Toplam yorum: 3.087.413
Bu ayki yorum: 7.100

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Biz İnsanlar, 1939'da yazılmış. Yazılış tarihinin bir önemi var. Azıcık anlatacağım:
Şimdi Nazım Hikmet'le Peyami Safa bir ara dostlar, böyle yakın dostlar hem de. Nazım Hikmet, Peyami Safa'yı siyasi görüş açısından kendi tarafına çekmek istiyor, bu yönde girişimleri var sürekli olarak. Fakat Peyami Safa, "Bak dostum, sen benim dostumsun ama ben senden demokrasi durağında ayrılırım," diyor Nazım Hikmet'e. Sonradan bir katakulli oluyor; Peyami'nin ağabeyi İlhami Safa'ya bir komplo kuruluyor ve İlhami tutuklanıyor. Bunun arkasında Nazım'ın olduğunu düşünüyor Peyami, fena giydirmeye başlıyor. Zaten sonradan TKP'nin "ajanı" olduğu ortaya çıkan Nazım'la yollar tamamen ayrılıyor, artık ağız dalaşına dönüşüyor olay. Fakat bir zamanlar Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nun Nazım'a ithaf edilmesinin gösterdiği gibi arada derin bir dostluk vardı. Bu ithaf olayı 1931'de. Buradan şuraya geleceğim; Biz İnsanlar'daki Süleyman, gayet Nazım olabilir. Evet, onca şeyi bunun için söyledim.
Safa'nın romanları otobiyografik öğeler taşıdığı için bu çıkıntı kısımların cevabının yine Safa'nın hayatında gizli olduğunu düşünüyorum. Ne yaşadıysa anında romanlara koyan Safa, Rehber-i İttihad Mektebi'nde öğretmenlik yapmış. Bu öğretmenlik ve öğretmenlik yapmasına sebep olan parasızlık, direkt romanda gösteriyor kendini. Sözde Kızlar, Yalnızız gibi romanlarla paralellikler taşıyor Biz İnsanlar. Mütareke yılları, Doğu-Batı meselesi, yalılar… Yine bir Jön Türk giydirmesi var, Peyami Safa bunu hep yapıyor. Adamın canına öyle bir tak etmiş ki her romanında bir eleştiri mutlaka oluyor.
Böyle. Güzel roman, okunsun.
Sene 1998. Bir adet doktorumuz var, işe gitmek üzere evden çıkıyor. İşine gidemiyor. Arabası bir yere, kendi bir yere uçuyor. Bir de bakıyor, gelecekte. Geleceğin toplumu acayip; 20 yaşına kadar falan yaşıyorlar. Çünkü ilerki nesiller için çok fazla yaşamamak lazım. 60 yaşında adamın topluma ne faydası olsun.
Sonra kısırlaştırılmadığını çaktırıyor. Büyük tehlike; herkes kısır çünkü. Öyle kafana göre çocuk yapamazsın. Bunu bir uzay gemisine bindirip yallah, uzaya salıyorlar. Bir şekilde kurtulup başka bir kolonide buluyor kendini. Derken zaman makinesi giriyor işin içine. Haliyle zamansal paradokslar var ama yok. PKD gayet güzel çözümlemiş o olayı. Ben anlatmıyorum, okuyan görsün. Üst üste binmiş zamanlar, sürprizler derken hoop, güzel son.
Yok, süper kitap ya. Gayet kaliteli bilimkurgu.
Hakan Bıçakcı'yı nasıl biliriz? Ben Boş Zaman'la bilirim, bir de Ahmet Hamdi Tanpınar sevmesiyle. Tanpınar durumu yok hikâyelerinde, o başka bir şey.
Hakan Bıçakcı'nın hikâyeleri nasıl anlatılır? Formül bile var aslında.
Karakter + Garip Olay + Garip Son
Her hikâye için geçerli değil tabii, çoğunluğu böyle diyeyim.
Richard Burton Matheson'a, Ramsey Campbell'a birazcık aşina olanlar Hakan Bıçakcı'yı da pek severler. Onlarda olduğu kadar derin bir korkutuculuk mevcut değil, fakat başka şeyler var.
Hande'ye Tecavüz. Rüyalararası diye bir kelime uydursam bu öyküye cuk otururdu. On numara.
İlk öykü, adını unuttum. İki sayfalık, fakat ilk üçe alırım ben sanıyorum.
Üşenmeden kitabı alıp geldim.
