük coğrafyasında kullanılan isimlerin üzerine özel olarak eğilir. Bahsettiğimiz eseri bu nedenle çoğu zaman bir sözlük hüviyetine bürünür. Zira Türklere isim olmuş yüzlerce ad Rasonyi’nin titiz değerlendirmeleriyle okuruyla buluşur. Rasonyi, bir sözcüğü ele alırken o kelimenin geçtiği birincil kaynakları yılıyla zikreder. Kelimenin kullanımlarını günümüze gelinceye kadarki olası değişimlerini farklı kullanımları ile gözler önüne serer. Kelimelerin anlattıklarıyla beraber kazandığı yeni milli etiketi sayesinde kelimeyi bir millete mahirce kazandırır.

Rasonyi’nin özel isimlere dair yaptığı etimolojik incelemelerinin okurun tarihe yönelik ufkunu açacağına şüphe yoktur. Zira Rasonyi’nin Doğu Avrupa Türk topluluklarıyla ilgili verdiği tarihi bilgilerde de özel isimler vasıtasıyla ulaştığı veriler sürekli kullanılır. Tabii tarihi ilgilendiren makaleler sadece özel isimlerin referansıyla ortaya konulmaz. Avrupa’daki Türk toplulukları Avarlar, Macarlar, Kumanlar, Bulgarlar, Hunlar vs. Rasonyi tarafından mercek altına alınır. Verilen bilgilerin yazıldığı zamanda bayağı sükse yaptığını düşünmek yanlış olmaz. Çünkü Rasonyi’nin zengin bilgi birikiminin etkisiyle yazıldıkları satırlara yansır.

Yazarın tarihi bilgi sunumunda kendi tezlerini kullanması onun bilim adamı olarak belirli bir merhalenin üstünde konuştuğunun kanıtı gibidir. Elindeki materyali en rafine şekilde kullanan Rasonyi söyleyeceklerini kaynakları harmanlayarak ve eleştiri süzgecinden geçirerek netleştirir. Bazen yazılanlardan ve öne sürülen fikirlerden tarih havzası daha soluk mat bir renge bürünür. Oysa Rasonyi’nin elindeki kanıtlar görüntüyü olmadığı kadar net konuma getirir. Bunun sebebi Rasonyi’nin filolojik yetkinliğidir. Dilin değişken yapısından dolayı, günümüzden geçmişe doğru gidildikçe eldeki filolojik materyal sürekli başkalaşır. Rasonyi kelimeler vasıtasıyla topladığı ipuçlarından anlamlı bütünler meydana getirerek tarihi doğrulara ulaşır. Bundan dolayı Rasonyi tarafından öne sürülen tezler aksi söylenemeyecek tarzda bilimsel doğrular ile bağdaşır.

Rasonyi, Türk isimlerinin sadece etimolojik kökenine inmez. İsimlerin verilmesindeki amilleri de yetkin bir biçimde ortaya koyar. Türklerde isim verme geleneğinin kadim kökenlerinin okur için fazlasıyla ilgi çekici olduğunu düşünmek için sebep çoktur. Günümüzdeki isim verme anlayışıyla geçmiştekini karşılaştırma imkanının okuru yeni düşüncelere sevk edeceğini belirtmek gerekir. Bazen bir kelimenin bin satır düşüncenin teşekkülüne yol açacağını Rasonyi’nin eserinden anlamak mümkün.

Tabii Rasonyi sadece kelimelerin sırrını ortaya dökmez. Eserinde Türk tarihi ve kültürüyle, kaynak tahliliyle, aktüel ve güncel sorunlarla ilgili makaleler de mevcuttur. Misal “Türkiye’de Manevi Bilimlerin Geleceği” isimli makalesiyle samimi olarak bizi, içimizde olan biri olarak değerlendirir. Bilim sorunlarını geçmiş ve gelecek ekseninde kıyaslamaya olanak sağlayan mezkûr makale vasıtasıyla benzer sorunları geçmişte de yaşadığımız gerçeği öne sürülebilir. Yine Macar Bilimler Akademisini anlattığı makalesi vasıtasıyla Macaristan ve Türkiye’deki bilimsel anlayışı kıyaslamak mümkündür. Son olarak Rasonyi’nin Atatürk ve Millî Mücadele’yi hedef alan makalelerinden onun Türklüğe, Atatürk’e ve ülkemize verdiği ehemmiyeti saygıyı ve sevgiyi takdir etmek gerekir. Zira eserde yer alan Rasonyi ile yapılan söyleşi de okuyana çok şey anlatır.

