Toplam yorum: 3.083.119
Bu ayki yorum: 2.800

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Arka kapak biraz abartılı; edebiyat ve sanat üzerine öylesi derin gözlemler olmasa da şipşakçımız Arnold Pessers başına gelenleri çözümleme becerisiyle, bir fotoğrafçının an gardiyanlığıyla zaman, mekan ve anılar hakkında güzel ipuçları veriyor, fotoğrafladığı anlar arasındaki farkları yok edip tek bir manzaraya bakıyor; Mokusei'e.
Noteboom'un oryantalizm penceresinden başlıyoruz, fotoğraf sanatçısı kardeşimiz, büyükelçi olan arkadaşıyla birlikte Japon gelenekleriyle alakalı bir yürüyüşe katılıyor ve arkadaşından Japonlar üzerine mevzuları öğreniyor. Dışarıdan gelen herkes, öğrenilen birkaç şeyin Japonları anlamak için yeterli olduğunu düşünüyor ama komik duruma düşmekten ötesine geçemiyorlar, zira Japonların tarihsel evriminden, yaşamlarından ve kültürlerinden haberleri yok. Arnold, bu bakış açısıyla Japon gibi olan Japon bir model aramaya başlıyor, gösterilen hiçbir model gerçekten Japon yüz hatlarına sahip değilmiş gibi geliyor. Yüz hatlarından da ötesi, binlerce yıllık bir kültürün peşine düşüyor ve Mokusei'le karşılaşıyor.

"Öyle ki bu kız kanalıyla uzun zamanlar önce yitmiş zamanla, artık varolmayan ve hiçbir zaman geri gelmeyecek olan bir şeeyle ilişki kuruyordunuz." (s. 24)

Beş yıllık bir yolculuk bu, Arnold aşık oluyor ve aşkını fotoğraflarla, yaşantılarla çoğaltıyor, değiştiriyor, yeniliyor ve kadının kendi olduğunu hissediyor. Zamanlar ötesi bir duygu bu; hiçbir zaman unutulmayacak ve her an özlemi hissedilecek bir duygu. Böyle bir deneyimden sonra tatminsizliğin yolu açılıyor, kadının varlığı bile yeterli gelmemeye başlıyor. Tarih öncesi zamanlardan beri birbirlerini tanımıyorlarmış gibi, sanki binlerce yıl önce yeryüzünden silinmiş bir dille konuşuyorlar ve bu duyguyu anlayacak başka kimse yok.

"Bu onu yüreğinin ta derinlerine dek yakan bir tutkuydu; bu tutku, bu kez her şeyden önce bir aşk, sonra da öykü olması nedeniyle kendisinden önce ve sonraki yaşantıları solduracaktı." (s. 54)

Beş yılın sonunda, onca Hollanda-Japonya yolculuğunun ardından Mokusei, son buluşmalarında evlenmek üzere olduğunu ve bir daha görüşemeyeceklerini söylüyor. Son bir gün. Bütün duyguların bir araya gelip ağırlaştırdığı şekliyle yaşanıyor, her gün gibi bir gün. Arnold, solup gidenin kendisi olduğu duygusundan bir türlü kurtulamıyor. Aşkın yaşanamayacak duruma gelmesi, ağır bir darbe.

