Toplam yorum: 3.083.119
Bu ayki yorum: 2.800

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Kemal Selçuk ömürlük bir hikâye anlatıyor, Oğuz ile Kerim'in gençlik yıllarında tanışmalarıyla başlayıp yollarının ölümle ayrılmasına kadarki süreçte yaşananlar bir dönemin politik ve ekonomik olaylarına da dokunuyor ama yoğun bir değini değil bu, karakterler siyasi olaylara karışmıyorlar en azından, Turgut Özal'ın vefatının, Gezi'nin geçen zamanın belirtisi olmaktan öte bir görevi yok. Tamamen ikili ilişkiler, yer yer üçlü ilişki üzerine kurulmuş, sağlıksız bir bağlanma örneği gösteren Oğuz'un üzerinden ilerleyen bir anlatı. En başta ikisinin Havuz Başı'nı almak için uzattıkları elleri görürüz. Bursa baharı, Tuz Pazarı'nın altındaki okunmuş kitap satılan tezgâhların önü. Kerim daha hızlı davranarak kitabı kapıyor, Oğuz'un aşağılayıcı bakışlarına maruz kalıyor. Lacivert ceketin altına süveter, altına kadife pantolon, kentsoylu Oğuz'un köylü Kerim'den nefret etmesi için görsel bir sebep sunuyor. "Okuyacaksa bile gidip bir köy romanı alması gereken Kerim, hiç hak etmediği kitabı tutuyordu elinde." (s. 6) Sait Faik kentli, Tanpınar ve Oğuz Atay da öyle, Oğuz'un sevdiği ve karakterlerini yaşamına ekleyerek yaşattığı yazarlar kent-kır ayrımını çeşitleyen anlatı ögeleri olarak ortaya çıkıyorlar. Yavaş yavaş, en başta sadece Sait Faik, Oğuz ve Kerim var. Oğuz patronun kim olduğunu öğretmeye çalışıyor Kerim'e, konuşmaları sırasında Kerim'in bazı yanlışlarını düzeltiyor, ardından yerel bir dergi olan Yeni Sesler'de öykülerinin çıktığını söylüyor, böbürleniyor biraz. Kerim'in gözleri ışıldıyor, karşısında iyi şeyler yazan biri var. Zamanla arkadaşı da olabilir, eğer Oğuz da isterse. Kerim'in yemek davetlerini geri çeviren Oğuz'un böyle bir niyeti yok, "edebi abilik" rolünün dışına çıkmak istemiyor. "Samimiyet musluğunu" yavaş yavaş açsa da Kerim'in "köylülüğü" aşılamaz bir engel olarak duruyor aralarında. Kerim'in Rüzgârlı Bayır'ı okumasını da garipsiyor Oğuz, daha pek çok davranışına şaşıyor ama neden şaştığını, bu kentli-köylü ayrımına neyin sebep olduğunu bilemiyoruz, bir tanecik kitabı kaptırdı diye böylesi genişleyen bir nefret dalgasının ardındaki sebepler muğlak, dönemin toplumsal olaylarıyla birlikte Oğuz'un bu açıdan biraz olsun derinleştirilmesi daha derinlikli bir metin ortaya çıkarabilirmiş.
