Hüyükteki Nar Ağacı
Toplumcu gerçekçiliğin bir yanı büyük şehrin tutunmaya çalışan insanlarını anlatırken bir yanı da taşrayı anlatır. İkincisi, birincisinin köküdür aslında. Köylerinden çıkıp mevsimlik işçi olarak çalışmak üzere göç eden insanlar, bir süre sonra işsizlikten ve hastalıklardan kırılacak, ardından şanslarını büyük şehirlerde deneyeceklerdir. Orhan Kemal'in Gurbet Kuşları romanı bunun böyle lök diye oturan en somut örneğidir. "Suvazun köylüğünden" gelen kahramanımız, Anadolu'dan gelen diğer "kardeşleriyle" mücadele etmek zorunda kalır, yengilerinin ölçüsünde gecekondu olaylarına girer ve İstanbul'un pek dile getirilmeyen zorlu yanının sayfalardan çıkıp ete kemiğe bürünmüş binlerce şahidinden biri olur. Burada mücadele edilen yerini tutmuş, ekmeğini sağlama almış insandır, kendi insanı. Bir adım öncesinde yine böyle insanlar var, fakat bu insanların büyük şehirlerdekinden farkı teknolojiyi kullanıp cebini dolduracak ölçüde ekonomik refaha kavuşmuş olması. Bu açıdan baktığımızda daha ciddi, daha büyük bir problem var. Büyük şehir bir fırsat kapısı, ucundan tutabilen için yaşanabilir bir cennet adeta. Anadolu'da ise tek bir fırsat var, işçilik. İşte bu işçiliğin artık makinelerce yapıldığını düşünelim. Traktörler, biçerdöverler, bilmem ne. Marshall Planı'nı ele almayacağım; neye yarayıp yaramadığı, karşılığında ne ödünlerin verildiği bu yazının konusu değil. Daha doğrusu sadece bir yönü konuyla alakalı; tarım işçilerinin kapitalizme geçiş aşamasında yaşadıkları.
Yaşar Kemal'in yazdığı ilk romanmış Hüyükteki Nar Ağacı. 1951'de yazılmış, Yaşar Kemal'in vefat eden annesinin sandığında bulunmuş. Yaşar Kemal, hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadan 1982'de okuyucuya sunduğu bu kitabı tekrar yazsa aynı şekilde yazamayacağını, fakat o yalınlığa, tazeliğe de ulaşamayacağını söyler, doğa-insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiği yapıtlarından biri olduğunu da ekler. Mühim kitap yani, ona göre.
Bereketli Topraklar Üzerinde'yle paralel olarak okumak lazım aslında. İki romanda da köyden çıkıp iş arayan, ezilen insanlar var. Birinde fabrikalar var, birinde tarlalar. Ezenler aynı, değişen bir şey yok. Neyse. Memet, Hösük ve Aşık Ali, Çukurova'ya gitmeye niyetlenirler, çünkü toprak cansızdır ve onca insanı besleyemeyecektir. Tohumlar çürümüştür, yapılacak başka bir şey yoktur. Yola çıkarlarken Yusuf gelir. Yusuf, önceden Çukurova'ya gitmiş, sıtmayı kapıp dönmüş biri olarak bu üçünü uyarır, gitmemelerini söyler. Giderler, çoban Memet çocuk da peşlerine takılır. Bir zaman sonra Yusuf da onlarla birlikte gelmeye karar verir. Öylesine bir açlık tehlikesi var işte.
Böyle. Yaşar Kemal'in yeni bir dil, bir mitos yarattığından bahsediliyor bu kitap konusunda. Eserlerinin geneline yayarsak belki, fakat ben o coğrafyanın olaylarının olduğu gibi verilmesinden başka bir gaye düşünülmediğini sanıyorum. Dilin yalınlığı, bölge insanının kelimelerinin kullanılması oradaki hayatın, acıların yalınlığıyla bir. Yaşar Kemal'in bahsettiği sadelik bu işte; insanların teknoloji karşısındaki çırpınışlarını yalınlıktan başka ne verebilir? Bunun mitosla, dille bir alakası olduğunu sanmıyorum. Bu tamamen gerçeklerin olduğu gibi aktarılmasının sebebi. Sonucu da.
Bir de Anadolu'nun mucizeler diyarı olması. Hz. Ali'nin kondurduğu söylenen nar ağacı, cennet gibi köy, melek gibi insanlar... Belki de çirkinlikler içinde parıldayan bir iki nokta oldukları için mucize gibi geliyor insana. Böyle. Okuyun.