Gündelik telaşlarımızın bizi nasıl sistematize ettiğini ve ilişkilerimizin, iletişimimizin nasıl yapaylaştığını düşünelim.
Sabah erken saatte günün ilk darbesini dijital çalar saatlerimizden yiyoruz. Eğer hala bizi öperek uyandıran bir annemiz, eşimiz, çocuğumuz, hatta kurmalı bir saatimiz bile varsa şükretmeliyiz. Ardından bir koşturmaca ile evden çıkarak kalabalık toplu taşıma araçlarında birbirimize son derece tahammülsüz bir şekilde yollara düşüyoruz biraz daha çalışmak, kazanmak, yükselmek, sonra yine kazanmak ve hep kazanmak için. Kulaklıklarımızı takıyoruz hemen; iç çekenleri, öksürenleri, içli içli ağlayanları, en insancıl, en kısık sesleri duymak istemediğimizden. Ardından toplantılar, deadline’ı yaklaşan projeler, ay sonu raporları… Gözümüz saatlere takılıyor durmadan, zaman hızla geçiyor bizi kendine katmadan. Son bir gayretle ya eş dosta vakit ayırıyoruz ay yükselirken gecede ya da evimize atıyoruz kendimizi, içinde yer aldığımız gerçeklikleri görmezden gelip televizyon karşısında adeta bir katarsis ruhuyla hayatı suni bir ekranda yaşayabilmek adına... Oysa neler kaçırıyoruz olağanüstü bir gerçeklikle yanımızdan geçip giden hayatta?