Oğuz öğretmen olarak atanıyor, Kerim bir mali müşavirin yanında işe başlıyor, iş çıkışlarında buluşup edebi konuşmalar yapıyorlar. Yeni Sesler'de öyküsü çıkan Kerim'i biraz kıskanıyor Oğuz, biraz da övünçle doluyor, çömezi iş başında. Çocuğu yönlendirmeye çalışıyor kendince, "muhafazakâr" damgasını vurduğunda Kerim'in rahatsız olduğunu da görüyoruz. Hemen ardından Oğuz'un üniversitede âşık olduğu Zeliha'yla yaşadıkları geliyor, genelevlere giden Oğuz aşk yoksunluğunu yaraymış gibi taşıyor. İçiyor bir yandan, kederini alkole gömüyor, ayık olmadığı zamanlarda her şeyi unutturan uyuşukluğuna tutunuyor. Yaşı yirmi yediye dayanıyor, yazdığı öyküler umut vadediyor ama keşfedilmelerini sağlayacak kalantor adam, kendi ifadesiyle "ağaç dayı" yok etrafta. Buluyorlar, sayıları İstanbul'a da giden yeni bir dergi çıkarmaya başlıyorlar. Seslerini duyurmaya başlar başlamaz Makbule geliyor ofise, dört yıllık arkadaşlığı bozuyor istemeden. Makbule'nin adı Oğuz'un etkilendiği kurmaca karakterlerle özdeşleşme ölçüsünde değişiyor, Kuyucaklı Yusuf'tan ötürü Muazzez oluyor, Tanpınar'ın bir karakterine geliyor sıra, oysa sadece incelemelerini yayımlatmak istiyor Makbule, başta iki oğlana da yüz vermiyor ama gönlü Kerim'e kayıyor sonra. İkisi de yakışıklı, boylu, Oğuz tercih edilmeme nedenini anlayamıyor ve içinde gömülü duran nefreti açığa çıkararak Kerim'den, Makbule'den, dergiden uzaklaşıyor, hiçbir şey yazamamaya başlıyor. Mektuplar dışında, yollamadığı onca mektupta Kerim'e nefretini kusarken Makbule'ye serzenişlerde bulunuyor. Bir köylüyle çıkıyor Makbule, Beş Şehir'i en iyi anlayan adamla değil de Orhan Kemal esinli öyküler yazan, küçük insanın büyük acısını anlatan, bayatlığın müellifi, aynılığın yazarı Kerim'le birlikte oluyor. İntikam almaya yemin ediyor Oğuz, dillere destan bir intikam alacak ama öfkesinden ötürü taş kesiliyor adeta, işe, geneleve ve meyhaneye gidip gelmekten başka hiçbir şey yapamıyor, uzunca bir süre. Yolda Makbule'yle karşılaştığı zaman lakabı da konuyor orada: "Cemiyet kaçkını". Öyküleri pişiyor, yavaş yavaş dökülüyor ama hiçbir yere yollamıyor Oğuz, kendisini ziyarete gelen ağaç dayıyı başından savıyor, yalnızlığına çekiliyor.
Doksanlı yıllar. Kerim ve Makbule evlenmiş, muhtemelen çocukları da var, bilmiyor Oğuz. Edebiyatla gerçeklik üzerine kafa yoruyor, herkesin kendi hikâyesini yazdığını düşünüyor, kendi hikâyesindeyse giderek babasına benziyor birlikte yaşadığı annesine göre. Bu benzerliğe muhtaç, acı çekmeden hiçbir şey yazamayacağını düşünüyor. Bu çok garip, öykü üfürürüm ben de naçizane, iki kişiden duydum bunu. Acıyı kovaladığımı değil de yazmak için yaşadığımı ima ettiler, Cortázar'ın zorunluluk