Eserin zengin bir kaynakçadan teşekkül ettiği malumdur. Hatta kelime tahlillerine bakılacak olursa her bir kelime için hatırı sayılır bir kaynak zikredildiği dikkatten kaçmaz. Kelimelerin peşi sıra başka kelime ve kaynakları peşine takarak sürüklediği düşünülecek olursa, anlatılan durum gayet normaldir. Ayrıca eserin sonundaki yaklaşık altmış sayfalık dizin eserin ilmi gücünü kanıtlamaktadır. Her ne kadar makaleler uzun yıllar önce yazılmış olsa da günümüzün ilmi imkanlarına rağmen eserin üzerine pek fazla bir şey koyulduğu söylenemez. İhtisaslaşan bilim adamlarımızın çoğalması özellikle Rasonyi gibi bilim adamlarının özverili çalışmalarına ihtiyaç duyulduğu eserle aşikâr olmaktadır.

Sonuçta, ilmi ilerleme bir yerde taşların üst üste koyulmasıyla yükselen bir binayı andırır. Rasonyi Türk isim biliminin temelini attıktan sonra inşa sürecini de başlatmıştır. Her tahlil edilen kelime Türk isim bilimini zenginleştireceğinden hareketle, benzer çalışmaların artması temennidir. Türk tarihi geniş bir coğrafyaya yayılmakla isim havuzunu olmadığı kadar zenginleştirmiştir. Rasonyi bu okyanusu andıran havuzun sınırsız bileşenlerinden anlamlı bütünler ortaya koymaya çalışmıştır. Örnek olması dileğiyle…

Anadolu’nun kuzeydoğusunda Türklerle uzun yıllar komşuluk etmiş kendi halinde hayatını idame ettiren bir kavim olan Gürcüler yaşar. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde birçok halkla olduğu gibi Gürcülerle de kültürel etkileşim içine girmişlerdir. Türklerle Gürcülerin birlikte yaşam tecrübesi her ne kadar kuzeyde uzun yılları kapsasa da kavimlerin birbirlerini tanıma ve etkileşim sürecinin geniş zamana yayılmış olduğu vakidir. Hatta geçmiş dönemde kaleme alınan Türklerle Gürcülerin iletişim tecrübelerini anlatan yazınlardan tanıma sürecinin devamlılık arz ettiği görülür. Özellikle seyahatnameler vasıtasıyla Gürcülerin güneydeki komşuları hakkında düşündükleri ilgi çekicidir. Oysa dilimizde Gürcülerin Türkler hakkında düşündüklerini içeren anlatılara pek rastlanmaz. Bu yüzden Harun Çimke’nin çevirerek dilimize kazandırdığı beş Gürcü seyyahın 18 ve 19. yüzyıllarda Anadolu ve Türkler hakkındaki notlarını içeren seyahatnameler fazlasıyla önemlidir.

Eserin mütercimi Harun Çimke’nin uzun yıllar Gürcü Dili ve Edebiyatı alanında mütehassıs durumunda olması eserin edebi gücünü arttıran özelliklerin başındadır. Zaten yabancı seyyahların notları, farklı coğrafya ve kültür ortamında yetişen insanların kültürümüze dışarıdan bakışlarını içerdiğinden iyi bir tercümeyi hak eder. Sadece basit çeviri metoduyla değil, adeta yabancı kavim mensubunun gözünden bakarak anlatım sağlamak; tercümeye fazlasıyla artı özellik kazandırır. Harun Çimke bu açıdan anlaşılır çevirisiyle görevini iyi bir şekilde ifa ederek, eser vasıtasıyla Gürcülerin Türk algısını layıkıyla yansıtır.

Her ne kadar hedef alınan konu itibariyle, Türklerle ilgili fikirlere odaklanılan bir girişle yazımıza başlamış olsak da eserde sadece Türkler ve Anadolu yoktur. Gürcü seyyahlar, 18 ve 19. yüzyılda Avrupa, Afrika ve Ortadoğu gibi coğrafyaların önemli merkezlerinde kendilerini gösterirler. Seyyahların geniş bir coğrafyada mekik dokumuş olmaları; onların birden fazla halk ve kültür ile karşılaşmalarının önünü açmaktadır. Bunun en büyük avantajı; okura geniş bir vizyon kazandırarak, karşılaştırma olanağını sunmasıdır. Zira farklı kent ve kültürdeki benzer statüye sahip insanların duruşu, devrine göre en çok merak edilen tarihi verilerdendir.