Kısacık, on numara bir anlatı.
Okundu bu. Bu bir seri aslında. Araştırma serisi yani. Dört kitaptan oluşuyor. İlk kitap, Şeytan. İşte Şeytan'ın ortaya çıkışı, eski uygarlıklarda Şeytan nasıldı, falan. Onlar anlatılıyordu ilk kitapta. Haliyle din üstünden gidiliyordu biraz. Dualizm vardı mesela, o yolla Şeytan'ın meşrulaştırılması. Bir sürü şey. Tutmadım aklımda yani, Allah Allah.
Bu kitap ikinci kitap. Sıkıcı biraz. Yani konuya ilgim vardı, demonlar... Mesela demon nedir, "hell" nereden geliyor, mitolojiyle çok güzel bağlantılar var. Bu kitapta ve ilk kitapta güzel vermiş adam. Sıkıcıdan kastım; Gnostisizm açısından bir sürü insan tanıyoruz, bir sürü eser tanıyoruz, bir sürü yorum görüyoruz. Çok ince iş. Amaç zaten ince iş, haliyle oturup ciddi ciddi okuyacaksın bunu. Benim gibi otobüste, vapurda falan okursan meeh dersin tabii. Aptallık yapma, ev kitabı bu. Yol kitabı değil.
Şimdi üçüncü kitaptayım, Lucifer. Sevgiler.
Seriden devam:
* Şeytan'ın komikleştirilmesi. Artık öyle öcü şeytan yok. Aydınlanma ile birlikte şamar oğlanına çevrilen bir Şeytan var önümüzde. Resmen ağlatmışlar. Çok fena.
*Mephistopheles ilk kez 1587 tarihli Faust kitabında geçiyormuş. Hoş.
* Bu Shakespeare'de Şeytan, romantikslerde şeytan nasıldı, Baudelaire falan nasıl almış, o var. Sonra AC/DC, Mötley Crüe falan geçiyor ama çok az. Ve çok taraflı.
* Ha, o Baudelaire'in sözü var ya Şeytan'la alakalı, onun babası şudur:
"Şeytan'ın var olmadığına bizleri inandırmaya çalışmak, bizzat Şeytan'ın bir entrikasıdır."
Richard Greenham, bir İngiliz püriteni, 1700'ler falan.
* Reform olaylarında kim Şeytan'a nasıl baktı, Şeytan bu olaylarda nereye kondu, mezhepler açısından Şeytan'ın incelenmesi.
* Elbette Paradise Lost, Milton. Paradise Regained.
* Spinoza, King, Leibniz, Locke, Voltaire, Hume ve bir sürü filozofun Şeytan görüşü.
* Blake var, Jung var, 1980'lere kadar geliyor olay.
Çok da bir şey hatırlayamadım ama genel olarak böyle. Bu kitapla seri bitiyor. Edebisi derin şeylere geçeceğim demiştim ama, sırada Şeytanın Genel Tarihi var. Hadi bakalım.