bahsini düşündüm ben de. Zorundayız. Ben bu metinle ilgili bir şeyler yazmak zorundayım, sıkıntısını bastıramayacak gibi olunca hikâyeyi yazmak zorundayım, yaşamsal bir güdü bu. Hiçbir şey için bunlar, başka bir şeye değil. Bu yüzden belki de yayımlamıyor öykülerini Oğuz, etrafında bir gizem perdesi oluşturuyor, dergilerde kendisiyle ilgili tek tük yazılara denk gelmeye başlayınca garip bir kıvanç duyuyor. Bir zamanların genç öykücüsü, umut veren anlatıcısı Oğuz Bayrak nereye kayboldu? Bir kitabı dolduracak kadar öykü yayımladıktan sonra ortadan kaybolmasının anlamı ne? Perdeyi açmıyor Oğuz, arkadan olup biteni izliyor. Kerim'in ilk kitapları derginin çıktığı matbaada basıldıktan sonra İstanbul'daki yayınevlerinin birinden çıkan son kitabı Oğuz'da tiksinti uyandırıyor, "köylü" yavaş yavaş ünlenmeye başlayınca hırslanıyor bir ara, "o iki yeteneksize" edebiyatın nasıl yapıldığını göstermeye karar veriyor, ne yazacağını bilmemesi önemli değil. Kuram, çalışma, her şeye el atıp büyük eserini yazacak bir gün, yakında. Başka arkadaşlar edinecek, bir noktaya kadar onları kullanacak ama kalemi eline alamayacak bir türlü, bu sırada yıllar geçecek, Kerim'in konuşmacı olarak katıldığı edebi bir toplantıya gidecek, şişmanlayıp kelleşmiş arkadaşına duyduğu kini uyandıracak. İkisinin çocukları da var artık, Esra. Annesinin baskılarından sonra evlenmeye karar veren Oğuz, gençliğinin baharındaki Esra'yı gözüne kestirecek ama eyleme geçemeden Kerim ölecek, Esra, "Oğuz Amca," diyerek Oğuz'a sarılacak, ağlayacak. Mezarlık bölümü, iki arkadaşın yıllar sonra karşılaştığı son sahne. "Hayatın her ânında kurmacaya mahkûmdu!" (s. 127) Oğuz'a göre Kerim'in ölümü kendi hikâyesinin bir parçası olmalı, ancak bu şekilde yorumlanabilecek bir olaya dönüşebilir. "Beni affet; senden bir insan olarak bile acımayı esirgedim!" (s. 127) Aydınlanma ânı anlatının sonunda ortaya çıkar, Kerim'in gerçekten yaşayıp yaşamadığını düşünür Oğuz, her şeyi kendi kurmacasının bir parçası olarak görmeye başlamıştır. İnsanlar, şehir, yazarlar, kitaplar, acı, özgürlük, her şey Oğuz'dan türer, Oğuz'da karşılığı olmayan duygu yaşamda da yoktur. Yazdığı yirmi kitaptan sonra kalp krizi yüzünden ölen Kerim aslında Oğuz'la birlikte Mümtaz'ı oluşturur, Doğu ve Batı estetiğinin sentezini. Biri onca kitap yazmasına rağmen diğerinin tek bir kitabı bile yoktur farklı yönlere bakarlar, Janus gibi tek bedende.
Selçuk iyi bir yazar, hikâye anlatımı başarılı, kurgu-gerçek ikilisini başarıyla bakıştırıyor, üstelik Mustafakemalpaşalı, memleketlim. Hehe. Daha da uzar, ayakları daha sağlam bir zemine basarmış gibi duruyor bu hikâye, bu haliyle de oldukça iyi gerçi. Denk gelinirse okunsun, hoş.