Tabii her seyyahın biyografisi irdelendiğinde; onun kendine has biçimde diline yansıyan kişisel tutumunun kökleri de aşikar olmaktadır. Çünkü yetişilen kültür insanın ruhuna işleyerek müellifin kaleminin yazdığı rengin içine kadar nüfuz eder. Bu açıdan seyyahın biyografik bilgisi önemlidir. Çevirmen de bunun önemini fark etmiş olacak ki her seyahatnamenin başında seyyahın kısa biyografisini verir. Bu biyografilerden edinilen ilk izlenim seyyahların dini bir misyonun temsilcileri olduğudur. Hatta Giorgio Ersitavi isimli seyyah hariç her bir Gürcü seyyah dini bir temsilci olarak seyahat eder.

Seyyahların dini bir yönelime sahip olmaları onların kalemine de yansımaktadır. İlk bakışta seyahat notları, dini bir rehber hüviyetine bürünüyor gibi görünse de arada bir ortaya çıkan ilginç nüanslar okurun ilgisini çekebilecek düzeydedir. Uzun kilise tasvirleri, istisnasız gezilen dini mekanlar, İslami anlayış tarzında menkıbevi ve efsanevi anlatımlar, dini şahsiyet biyografilerinin arasında sosyal yaşama dair değerlendirmeler kendisini gösterir ki bu da ilgiyi yer yer başka alanlara kanalize eder. Zaten seyahatnamelerin bariz özelliklerinden birisi de anlatım yoğunluğunun merkezinde ne olursa olsun yer yer farklı bir alana temayül edebilmeleridir. Misal satırlarca yazarın genel tutumuna binaen dini bir anlatıyla karşılaşmak mümkündür. Ama birden yüzlerce kitapta bulunmayacak bir bilgi okurun önünde arzı endam eder. Misal Gürcü seyyah Orbeliani birçok kilise tasvirinden sonra şeker kamışından nasıl şeker imal edildiğini anlatır (s.75). Üstelik bu tarz faklı anlatımları diğer seyyahlarda da görmek olasıdır.

Bazı Gürcü seyyahların dini misyonlarına ek olarak diplomatik itibara mazhar olmaları onların önemli şahıslarla bir araya gelmelerinin önünü de açmıştır. Misal seyyah Orbeliani Vatikan’da Papa ile görüşmüş, Roma ve Merkez kilise ile ilintili birçok anlatıyı okuruyla paylaşmıştır. Yine seyyah Avalişvili tarihimizin önemli bir figürü olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla Mısır’da bir araya gelmiş, önemli sayılabilecek detaylara matuf bir şekilde konuşmuştur.

Gürcü seyyahların bazen yaşadıklarını hatırat şeklinde okura ulaştırmak amacına binaen hareket ettikleri görülmekle birlikte; yoğun bir anlatıyla deyim yerindeyse dini bir Hac bülteni hazırlamak gayesi güttükleri vakidir. Özellikle din adamı payesine sahip seyyahların kutsal mekanları gözyaşları içinde dini duygularla ziyaret ettikleri, kendilerinden sonra bu bölgelere gelecekleri ehil bir şekilde yönlendirdikleri dikkatten kaçmaz. Vatikan, Roma, Kudüs ve Aynaroz (Kutsal Dağ-Yunanistan sınırları içerisinde) gibi kutsal mekanların tasvirleri sadece sıradan okur için değil; din tarihi konusunda ihtisaslaşan araştırmacı kitlesi için de bu nedenle fazlasıyla önemlidir.

Her ne kadar Anadolu içindeki -özellikle İstanbul’daki- dini mekanlar Gürcü seyyahların algıda seçici bir şekilde ilgilerine matuf olsa da diğer mekanların ve Anadolu insanının tasvirleri fazlasıyla cezbedicidir. Özellikle sosyal tarih açısından merak edilen sorulara, satır arasında sıkışmış şekilde cevaplar alınabilmektedir. Zaten iki yüzyıl öncesinin sosyal hayatının ilgi çekmeyeceğini söylemek mümkün değildir. Ayrıca seyyahların dilinin doğal olarak bazen Türklere karşı sertleştiği de görülmektedir. Ancak bunun bazı seyahatnamelerde görülen hakaretamiz havaya bürünmediğini de belirtmek gerekir. Bu arada seyyahların bazen Türklerin hataları konusunda pek de yanlış düşündüklerini söyleyemeyiz. Misal rüşveti yaşam biçimine çevirmiş, boş gezenin boş kalfası olmuş bazı tiplemelerin anlatıldığı satırlarda seyyaha hak vermemek mümkün değildir. Zira evrensel manadaki yanlışların herkesin tepkisini çekeceği aşikardır.