Tesadüf Beklentisi. Arkadaşları tarafından gece vakti mezarlığa gönderilip bir mezara kazık çakması konusunda gazlanan çocuğun öyküsünü bilir miyiz? Çocuk kazığı saplar, o sırada piç bir arkadaş beyaz bir çarşaf giyerek çocuğun üstüne koşar. Çocuk kaçamaz, çünkü ceketinden tutulmaktadır. En sonunda korkudan geberir. Ceketini tutan da o heyecanla kendi ceketine de sapladığı kazıktır aslındaymış da bilmem neymiş. Onun gibi.
TV, Gizli Kamera güzel hikâyeler. Damdaki Adamla "Tarihi" Konuşma adlı, buram buram Ferit Edgü kokan hikâye de güzel.
Rock Laneti'ni bildiniz mi? Lisenin uzuun günleri boyunca bir defa, iki defa... Evet, bildiniz; üç, dört, beş falan. O kadar defa okumuştum o kitabı. Çünkü eski bir rockstar'ın hayatıydı ve mükemmel bir kitaptı. Ondan sonra Iain Banks okumak kısmet olmadı, iki gün öncesine kadar.
Bence kitaplar üçe ayrılır. Şu anda ayırdım, başka bir zaman ayırırsam daha aza ayırabilirim, daha çoğa ayırabilirim, keyfim bilir. Allah Allah, nedir yani. Evet, üçe.
1) Öyle Kitaplar: İşte araştırmadır, tarihtir, öyle kitaplar. Bilgi verme amaçlı diyelim ama Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabı gibi kitaplar bu kategoriye girmez. Adam hiçbir olaya sanatsız yaklaşamadığı için. Neyse.
2) Çeşitli Kitaplar: Bunlar böyle işte oku-unut kitapları.
3) Çeşitsiz Kitaplar: Bunlardan fazla yok. Anlatım teknikleriyle, kurgusuyla, tabii kurgusuzluğuyla da olabilir, işte çeşitli şeyleriyle kafada bir tat bırakan kitaplar. Camda Yürümek böyle bir kitap.
Üç farklı adamın öyküsünü okuyoruz adım adım. Graham Park, Steven Grout ve Quiss. Kitap altı yedi bölümden oluşuyor, her bölümde bu üçünün yaşadıklarını sırayla okuyoruz. Üçünün de ayrı bir hikâyesi var ve bunlar sonda birleşiyor.
Graham, sanat okulu öğrencisi, resim çiziyor. Slater diye gay bir arkadaşı var, Sara diye bir kızı gösteriyor buna dolaylı olarak. Neden öyle? Çünkü sonunda çok acayip işler dönüyor, oraları söylemem.
İşte bizim saftirik aşık oluyor kıza derken kızla yakınlaşmaya çalışmalar, sonra sürpriz son.
Grout dünyanın en anormal adamı olabilir. Galaktik bir savaştan kurtulduğunu sanıyor, stres basınca mikrodalga tabancasıyla kendisine ateş edildiğini düşünüyor, kitap okuyor sürekli ve başında daima bir baret var. Asfalt dökücü bu adam, sorunlu biri olduğu için kovuluyor, işsizlik sigortasından yararlanamıyor. Derken baretini çıkardığı bir anda, kendi asfaltladığı yolda başına talihsiz bir kaza geliyor.
Quiss de işin fantastik yanındaki adam. Çıkmak istediği bir şato var, çıkamıyor. Kafka'ya göndermeler var zaten, onun şatosu gibi. Ajayi var yanında, yaşlı bir kadın. Şatodan çıkabilmeleri için, "Durdurulamayan bir cisim, kımıldatılamayan bir diğer cisme çarparsa ne olur?" gibi paradoksal bir soruyu cevaplamaları lazım. Cevap hakkı için de çok acayip oyunlar oynamak zorundalar: Tek boyutlu satranç, açık-alan go, noktasız dominolar ve Çin Scrabble'ı. Zamandan bol bir şeyleri olmadığı için hepsini bitiriyorlar bir şekilde, fakat soruya verdikleri cevaplar yanlış olduğu için bir türlü çıkamıyorlar.
Romanın eleştirel boyutu Graham üstüne kurulmuş. Saf, naif bir insan. Uç cinsellikten, kapitalizmden, kendisi için nefret edilecek ne varsa nefret ediyor ve eleştiriyor. Evet.
Yani roman süper, bence herkes en az iki kere okumalı. Üç.