Evet, Şeytanın Genel Tarihi'ndeyiz. Bu kitapta şeytan yok. Yani var ama yok. Antropoloji-teoloji ilişkisi var biraz. Yani insanla birlikte dinin nasıl evrildiği. Bu yüzden insanlık tarihine de güzel eğiliyor kitap. Dünyanın birçok yerinde serpilmiş dinlere, inanışlara bakıyoruz ve sürpriz; şeytanın bu dinlerde yerinin olmadığını görüyoruz. Kapalı toplumlarda toplumlarda şeytan yok. Neden yok? İhtiyaç duyulmamış şeytana. İnsan kötülük yapar, şeytan bunun neresinde o zaman mesela. Yani şimdi tabii. Evet. Mesela Konfüçyüsçü Hsün-tzu demiş ki, "İnsanın doğası kötüdür. İyilik sonradan edinilir."
Asıl olay tabii ki bu Mısır mesela, veya Sümerler, veya aklınıza gelen diğer toplumlar mı diyeyim, devletler mi diyeyim, onlarda kötülük nasıldı? Şeytan nasıl ortaya çıktı? Yazar diyor ki şeytan Eski Ahit'le birlikte ortaya çıkmıştır. Yani o İsrailoğulları'yla birlikte ortaya çıkıyor. Sonra evrim geçiriyor ve şeytan oluyor bildiğimiz. Şeytanın yaşı birkaç bin yıl yani, ondan önce yoktu öyle bir şey.
Kabaca böyle bu kitap. Hoş yani, okuduğuma memnun oldum ve ölü bir kitap olarak kütüphaneye, diğer ölülerin yanına koydum. Zaman zaman canlandıracağım, zira güzel fikirler var içinde.
Orhan Pamuk dedim, devam edeyim.
Ben tamamen Orhan Pamuk'un hatıralarından ibaret olduğunu sanıyordum, öyle değilmiş.
İstanbul'dan yolu geçen yazarlar var kitapta. Flaubert var, Amicis var, Nerval var, onlara yansıyan İstanbul var kitapta. Madde madde gideyim, çok şeyden bahsediyor kitap.
* Orhan Pamuk'un çocukluğu. Nişantaşı'nda sülaleyle birlikte yaşanan bir apartman var, kuşaklar beraber büyüyor, beraber yaşlanıyor burada. Sülale içindeki ilişkiler, çekişmeler, falan. Sonradan Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev gibi romanlarda izdüşümlerini görmek mümkün.
* Orhan Pamuk'un annesiyle, babasıyla, kardeşiyle olan ilişkileri. Genel olarak. Ayrıntılar var, vereceğim.
* Okul dönemi. Okulla arası nasıldı, okulda ne yapıyordu, neden okuldan kaçıyordu, okuldan nasıl kaçıyordu, neden okuldu?
* Ayrıntılı olarak kardeşiyle ilişkisi. Kardeşinden yediği dayaklar, kardeşiyle çekişmeleri, annenin bu çekişmelerdeki etkisi. İlginç; sonradan annesiyle kardeşine sorduğu zaman normal şeyler olduğunu söylemişler ama kendisinde derin izler bırakmış o çekişmeler.
* Beşiktaş günleri. Parasız kaldıkları zaman Beşiktaş'ta boğaz gören bir yere taşınıyorlar ve balkondan vapurlarla garip şeyler yaşıyor Orhan Pamuk. Oğlum adamda her şey iz bırakmış lan.
* Annesiyle olan ilişkisi ve resim aşkı. Kendisi ressam olmak istiyor, bir gazla mimarlık okumaya başlıyor İTÜ'de galiba. Yeni Hayat'taki çocuğun kaynağı da bu olay. Neyse, sonradan annesi bunu kalaylıyor aç mı kalmak istiyorsun falan diye. Sonra okulu bırakıyor kendisi, yazar olacağım diyor. Kitap böyle bitiyor hatta. "Yazar olacağım!" falan diyerek.
* Pamuk'un ilk aşkı. Lan buna resim yapsın, kitap okusun diye apartman dairesi veriyorlar amonüyom. Hayatlara, olanaklara gel. Zengin olmak varmış lan.
Kendi hayatından kesitler böyle. Bir de İstanbul manzaraları var.
* Şey önemli; Yahya Kemal Beyatlı, Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Rasim ve Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında bazı mülahazatı şamildir. Demir Özlü'nün konferansı vardı iki hafta önce, ona gitmiştik. Ben pek severim Demir Özlü'yü. Beyoğlu'nu, Fatih'i, Beşiktaş civarlarını pek güzel anlatır. Varoluşçuluk kokan öykülerini, romanlarını beğenerek okudum, kendi deyişiyle yazdığı son bir kitabını da aynı şekilde, biraz hüzünle okuyacağım. Çünkü kulakları çok ağır işitiyordu, nefes alıp verirken oldukça zorlanıyordu. Yaşlılık. Son bir kitap yazıp veda edecek sanıyorum. Neyse, Tanpınar hakkındaki bir soruya, "Tanpınar benim yazarım değildir. Türkçeyi bozan bir yazardır ve romanlarında kadın yoktur," diye cevap verdi. Tartışılır; romanlarında kadın vardır, etkin bir biçimde vardır ve Türkçeyi bozma meselesi daha da tartışılır zannımca. Nereye geldik yav. Neyse, "Has Edebiyat" diye bir şey var,
Tanpınar da bu edebi türün kralı olarak görülüyor. Akademik çevrenin taptığı bir Mehmet Kaplan var, iki de Tanpınar. Biraz tabulaştırılmış kendisi. Romancılığının ve görece az bilinen yönüyle hikâyeciliğinin ve şairliğinin yanında akademisyenken tuttuğu notlarından Yeni Türk Edebiyatı için kallavi düzeyde eserler de çıkarmış biri Tanpınar. Hocası Yahya Kemal sayesinde geliştirdiği bir estetik anlayışı var. Bu bahsedilen dört yazarda da bu anlayış mevcut, belki Ahmet Rasim'de biraz daha siliktir. Bunlar Fransız yazarları okuyorlar, Proust mesela. Okumakla da kalmıyorlar, Yahya Kemal Fransa'da Albert Sorel'in öğrencisi oluyor, orada on sene kalıyor. Tanpınar'ın da Fransa maceraları mevcut. Yani oranın havasını, suyunu, ebedi ortamını da yakından tanımış oluyorlar haliyle. Sonra buraya dönüyorlar. Biliyorlar ki oradaki sanat anlayışını burada olduğu gibi ortaya koyamazlar, e yapılmış çünkü. Orada yapılmışı var. Milliyetçilik havaları esiyor onların zamanında üstüne. Ne yapıyor bunlar, tarihe dönüyorlar yüzlerini. Huzur'u düşünelim mesela, eski zamanların hayaletinden kurtulamaz karakterler. Hem kendileri, hem de yaratıcıları dolayısıyla. Böylece başka bir İstanbul çıkıyor ortaya. Koçu'nun ansiklopedisi, Ahmet Rasim'in mektupları, anıları, diğerlerini zaten biliyoruz. Bir de öyle bir İstanbul var işte.
* Melling'in resimleri ve bu resimlerin İstanbul'u, bu resimlerdeki İstanbul'un Orhan Pamuk'un çocukluğuyla etkileşimi.
* Pitoresk İstanbul. Arnavut kaldırımı sokaklar, vapurlar, vapurların dumanları, yıkılmaya yüz tutan binalar. Bu yapı İstanbul'a özgü, bu yüzden de çok değerli. Olay şu: planlanmış bir güzellik değil, rastlantısallığın güzelliği. Eh, burada rastlantısallıktan bol bir şey yok, zengin bir yer o konuda.
Doğu-Batı münakaşası, 6-7 Eylül olayları, daha bir dünya şey var kitapta.