Seyahatnamelerin çok yönlü anlatısı olduğundan hareketle yazarın psikolojik durumunun ve şahsi yaşamının da bazen satırlara yansıdığı görülür. Bu bir seyahatnamenin verdiği farklı lezzetlerin okunmaya değer yönleri olarak kendisini gösterir. Misal Seyyah Avalişvili seyahati esnasında Tarsus’ta Sofia isimli bir kıza âşık olur, satırlar boyu süren bu umutsuz aşk hikayesi dini sakıncalara binaen biter. Bu aşk hikayesi bile emsali olan birçok seyahatnamede pek görülmez. Seyahatnamelerde böyle sürprizlerin görüldüğü de olur. Sırf bu yüzden bile seyahatnameler okunmaya değerdir. Zira yolculukların zorluğu ve ölüm tehlikesi bazen bir seyahatnameyi macera romanına çevirir ki bunun da altının çizilmesi lazım. Hele günümüzde birçok insanın macera hayranı olduğunu düşünürsek; seyahatnamelerde her okur için bir şeyler olduğu savunulabilir.

Son olarak bazı seyyahların bir mimar hüviyetine bürünüp ele aldıkları kilise tasvirlerinin sanat tarihi alanında ihtisas yapacaklar için muazzam bir rehbere dönüştüğünü belirtmek gerekir. Zira ele alınan mekanların yapı malzemesine varıncaya değin tüm ayrıntıları ile tasvir edilmesi, günümüzde bu mekanlar üzerinde araştırma yapacaklar için eşsiz bir hazine hükmündedir.

Velhasıl okurken farklılık arayanlara, seyyahla maceradan maceraya koşmak isteyenlere, geçmiş zamanın sosyal hayatını ve fikir dünyasını merak edenlere, satır aralarında görülmemiş ezber bozan bilgilerle karşılaşmayı umanlara seyahatnameler iyi bir okuma önerisidir. Zira yukarıda sıralamaya çalıştığımız ama sadece küçük bir kısmından bahsedebildiğimiz sayısız ayrıntı seyahatnamelerde mevcuttur. Okumak bu yüzden keşfetmektir…

Hiç şüphe yok ki Türklerin Müslümanlığı, Türk tarihinin en önemli olayıdır. Hatta Batı merkezli tarih tasnifi böylesine benimsenmemiş olsa; Türklerin İslam’la tanışması dünya tarihi açısından nazarımızda çağ açıp çağ kapayan bir hadisedir. Bu yüzden Türklerin Müslümanlığı hikayesinin başrol oyuncuları hem Türk hem de dünya tarihi açısından önemli bir mevkiye yükselir. Fakat Türk tarihinde kurulan devlet sayısı parmak hesabıyla sayılacak kadar az değildir. Bu nedenle tarih boyunca geniş coğrafyalara yayılmış 3 kıta yedi denizde onlarca devlet kurmuş bir kavim için önemli tarihi olgular beraberinde bazı kafa kurcalayıcı soruları getirir. Misal; Müslümanlığı benimseyen ilk Türk devleti kimdi?

Yıllarca yukarıdaki soruya cevap ihtiyacına binaen Karahanlılar ilk Müslüman Türk devleti kabul edildi. Fakat Karahanlıların kuzeyinde yerleşen İdil Bulgarlarının Müslümanlığı daha önce benimsediği, son zamanlarda yapılan çalışmalarla ortaya çıktı. İdil ve Kama nehirleri çevresinde büyük bir devlet kurarak bölgelerine hâkim olan, Türk ve dünya tarihinin seyrine etki eden İdil Bulgarları uzun yıllar bilim dünyamızda yeterince önemsenmedi. Türk tarihi üzerinde dirsek çürüten ve Bulgarların Müslümanlığı gerçeğiyle karşılaşan her araştırmacı, konu üzerindeki çalışmaların eksikliğini hissetti. Fakat Akademisyen Dinçer Koç, İdil Bulgarları hakkında yaptığı emsalsiz çalışmasıyla Türk tarihindeki çok büyük bir boşluğu doldurdu.