"Hakikat-sonrası"nın hazırlayıcı etkenleri ele alınıyor daha çok, Lee McIntyre günümüzün sosyopolitik ortamındaki hakikati incelerken Keyes kavramın sosyolojik belirlenimleriyle uğraşıyor, psikolojik temellerden yola çıkarak inançların, güdülerin nasıl değişebileceğini gösteriyor. Yalanla başlıyor işe, psikolog Robert Feldman'ın deneyiyle. 121 üniversite öğrencisi yeni tanıştıkları biriyle 10 dakika sohbet ediyor, sohbetler kayıt altına alınıyor. Ortalama üç kez yalan söylüyor herkes, bu yalanların içinde kısa bir süre önce büyük bir albüm anlaşmasına imza atan bir rock grubunun üyesi olmak var, daha küçük yalanlar var, çeşit çeşit. Yalan söyledikleri sahneler izletilince şaşırıyor denekler, bunun yanında pişman olmadıklarını, herkesin yalan söylediğini, yaşamın yalanlar üzerine kurulduğunu söylüyorlar. Dürüstlük uzun vadede daha kazançlı, araştırmalar bunu gösteriyor ama kısa vadede pek de ihtiyaç duyulmuyor belli ki, irrasyonelliğimiz bu açıdan bariz. O an verilen daha az paranın daha sonra verilecek daha çok paraya tercih edildiğine dair deney de gösteriyor bunu, bir elbisenin yakışıp yakışmadığı konusunda yalan söylemekle bir ülkenin kitle imha silahına sahip olup olmadığına dair yalan söylemek arasındaki benzerlik korkunç. Dürüstlüğün abartıldığını söyleyen Oscar Wilde gibi, yalan söylemenin toplumsal bir gereklilik ve sanatsal haz kaynağı olduğunu söyleyen Nietzsche gibi sanatçılar, düşünürler belli bağlamlarda yalanı savunuyorlar, ikiyüzlü bir toplumun dayattığı gerçekliğin kuyruğuna teneke bağlamaktan bahsediyorlar, bunun yanında yalancılığın norm olduğu toplumların er geç çökeceğine dair korku uygarlık tarihi boyunca süregelmiş. "Bu nedenle yalan hakkında duyulan kaygı, yalanın yaygınlaşmasıyla kol kola gitmektedir." (s. 17) Keyes dürüstlüğü öven, buna rağmen yalanları arka arkaya sıralayan tarihi figürleri ele aldığı bölümlerde yalanın caydırıcı bir yaptırımının olmadığı sonucuna varıyor. En başta Carter'ın ABD başkanı olmasını asla yalan söylemeyeceği sözünü vermesine bağlıyor, ardından politikacıların, sanatçıların kurmaca kişiliklerine odaklanıyor. ABD'de Vietnam'da savaştığını söyleyen ünlü insanların foyalarına açığa çıkaran bir organizasyon ve belli araştırmacılar var, yargıçlardan senatörlere pek çok insanın aslında askere bile gitmedikleri ortaya çıkınca verdikleri tepkiler ilginç. Toplumun duyarlılığını yansıtan her hikâyenin bir parça gerçeklik taşıdığını söyleyenler çıkıyor, daha da ilginci toplum bu görüşe katılarak yalanı olumluyor, kurmaca da olsa gerçeklikten bir parçayı aktardığı için yalancıyı bir şekilde ödüllendiriyor. Gazetecilerin yaratıcı gazetecilik ürünü makaleleri gerçekliği farklı bir açıdan aktardıkları için değerli , bunun yanında tamamen uydurma belgelerle haber yapanlar en fazla işlerinden oluyorlar, eylemlerinin ses getirdiği ölçüde kitap anlaşmaları imzalayarak kazanç sağlıyorlar, bir nevi iş kolu bu. Yalanların kabul görüp görmemesi bu yalanlardan ötürü zarar görenlerin toplum nezdindeki önemine göre değişiyor, Irak'ın işgalinde Cheney ve avanesinin yedikleri herzeler bir karşılık bulmadı, işkencelerden de yırttılar gibi duruyor, Keyes'in meselesi bu. "Bu kitabın iddiası, uydurmaya atalarımızdan daha meyilli olmadığımız, fakat bundan sıyırmayı daha iyi becerdiğimiz, ifşa olsak bile bunun yanımıza kâr kalma olasılığının daha yüksek olduğu ve bu süreçte kendimizi herhangi bir zarar vermediğimize ikna ettiğimiz düşüncesidir." (s. 19) Son yıllarda çekilen, neocon tayfanın kirli çamaşırlarını ortaya seren filmlerden birinde Cheney'nin bir savunusu vardı, ne kadar savunuysa. Her şeyden ABD halkının sorumlu olduğununu, seçimlerin bu sorumluluğu yarattığını söylüyordu. George Carlin'in oy vermemeye dair savı demokrasiye katılım gösterenlerin tepkisizliğine de dokunduruyor bir yerde, "iyi" bir amaçla söylenen yalanları desteklemek pek de farklı sonuçlara yol açmıyor. Bob Dylan'ın trenden trene atlayıp Woodie Guthrie triplerine girdiği kurmaca gençliği ne kadar çok ses getirmiş ve kanıksanmışsa binlerce insanın ölümüne yol açan yalanlar da o kadar kanıksanıyor.
