'Kediler' diye bir öykü okumuştum bu kitapta. Samipaşazade Sezai'ye ait bir öyküydü. Bildiğim dilden apayrı bir dilde yazılmış olduğundan, elimde sözlüğü düşürmemiştim. Gerçi kitapta da sözcük açıklamaları var ama bana yetersiz gelmişti. Bu öyküyü bu kadar ceremeyle okumama rağmen, öyle keyif almıştım ki anlatamam. Hiciv ve nükte içiçe geçmiş ve ustalık had safhadaydı. Kendi kendime sinirde olmuştum. Saray dili, yani Osmanlıca bizim dilimiz değilmiş ki. Halkın konuştuğu dilden apayrı, öz dilini dışlayanların oluşturduğu bir dilmiş. Türkçe'nin bu günkü sorunlarında, bu anlayışın payı büyük. Ben neden 'Kediler' gibi şaheser bir öyküyü, bir çırpıda anlamayayım?
Sonraki öykülerde dil daha sadeleşiyordu ve öykülerde farklılaşıyordu. En son öykülere, yani günümüze gelindiğinde artık başı ve sonu birbirine dağlar kadar uzak bir öykücülük anlayışıyla karşılaşmıştım. Bu pek doğal bir sonuç belki. Ama bu doğallık bile beni rahatlatmıyor. Biz, aynı ülkenin insanlarıyız ama bazen aramızdaki uçurumlar beni tedirgin ediyor. Dilimiz bile farklılaşmış...
Ferit Edgü ve Demir Özlü, bana en yabancı gelen, kendimi onca zorlamama karşın, öyküleri bana dokunmayan iki öykücüydü. Sadece bu kitaptaki öykülerini kastediyorum, başka eserlerini okumadım. Muzaffer Buyrukçu diye bir dehayı da, bu kitap sayesinde keşfetmiştim. Kitapta çok şey bulabilirsiniz. Tavsiye ederim, güzel bir seçki...