Eserin yazarı Dinçer Koç tarih eğitimi almasını müteakip İdil Bulgarlarının kurulduğu coğrafyada bulunan Kazan’da öğretim elamanı olarak göreve başlamıştır. Bölgede uzun yıllar yaptığı çalışmaların nüvesi bu şekilde oluşmuştur. Yazarın ilim dünyasına sağlam bir şekilde ayağını attığı Doktora tezi de İdil Bulgarları üzerinedir. Zaten bahsedilen kitap da mezkûr tezin kitap şeklinde ilim dünyasına sunulmasıdır. Bu açıdan İdil Bulgarlarını milletimize tanıtmak amacını güden yazarın, çabasına diyecek yoktur.

Yazarın eserini oluştururken İdil Bulgarlarının kurulduğu coğrafyada bulunması onun için çeşitli avantajlar sağlamıştır. Öncelikle bölgeye ilişkin Rus kaynaklarına kolay bir şekilde erişen yazar, ikinci olarak bölgeye dair arkeolojik verilere direkt ulaşma olanağını sağlamıştır. Zaten eser kaba taslak incelenecek olursa; Rus kaynaklarının ve arkeolojik verilerin sayfalar arasında sıkça göze battığı görülür.

Eserin ilmi kalibresini arttıran Rus kaynakları yıllıklar şeklinde düzenlenmiş olup İdil Bulgarlarıyla ilgili siyasi, sosyal, iktisadi birçok veriyi içermektedir. Yazar kaynakların eleştirisine de yer vermektedir. Özellikle İdil Bulgarlarının Ruslarla olan inişli çıkışlı ilişkisi düşünüldüğünde yazarın bu tavrı daha iyi anlaşılır. Rus kaynaklarının sağlaması ise; döneme ilişkin zengin bir tablo sunan diğer kaynaklar vasıtasıyla sağlanır. Şayet Rus kaynaklarıyla dönemin diğer kaynakları uyumlu ise; yazar fikrini güçlü yorumuyla serdederek ilmi doğruya ulaşır. Yazarın bu yaklaşımı kaynak kritiği açısından ders niteliğindedir.

Eserin gücünü arttıran etmenlerden birisi de arkeolojik kaynaklara olan hakimiyeti noktasında ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde tarih ilmi kurduğumuz devletler üzerinden yapılandırılırken, arkeolojik veriler ihmal edilir. Buna bağlı olarak kanıt açısından kısıtlı bir sunum gerçekleşir. Bu nedenle yayımlanan her eserden sonra tartışmaların ardı arkası kesilmez. Aslında arkeolojik veriler, tarihi gerçeklere ulaştıran en önemli argümanlardır. İspatı açık olan bu önemli argümanların sunumu tartışmaları keser. Yazarın eserinde resimlerle de sunduğu arkeolojik veriler bu nedenle tarihe ideolojik olarak yön vermek isteyenlerin önünü keser. Misal “Bulgarlar Slav’dır, Müslüman olmamışlardır, dünya tarihine etkileri yoktur” gibi basit söylemleri öne sürmek için kitabın içindeki kanıtlar düşünüldüğünde mümkün değildir.

Zaten bir eserin ortaya koyduğu ilmi performans içerdiği tez ve araladığı yeni kapıların çokluğuyla ölçülür. İdil Bulgarları hakkında yazar tarafından ortaya konulan ilmi gerçeklerin birçok tartışmayı ortadan kaldıracağı malumdur. Yazar yaptığı çok yönlü tahlillerle okuru doğrunun merkezine çekmektedir. Savunulan tezin kaynak ve yorum bağlamında gevşek bir zeminde olması bir süre sonra geçerliliğini yitirmesi neden olur. Fakat bu öngörümüz bahsettiğimiz eser için söz konusu değildir.

Eserde sunulan tezler ilk aşamada dönemin birinci el kaynaklarıyla desteklenir. İkinci aşamada arkeolojik veriler sıralanır. Son olarak günümüz bilim dünyasındaki akisler ilmi bir realiteyi doğuracak tarzda servis edilir. Misal, Ogur-Hun-Bulgar ilişkileri, Bulgarların göç yolları ve yerleşimleri, ticari ilişkileri, siyasi ve askeri mücadeleleri öylesine iyi bir şekilde ortaya koyulmuştur ki, yukarda bahsedilen üç bilimsel araştırma safhası geçildikten sonra İdil Bulgarları adeta dokümanter sunumu olan bir sinema filmi gibi aşikâr kılınır.