Vücudun korkması. Ömer Seyfettin'in Perili Köşk öyküsünde vardı. Periye dokunmadan önceki andan bir monolog. Emine'de şöyle oluyor:
"Emine," diyordu. "Korkma. Nasıl olsa bu bitecek. Kimseyi ele vermedin; verecek kim vardı ki. Geçecek hepsi. Sen güçlü kızsın. Olduğun yeri biliyorsun. O yere aklınla, yüreğinle geldin. Korkmaktan utanma. Vücudun korkuyor..."
Aklın vücuda söz dinletemeyişi bir değil mi? Periye dokunmak, işkenceden korkmak çok mu farklı? Bilinmeyenin korkusu, insanoğlunun en derin korkusu değil miydi hani, hele hele 24-25 yaşında bir kız için?
Selahattin kızı Emine Semra Kozlu. Nüveyre'den doğma. Doğum 1947. İstanbul. Beşiktaş.
Nereden başlasam?
Emine İstanbul doğumlu. Ailecek Erzurum'a gidiyorlar çocukken, anne baba öğretmen. Cumhuriyetin ilk öğretmenleri. Vatana, millete hayırlı bireyler yetiştirmeleri için idealizm pompalanmış emekçiler. Kardeşinin adının Kubilay olmasından belli değil mi? Bir de Seçil var, abla.
Esaslar bunlar. Kurgu şöyle: 72'de yakalanıyor Emine, sorguya çekiliyor. İşkenceler çok fena. Bu noktada geçmişe dönüşler hakim. Bunları ikiye ayırabiliriz:
Büyükler: Erzurum anıları, üniversite arkadaşlarının anıları. Bu üniversite arkadaşlarının bahsi geçtiğinde yukarıda yazdığım şekilde arkadaşların tutanağa mı diyeyim, neye diyeyim bilemedim, yazılı bir belgeye geçirilmiş isimleri, cisimleri yer alıyor. Bunlardan başka Seçil'in intihar girişimi var. Oraya geleceğim.
Küçükler: Bilinç akışı gibi. Bir yerden küçücük bir olay çağrışıyor, bir paragraflık bir geriye dönüş yaşıyoruz, sonra kurgunun asıl yolundan devam ediyoruz.
Adım adım inceleyeceğim şimdi. Ben böyle güzel bir nokta yakaladığım zaman sayfanın üst köşesini kıvırırım. İçim de acımaz. O kadar para veriyorum kitaba, onun da canı yanacak arkadaş. Her şey karşılıklı. Allah Allah yav. Neyse, o köşelerden de kopya çekeceğim biraz.
Erzurum: Erzurum, Emine'nin siyasi olmayan yönünün geliştiği yer. İnsanlığının diyeyim.
Erzurum'da kaldıkları ev iki katlı. Alt kat buz gibi, üst katta soba yanıyor, nispeten daha iyi. Apartman dairesine taşınmaya çalışıyorlar. Sürekli daha iyiyi kovalayış var, daha iyiye ulaşma arayışı var ailede.
Anne Nüveyre. Sahip olduğu idealizmle kişiliği birleşmeyen bir kadın. Elinde bir öğretmenlik, katakulli sonucu evlenmek zorunda bıraktığı bir adam ve üç çocuk var. Kazanmaya oynuyor, kaybetmeye tahammülü yok. Çocuklarının hatalarına hele, hiç yok. 70'lere doğru Emine'yi evlendirmeye çalışırken şunları söylüyor:
"Aç açık olmayınca mutsuzluğa alışılıyor kızım. Herkesi nasıl yaşıyor sanıyorsun yani. Ailelerin çoğunluğu... Yorgunluk var Emine çocuğum, yorgunluk."
Anne böyle. Seçil de bir teğmendi galiba, ona aşık oluyor. Annesi kızını İstanbul'a yollayıveriyor çat diye. Öyle bir anne. Baba biraz anlayışlı gibi gözüküyor, sessiz. Öyle bir eş varken normal.
İclâl diye bir öğretmen var, şeker gibi kadın. Emine'nin en sevdiği öğretmeni. İclâl, sevdiği evli bir erkekle basılınca doğruca Erzurum'a gönderiliyor, orada öğretmen oluyor. İşte Türk kadınlarının en büyük eğlencesi olan dedikodu devreye giriyor burada. Bu dedikodular üstünden hem Nüveyranım'ın karakterini, hem de dönemin ahlaki, sosyolojik, psikolojik falan yorumunu öğreniyoruz. Kadının İclâl için dediği şeye bak:
"İyi ailesi olsa öğretmen olur muydu?"
