Doğrusunu söylemek gerekirse edebiyata değerler ekseninden yaklaşan okuyucuların varlığından bile haberdar olmadıkları, ama hitap ettiği okuyucuyla arasında duygusal ve düşünsel mesafeyi neredeyse sıfırlayan “öteki” edebiyat, şiddeti –hiç bir eleştiriye tabi tutmaksızın, bütün arkaik zihniyetiyle birlikte- dile getirmekte her zaman fütursuzdur. Geçmişte öyleydi, şimdi de öyle. Ermeni, Misyoner, Yahudi, Yunan, Kürt gibi kelimelerin sadece telaffuzunun bile birilerinin tahrik olup sokağa dökülmesini “meşru”laştırdığı günümüzde, kahvenin, sokağın, ülkü ocaklarının, derin devletin ve popülist siyasetin nabzını tutan -özellikle komplo teorileri üzerine kurulu macera, savaş ve polisiye türlerindeki- romanlar giderek daha fazla üretiliyorlar. Ancak 2005 yılında okuduğumuz romanlarda şiddetin sadece popüler türlerle sınırlı kalmayışı barındırdığı olumlu ve olumsuz potansiyelle, üzerinde durulması gereken bir farklılık. Bu farklılığın, yani şiddetin yayılmasının erkek hikayelerindeki artışla örtüşmesi romanlarla toplumsal bellek ve bilinçaltı arasındaki tuhaf ama organik ilişkiyi bir kez daha açığa çıkarıyor.
“Şiddet, bazen adaletin ve yasaların temeli olur” şiarını benimseyen pek çok roman kahramanını silaha sarılıp hesap sormaya iten öfke Türkiye’nin 60’lardan başlayıp günümüze kadar uzanan siyasal, toplumsal, ekonomik tarihiyle, o tarihin yarattığı sorunlarla sıkı sıkıya ilişkili elbette. Edebi beğeniyi, siyasi ve ideolojik yargıları bir tarafa bırakırsak, bütün bu romanların birey psikolojisine travmatik etkilerde bulunan yaşantıyı gösterebilmeleri nedeniyle önemli olduklarını söyleyebiliriz.
2005’te ortaya çıkan eğilimin sosyolojik önemini vurgularken bir ayrım yapmak zorundayız. Kendisini köşeye sıkıştırılmış hisseden insanların isyanları, adaletle bireysel şiddeti ilişkilendirişleri, böylelikle mazlumdan yargıca, yargıçtan cellada nasıl dönüştükleri anlatılırken şiddete bahane aranması, şiddet eylemlerine felsefi ya da siyasi meşruiyet sağlanması, en kötüsü de parçalanmış bedenlerin, katledilen insanların “pornografik“ tasvirlerinin yapılması -kolektif bilinçaltında mevcudiyetini her daim koruyup pek çok kereler olduğu gibi günümüzde de bilinç katına taşınan- şiddete ve çıkarları şiddetle örtüşen şer ittifakına koltuk çıkmaktır. Romanların pek çoğunda bu ittifakın içinde yer alma arzusu gizlenmiyor zaten. Kimi romanda ise desteklemek amacı güdülmemekle birlikte, toplumsal hayatın doğal bir parçası olarak, eleştiri süzgecinden geçirilmeksizin, biraz da hikayenin gerilimini arttırmak için başvurulan bir anlatım öğesine dönüşüyor. Ancak hayattan edebiyata bu dolaysız geçişin, yani “mimesis“in bu en kaba halinin sadece ideolojik değil edebi anlamda da sorunlu olduğunu vurgulamak gerekir.
“Bir Garip Cindi Zümrüdüanka”da anlatılan olayların somut bir tarihe somut bir gerçekliğe tekabül ettiğini, karanlık kurumların ve tetikçilerinin varlıklarını hala sürdüklerini, toplumsal adaletsizliği ve bütün bunların yarattığı öfkeyi biliyoruz. Buna rağmen, tohumlarını onların ve onları besleyen toplumsal sistemin attığı şiddete karşı çıkmak gerekiyor. Ama bu, sistemin yapısal karakteristiği olan şiddet ve adaletsizliğin karşısına bireyin “meşru” şiddetini koymak, medyada sıklıkla işlenen şiddet sahnelerini romana taşımak anlamına gelmez.
Doğudaki savaş, derin devlet, özel tim, mafya ve onların karmaşık birliktelikleri gibi yakın zamanın yaşanmışlıklarına dayanan romanları önemsediğimi söylemeliyim. Ancak Ali Teoman, öylesine hayali bir “Zümrüdüanka” örgütü ve öylesine inandırıcılıktan uzak varoş devrimcileri çizmiş, varoşlardan uzak pek çok yazar gibi bu insanları hiç tanımadığını öylesine belli etmiş ki, asıl meselesinin iyi ve kötü çatışmasına yerel bir motif katmak olduğunu anlayabiliyoruz.
Neredeyse ortak ve bağımsız bir tema haline gelen şiddet öğesinin romanlara bir eleştiri süzgecinden geçmeden dolaysızca, doğallaştırılarak, kimi zaman yüceltilerek yansıması korkarım ki sokaktaki şiddetten daha kalıcı izler bırakacaktır. Kaygılanılması gereken tam da budur; şiddet ya da mutsuzluk temasına sarılan romanların kaynaklandıkları siyasal/ekonomik/toplumsal yaşantıya teslim olmaları, o yaşantıyı besleyip çoğaltmalarıdır.