İdil Bulgarlarının tarih sahnesine çıktıkları alan, 5. yüzyılda Hunların Kavimler Göçü’nü tetikledikleri coğrafyadır. Etnik açından fazlasıyla karışık olan bu coğrafya göç faaliyetlerinin yüzyıllar boyu devam etmesine müteakip daha da karışık bir hal almış, etnik yapı çözülmeyen düğümlerin olduğu bir safhaya ulaşmıştır. Üstelik Türklerin karışık boy yapılanması da her şeyin üstüne tuz biber olmuştur. Yazar göç yolarını aşikâr kılarak, kaynaklarla ve arkeolojik verilerle etnik yapıların izini takip ederek, tarih boyunca çözülmesi güç düğümleri çözmüştür. Eserin ilk bölümü bu düğümlerin çözülmesine ayrılmıştır.

Eserin ikinci bölümü İdil Bulgarlarının siyasi ilişkilerine ayrılmıştır. Bu bölüm vasıtasıyla Orta çağ diplomasisinin girift noktalarını öğrenmek mümkündür. Özellikle Bizans, Hazar ve Ruslar arasında kalmış bir kavmin diplomatik girişimlerinin geniş zamana yayılan etkileri tarih ilmi için fazlasıyla önemlidir. Burada önemli olan nokta bugüne kadar Türklerin kurduğu onlarca devletten biri olarak addedilen İdil Bulgarların günümüzde dahi görülmeyen bir siyasi ilişkiler yumağının içinde oluşudur. Bunun en önemli sebebi ortaya konulan tarihi bilginin yoğunluğudur. Zira malzemesiz tarih inşa edilmediği gibi, az malzemeyle inşa edilenin de derme çatma olduğu gerçeğidir. Eserin bu bölümü araştırma konusuna bakılmaksızın azimle güçlü metinlerin inşa edilebileceğini kanıtlar niteliktedir.

Eserin üçüncü bölümüne damgasını vuran Moğol İstilası; Türklerin Müslümanlığı kadar önemli etkileri olan bir olaydır. Moğolların Avrupa yönlü genişlemesi ise; İdil Bulgarlarının yaşadığı bölgeyi hedef almaktadır. Aslında Moğol İstilası’nın her Orta Çağ devletine hatırı sayılır bir etkisi vardır. Yazar bunun farkında olmalıdır ki; kitabının üçüncü kısmını Moğol İstilası’nın etkilerine ayırır. İdil Bulgarlarının yıkılmasına sebep olan Moğol İstilası zincir şeklinde birbirine bağlı olan tarihi olayların reaksiyonunu gayet iyi göstermektedir. Zira İdil Bulgarları yıkılıp yok olmaktan ziyade etkileriyle geleceğe damgasını vurur. Bu yazar tarafından iyi bir şekilde özümsetilerek ortaya konur.

Eserin dördüncü bölümü ise İdil Bulgarlarının idari, sosyo-ekonomik ve kültürel hayatına ayrılmıştır. Şayet bir devlet tekamülünden söz edilecekse; sadece siyasi ve askeri mücadelesinden bahsedilmesi, ilmi açıdan büyük bir handikaptır. Satırlarca anlatılan hikâyeyi masala dönüştüren kültürün ve sosyal yapının dışlanmasıdır. İdil Bulgarları hakkında mezkûr bölüm vasıtasıyla verilen bilgilerin yoğunluğu etkileyicidir. Kitabın diğer bölümleri de ayrı tutulmamakla beraber, bahsedilen bölüm ayrı bir kitap şeklinde tecessüm edecek bilgi yoğunluğuna sahiptir. Tarihi ihya eden insan faktörüne dikkat çeken yazar, devletin, milletin ve yaşamın insan elinde nasıl şekil kazandığını ispatlayacak şekilde bilgisini sunar.

Eserin yapılacak diğer ilmi çalışmalara fevkalade destek sağlayacağını tahmin etmek güç değildir. Alan ve literatürüne böylesine katkı sağlayan kitapların günümüzde daha az yazıldığını söylemek mümkündür. Hele çok iyi bilinmesi gereken Türk tarihinin köşe taşı hükmündeki devletler hakkında bile üretme sorununu yaşadığımız bu zaman diliminde eserin önemi daha iyi anlaşılır. Özellikle işlenen konunun iyi ele alınması soru işaretlerinin önünü tıkarken, kafa kurcalayan sorulara yetkin cevaplar satırlar arasında nükseder. Bu açıdan eserin pragmatik ve didaktik yönüne binaen yeni bilgilerle okuru buluşturma istidadı ifade edilecek olursa kelimeler kifayetsiz kalır.

Eserin biçim olarak anlaşılır ve yalın diliyle okuyanı kendine çektiğini belirtmek gerekir. Fakat bölge coğrafyası, tarihi ve kültürü ile ilgili çevre okumalarının kari için yeter düzeyde olması esere adaptasyonu arttırır. Zaten ilim merakını kamçılayacak bilgiler kitap vasıtasıyla okura yeni kapıları açar. Çünkü kitapla yeni kitapları, coğrafyaları, kavimleri keşfetmek mümkündür.