"Yalan Söylemenin Kısa Tarihi" bölümünde Keyes, insanların bilişsel niteliklerinin soyut düşünme kabiliyeti oranında geliştiğini söylüyor, kısacası alternatif bir gerçeklik yaratabilme gücü beynimizin gelişiminde başat etkendi. Ahlaki, etik boyut bağlamında Darwin'den yapılan alıntı dürüstlüğün doğuştan gelen bir şey değil, öğrenilen bir şey olduğunu gösteriyor. Koşullara bağlı olarak yalancıyız ve dürüstüz, hayatta kalma ihtimalimiz hangisine yakınsa. Yine Darwin'den yola çıkarak ekliyor Keyes: "Eğer dürüstlüğe yol açan bağlılıksa, doğruluğun ancak birbirlerine bağlı hisseden insanlar arasındaki bir erdem olması akla yatkındır." (s. 35) İlginç araştırmalar var, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan yerliler genellikle kendi aralarında son derece dürüstlerse de Batılı bir araştırmacıya, gezginlere sıkabildikleri kadar yalan sıkıyorlar, gelenek gibi bir şey, aralarından bazıları beyaz adama yalan söylemenin gelenek olduğunu belirtiyor örneğin. Genellikle mizah amacıyla yapıyorlar bunu, eğleniyorlar, birbirlerine yalan söylemeleriyse yaptırımlara tabi. Buradan Augustinus'a, Kant'a ve Machivaelli damarından Nietzsche'ye ve Wilde'a uzanıyor Keynes, Odysseus'un yolculuğundan bahsediyor, tarihî ve mitik bir bakış.
Günümüzde birebir etkileşim eskiye göre azaldığı ve dijital ormanlar alabildiğine yayıldığı için yalan söylemenin basitleştiğini hatta normlaştığını söyleyebiliriz. Zekâ yarışı da var, yalanın aşağılayıcı yanı muhataba üstünlük kurma itkisini güçlendiriyor, özellikle anonim ortamlarda. Bir daha karşılaşmayacağınız birine rahatlıkla yalan söylersiniz, sanal ortamda kişiliğinizi baştan yaratırsınız, kolaydır. Askerde Nuh vardı böyle, DJ'lik yaptığını, İstanbul'da çalmadığı mekan kalmadığını söylerdi. Biraz araştırma yapan üst devreler adamın yalanlarını yüzüne vurduğunda hiç gocunmadı herif, fotoğraf çektirmeyi sevmediğini söyledi, sıyrıldı. Kurmaca biyografiler bahsini bu bağlamda düşünebiliriz, kitapta genişçe bir yer de ayrılmış buna. Gerçi prospektüs bile bana kurmaca bir metin ama temayüle uyup biyografilere, otobiyografilere kurgu dışı diyelim, sayısız biyografi ve otobiyografi kurmaca ögeler taşıyor. Bazıları bulunmuş, mağazalarda kitaplar kurgu dışı kısmından kurgu kısmına taşınmış, okurlar tepki vermiş veya vermemiş, karışık iş. Thoreau örneği: "Bugün bile Thoreau vahşi doğada tek başına etik bir yaşam süren ahlaklı insanı sembolize eder; tabii Thoreau'nun inzivaya çekildiği ormanlık bölgenin ailesinin evinden ancak bir mil uzakta olduğunu saymazsak. Walden Gölü kıyısında tabiat anayla bütünleşen Thoreau neredeyse her gün evine gidiyordu. Bir biyografi yazarına göre Thoreau'nun yaptığı, göl kenarında 'kamp kurmak'tan ibaretti." (s. 71) Hikâyeyi Thoreau'dan dinleyince bambaşka bir durum ortaya çıkıyor, buradan hareketle bilişe dayalı her şeyi kurmaca olarak değerlendirmek makul. Paul de Man'ın karakter/kişilik yaratımıyla ilgili yazıp çizdikleri Nazi işbirlikçiliğini örtmeye ne kadar yaradı acaba, bu bir ödünleme miydi örneğin? Motivasyon yıllar içinde pek değişim geçirmeden insanların yalanlarını biçimlendirdi, diploma sahtekârlığından yanlış veya eksik bilgilendirmeye kadar pek çok çeşitlemeyi ortaya çıkardı. Sonuçta insanlara iyi bir hikâye gerekiyor, varlıklarını hikâyelere oturtmalılar, böylece zihin haritaları oluşturarak kimlik inşalarını sürdürebilirler. The Man From Earth'te insanı soluksuz bırakan yaşam hikâyesinin kurmaca çıkması da ilginç bir durum olurdu, süper zeki bir insanın yalanlar zincirini soluksuz izlerdik.
