Adın ne senin?”
İbrahim’in kalbindeki şükür yüzüne yansımış gibiydi. Ben de gülümseyerek cevap verdim:
“Bülbül, ey Allah’ın elçisi, bana bülbül dediler.”
Allah ile dostluk adına Cebrail’e iltifat etmeyen, iltifat etmediği için de Allah ile dost olan İbrahim’i daha o anda sevdim. O sevilmez miydi; Rabbim, gözlerimin önünde, sırf “Bir”liğinin şanını andı diye, ona sevgisini “Dostum, halîlim” diye bildirmiş ve ateşe, “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol!” buyurmuştu. Ateşin yakmadığı kutlu dost İbrahim, adımı öğrenmekten bahtiyarlık duymuştu sanırım.
“Bülbül,” dedi, “Rabbim, kendisinin tek İlah olduğuna inandığım ve bu uğurda Nemrut’un eziyetlerine sabredip ateşe atılmayı göze aldığım için bugün bana dostluğunu verdi; lâkin şu güller var ya, hani şu bahçe, işte o senin içindir, onları sana verdi, kıymetini bil.”
Sevincimi belli etmek için kanatlarımı çırptım. Bir an dilim tutuluvermişti ve sesim çıkmıyordu. İbrahim çırpınışlarımdan beni anladı:
“Buyur, söyle bülbül!”