Sonuçta; Türk tarihi birçok bilinmezi bünyesinde barındırır. Fakat bilinmezin sınırlarının iyi çizilmesi gerekir. Asırlara ve coğrafyaya damgasını vurmuş, bir Türk devletini yeterince tanımıyorsak; bu büyük bir sorundur. Günümüz milletleri devlet teşkilatı bakımından Türkler kadar zengin bir tablo ortaya koymaz. Bu nedenle kurulan küçük devletçikler bile üst düzey araştırma yaklaşımıyla ele alınır. Yüzlerce makale kitap neşredilir. Türklerin çok devlet kurması şanssızlığımız değil, lehimize çevirmemiz gereken bir avantajımızdır. Bu nedenle bahsedilen eser gibi kitaplar raflarımızda daha çok yer almalıdır. Ancak bu sayede tarihe olan borcumuzu ödeyebiliriz.
Türk Edebiyatında polisiye türün biraz ihmal edildiği zannına yer yer kapılmak mümkündür. Oysa Ahmet Ümit ve acar polisi Başkomiser Nevzat, edebiyatımızın polisiye cephesini günden güne güçlendirir. Türk polisiye edebiyatı denilince akla ilk Peyami Safa’nın Cingöz Recai’si gelir. Cingöz Recai’nin en az kendisi kadar zeki rakibi Polis Mehmet Rıza, Cingöz’ün şahsında kanunsuzluğa karşı mücadele eder. Ümit’in Başkomiser Nevzat’ı da her ne kadar cinayet davalarına baksa bile Mehmet Rıza’yı anımsatır. Adalet arayışı Nevzat ve Mehmet Rıza gibi kanun adamlarını memnun ettiği kadar, okurun da sayfaları hızlı çevirmesine neden olur. Bu yüzden polisiye edebiyatının modası hiçbir zaman geçmez. Neyse ki Ahmet Ümit okurun ihtiyacına dönük edebi üretkenliğe sahip…

Ümit’in bu eserinde 3 cinayet davası, 3 öykü ve 3 katil kim sorusunun cevabı var. Cevaplardan ziyade katil kim sorusunun ustaca kurgulanan öyküsü diğer soruları peşinden getirir. Cevaplanmamış sorulara aranan cevaplar parça parça ortaya çıkınca esas sorunun yanıtı sayfalar arasında siluetini belli edercesine ortaya çıkar. Zaten polisiyenin etkisi böyle anlaşılır. Şayet denklem basitse dava sıradanlaşır. Oysa ki bazı polisiye davalarda sonuca ulaşmak için başta zekâ olmak üzere tüm manevi ve maddi imkanlar aktif bir biçimde kullanılmalıdır. Başkomiser Nevzat bu konuda şanslıdır. Yardımcıları Ali ve Zeynep adeta bütün dava materyallerini mahirce, Nevzat’ın önüne koyarlar. Artık sonuca giden yolda taşları birleştirmek Başkomisere düşer.

Tabii yukarıda çizdiğimiz genel geçer tema her polisiyenin sıradan öyküsü gibidir. Fakat düğümü çözmesi gereken karakterin olaylara yaklaşım tarzı, özel hayatı, prensipleri, insan ilişkileri öyküye farklı bir çeşni olur. Ayrıca polisiye öykünün arka planı, sayfanın kenar süsleri gibi parlar. Misal esere adını veren “Aşkımız Eski Bir Roman” isimli öykü de böyledir. Dava bir cinayet davasıdır fakat altı eşelendikçe ortaya çıkanlar, okuru edebiyatın tutkuyla harmanlanan farklı kulvarlarına götürür. Zira her maktul kendi başına bir dünyadır. Cinayet masası dedektifleri, mevzu bahis dünyayı ziyaret ederek hem farklı şeyler öğrenir hem de ortaya çıkan didaktik temadan okur da nasiplenir.

Yine okur her cinayet davasında farklı bir ortama ziyaretçi olur. Aslında yazar için işin zorluğu burada ortaya çıkar. Başkomiser Nevzat halkın polisidir. Sadece belli bir zümrenin ihtiyacına binaen görev yapmaz. Bu nedenle farklı cinayet davaları farklı sosyal tabakaların ziyaret edilmesine neden olur. Böylelikle birbirinden çok farklı kültürel temalar ve tiplemelerin ustaca kullanılması zarureti ortaya çıkar. Misal, ilk öyküdeki elit tabaka mensuplarına rağmen ikinci öykü “Overlokçu Kız” da İstanbul’un kenar mahalleleri ziyaret edilir. Zaten sadece kurgunun iyi düzenlenmiş olması yetmez, bu tarz kenar öğelerinde iyi kullanılması öykünün kalibresini arttırır.