Cinsiyet rolleri açısından yalanın işlevlerinin incelendiği bölüm yine ilginç, yapılan araştırmalar How I Met Your Mother'daki formülün gerçek olduğunu gösteriyormuş mesela, erkeklerin kaç kişiyle seviştikleri sorusuna verdikleri cevabı üçe bölmek, kadınlarınkini üçle çarpmak gerekiyormuş. Kadınlar erkeklere yalan söylerken daha büyük sıkıntı hissediyormuş, erkekler nispeten rahat. Bir de çoğu erkeğin ve kadının her şeyi bilmek istemediği ortaya çıkmış, yalanlarla boğuşmaktansa kafalarını kurcalayan şey hakkında soru sormuyorlarmış. Böyle şeyler. Günümüzde yalanın, hakikat-sonrasının hali. İlgilisi kaçırmasın.
On dört yaşında müzik makaleleri yayımlamaya başlayan, otuz iki yaşında intihar eden Csath ilginç bir yazar, hikâyesinden bir roman çıkar. Bundan sonrasını Wikipedia'dan çarpıyorum, kendisi pek sevgili Dezső Kosztolányi'nin kuzeni. 1887'de doğuyor, asıl adı József Brenner. Çocukluğunda keman çalmaya başlıyor, aslında ressam olmak istiyor ama hocaları çizimini olumsuz yönde eleştirdikleri için yazmaya başlıyor. Tıp okumak için Budapeşte'ye gelince yazı işlerine yoğunlaşıyor, yayımlanan pek çok öykü yazıyor, 1909'da mezun olunca psikiyatri ve sinir kliniğinde çalışmaya başlıyor. Öykülerinde yaşamının izlerine doğrudan rastlıyoruz, sinir sistemiyle ilgili hoş bir öyküsü var örneğin, anlatacağım. Bu dönemde uyuşturucu ve sakinleştirici müptelası oluyor, duymaya başladığı basit bir ilgi sonradan yaşamına mal olacak sıkıntılı bir bağımlılığa bu dönemde dönüşüyor. Wikipedia'da yazdığına göre ergen kızlara şiddet uygulanan öykülerini bu dönemde yazmış, kitaba adını veren ve diğerlerine göre daha karanlık, düşlere bulanmış öykü de aynı tarifeden. Olga'yla evleniyor Csath, 1913'te. Savaş başlayınca kaçınılmaz sona doğru geliyor yavaş yavaş, orduda büyük sıkıntılar yaşıyor, birkaç kez hava değişimi aldıktan sonra 1917'de atılıyor ordudan, bağımlılığı had safhaya ulaşıyor. Köy doktoru olarak çalışırken 1919'da psikiyatri kliniğine yatırılıyor, bir süre sonra kaçıp evine dönüyor, paranoyaları yüzünden karısını vurup öldürüyor, ardından zehir içiyor ve bileklerini kesiyor. Hastaneye kaldırılıyor, oradan da kaçıyor, başka bir hastaneye gitmek üzere yola çıktığı zaman Yugoslav askerler tarafından durduruluyor, yakalanıyor, nihayetinde zehir içerek yaşamına son veriyor. Parlak bir yaşam acı bir şekilde sonra eriyor böylece, iki yaşam gerçi, Olga'nın ölümü de çok acı. Geriye öyküler kaldı, "Sonu Kötü Biten Masallar"dan seçme öyküler var bu kitapta. Çevirmen İsmail Doğan'ın tercihleri sonucu sanırım, konsept oluşturan öyküler kitaba dağılmış durumda, örneğin