Kadın problemli, baba suskun, çocukların biraz manyak olması kaçınılmaz.
Bak çok ince noktalar var anneyle ilgili, almazsam olmaz. Konu yine İclâl.
"Birden annesinin, 'Demek ki bayağı tutulmuş İclâl'e adam,' deyişindeki özlemi sezerdi Emine. Oysa yüzünde açık vermeyen bir örtülme olurdu annesinin."
Her şeyi de almak istemiyorum, 113. sayfada kadın-erkek meselesinde kadının düşündükleriyle ilgili güzel şeyler var mesela. Anne burada bitsin. Anne böyle yani.
Seçil... Seçil bir zenginle evleniyor sonra, intihar girişiminde bulunuyor. Oğlu oluyor, pek umursamıyor. Hayatından memnun değil. Öylesi bir parçalanmışlıkta zaten memnun olması da pek mümkün değil. Başka bir şey söylemiyorum Seçil hakkında, okuyan bilsin.
Kubilay varla yok arası bir şey, içten pazarlıklı bir genç izlenimi bırakmıştı bende. Anneye çekmiş olabilir.
Erzurum'da ilgimi en çok çeken kişi Leylim nine oldu. Bir Marquez romanından fırlamış gibi bu ninemiz. Açlık yüzünden bir torununu alıp Kars'tan Erzurum'a yürüyor. Torun Kiraz, sonradan Emine'nin en yakın arkadaşı oluyor ve onlarda kalıyor. Bu vesileyle Leylim nine de arada geliyor, bu iki kızcağıza uyku vaktinden hemen önce yaşamla ilgili çok güzel şeyler anlatıyor. Romanın TDK'dan ödül almasının en büyük etkeni bu Leylim nine bence. Dil, kelimeler çok güzel.
Üniversite arkadaşları/İstanbul: Burada Emine kızımız artık bir üniversite öğrencisi, devrimci. Etrafında bir sürü arkadaşı var, bu arkadaşların çoğunun akıbetini biliyoruz aslında, anlatmaya gerek yok. Kitabın kapağına bakmak yeterli.
Soldaki Mardin doğumlu arkadaş muhtemelen Haydar. Emine'nin sevdiği adam. Abisinin uğraşlarıyla okuyor, yoksa çiftçi olacak. Haliyle fakirliğin bilincinde, İstanbul'a gelip iktisat okuyor ve bir eylemde yakın arkadaşı Zülkadir'in vurulup ölmesine şahit oluyor. Yine diyorum; anlatmaya gerek yok. 70 başlarının kaotik ortamında bir grup gencecik insanı izliyoruz.
Kurgusal yapıyı anlatmıştım. Kitabın ortalarının sonunda, sonlarının başında işkence zamanına dönüyoruz ve bir iki geriye dönüş dışında o zamanda kalıyoruz. İşkence tasvirlerini nasıl anlatayım şimdi. "Çok güzel" dersem içim huzursuz olacak.
Erkek-kadın mevzusu demiştim. Başka bir örnek:
"Eh... bak en iyi sözü ettin, "bir erkek gibi" lafının alaylı yükünü çocukluğumuzdan beri biliriz. Bir kadın gibi olmak, bir erkek gibi olmak... bunlar iki cinsin sınırlarına çekilmiş çok kurnazca düzlemler Seçil."
Gerisi geliyor.
Haydar'ın kendini anlattığı sahnelerde bir Anadolu insanının sıcaklığını, içtenliğini buluyoruz. Eleştirel boyut elbette mevcut, hükümetlerin politikalarından çokça çekmiş, torpil olmadan iş dönmeyeceğine inanan, devlet karşısında ezilmiş insanlar bunlar. Haydar gibi bataktan çıkmak isteyen insanlar oluyor. Haydar çıkıyor, adam zeki beyler. Sınıfsal bir eleştiri var burada. Sayfa 302'de başlıyor.
Daha da yazmıyorum, zira hem karnım aç, hem de ne yazcam. Pazar günü sabah sabah yazı yazıyorum ya. Bir gideyim uyuyayım. Seçil'in intiharı kalmıştı. Yaşamına, ailesine uyum sağlayamadı. Uyumsuzdu, dayanamadı diyelim.
Çok güzel kitap, zengin. Okuyunuz. İyi günler.