Yazarın mahareti sadece öykünün bezenmesinde de ortaya çıkmaz. İlk bakışta göze çarpan oturmuş üslup; diyalogların şekillenişinde de kendisini gösterir. Ümit’in diyaloglarına bakıldığında, binlerce sorguya girmiş bir polisin ustalığı normal bir şekilde zuhur eder. Suçlunun renk vermeyen dilinin ardındakileri çıkarması için sorulan kilit sualler, cinayetin düğümünün parça parça çözülmesinin önünü açar. Okurun yönlendirilmesi son satıra kadar olası değildir. Sadece öyküyle eşgüdümlü bir şekilde ortaya saçılan dava materyalleri vardır. Fakat eldeki materyalin ışıltısı, okurun katili bulmak için çaba sarf etmesine neden olacak tarzdadır. Her basit düşünce okurun kolaylıkla kendi kurgusunu oluşturmasına neden olmakla birlikte, kurguların yazarın sonucuyla örtüşmesi basitliği her zaman için söz konusu değildir.

Ümit’in öykülerinde dikkat çekici yönlerden birisi de, hikayelerin başlangıcında cinayet soruşturmalarında suça dair öne sürülen felsefi olabilen argümanlardır. Ümit’in serdettiği fikirlerinden davaların sadece suçlu tespitinden ibaret olmadığı ve polis için sıradan bir görev olgusunun çok dışında olduğu düşüncesine kapılmak mümkündür. Misal, eserdeki son öyküsünün başlangıcında şöyle der Başkomiser Nevzat: “Cinayet soruşturması sadece bir katili bulma faaliyeti değildir. Sayıları kişilerden, işlemleri olaylardan oluşan karmaşık bir matematik problemini çözmek de değildir. Doğrudan insanı anlama uğraşı, yaşamak için doğru yöntemi bulma çabasıdır. Bunca yıllık mesleğimde çözdüğüm ya da çözemediğim her vaka bana hayat hakkında çok kıymetli bilgiler kazandırmıştır. İnsan en iyi kendi deneyimleriyle öğrenir derler ya, doğrudur (s.151)”. Başkomiser Nevzat’ın bu söylevlerinden polisiye edebiyatın bazen haksızca düşünüldüğü kadar basit olmadığı anlamı da çıkarılabilir. Zira insanı anlamlandırabilmek için, tavırlarının altında yatan sebeplere yönelecek psikolojik ve sosyolojik analiz yöntemleri suçun arka planına ışık tutulması için zaruridir. Başkomiser Nevzat’ın kazandığı mesleki tecrübenin benzerini okurun eserle hemhal olmakla kazanmayacağı savunulamaz. Her kitabın öğretici olduğu gerçeği, bu nedenle polisiye eserler için de söylenebilir. Zira Dostoyevski’nin meşhur eseri Suç ve Ceza’da katıksız bir insan davranışını anlamlandırmanın zorluğu göze çarpar. İnsan anlaşıldığı zaman kolaylaşır. Yani kısaca polisiye eserlerde sadece adalet tecelli etmez ek olarak insan da anlaşılır.

Sonuçta cinayet suçu da insana dair bir olgudur. Kabil’in Habil’i öldürmesi kadar sıradandır. İlk cinayet zamanla basitliğinden sıyrılmış ve çetrefilleşmiştir. İnsan ruhu da farklı duyguların yönlendirmesiyle farklı şekillerde suçlara temayül etmiştir. Ümit’in eserlerinde dikkate alınması gerekli olgu esasında budur. Yani katil, maktul ve işlenen cinayet vardır. Fakat insanı suça iten duygu sürekli değişir. Farklı duygulardan köken alan cinayet edimi farklı hikayelere dönüşür. İçine kurgusal zekâ katıldığında; öykü tadından yenmez bir hal alır. Zaten bir öyküden alınan farklı tatlar arttıkça, okurun ilgisi daha da artar. Edebiyat da bir yerde basiti karmaşığa çevirerek güzel anlatma sanatıdır. Ümit’in düğümü atarken de çözerken de okuru mutlu etmesini bildiği, rahatlıkla söylenebilir.