ilk ve son iki öyküyü arka arkaya koymak gerekirmiş gibi gözüküyor, Csath'ın değişen ruh halleri farklı üsluplara çalan, farklı içeriğe sahip öykülerden takip edilebilirmiş. Ben birleştirmeye çalışayım, ilk öykü "Baba ve Oğul"da Anatomi Enstitüsüne gelen adamın babasıyla ilişkisi temelde. Adam iyi giyimli, uzun boylu, Amerika'da çalışan bir mühendis. Babasının ölümünü haber veren mektubu alır almaz memleketine dönüyor, naaşın izini sürünce tıp öğrencileri için kadavra olarak kullanılacağını öğreniyor. Adama durumu anlatan doktor, bedenlerin "eritildiğini", iskeletlerin eğitimde kullanıldığını, dilerse beş korona karşılığında iskeleti alabileceğini söylüyor. Eritme bedeli. İskeleti şamatacı bir hademe getiriyor, mükemmel bir iskelet olduğunu söylüyor. Oğul şok geçiriyor, hademenin sorusuna, "Babamdı!" cevabını veriyor, derin sessizlik. Kucaklayıp götürüyor iskeleti sonra. Oğulun kesik davranışları, tedirginliği, diğerlerinin kayıtsızlığı, en sondaki beceriksizce kucaklayış, her şeyiyle geriyor kısacası bu öykü, tuhaf bir durumu çok kısa, şahane bir şekilde anlatıyor. "Küçük Emma"nın benzerini dünyanın diğer ucunda Mişima yazdı, çocukların egosantrik düşünceleri beynelmilel dehşetler yaratıyor resmen. Anlatıcı çocuğumuz genelde abisiyle takılmaktadır, kız kardeşleri de eşlik eder ara ara. Buldukları kedileri kesip işkence ederler, baykuşların kafalarını ezerler, sonra okullarına giderler. Kız kardeş Irma'nın sınıf arkadaşı Emma'ya tutulur anlatıcı, kızı ne zaman görse aklı gider, sevgisiyle ne yapacağını bilemez. Aslında üç çocuk da başıboş yaşar gibidir, babasızlık probleminin yanında annenin çocukları sevmemesi de hayatta bir başlarınalarmış izlenimi yaratır. Okuldaki şiddet olayları da öyküdeki gerilimin tamamlayıcısı haline gelir, anlatıcının öğretmeni bir çocuğu herkesin önünde döver, ağzından burnundan kan getirir, çocuğun kişiliğini kırar. Detaylarıyla anlatır bunları Csath, öğretmenin yavaş yavaş terlemesinden sınıfta yankılanan şaklama seslerine pek çok ayrıntıyı verir, rahatsız edici sona hazırlar okurunu. Emma'nın eve geldiği bir gün hayvanları idam ettikleri gibi Emma'yı da idam etmeye karar verirler. Her şey bir oyunmuş gibi ilerler, darağacı kurulur, ip bulunur, kız tabureye çıkartılır, ardından tek bir hamleyle cezalandırılır. En büyükleri için bir eğlence, kız kardeş için intikam, anlatıcı içinse sevgi gösterisi. Bir günlükte okuruz bunları, günlüğü bulan bir üst katman anlatıcısı vardır ama bir başta, bir sonda çıkar ortaya, çocuğun anılarının devamında ne olduğunu bilmeyiz, Emma'nın nüfuzlu ailesi kıyameti kopardıysa da büyük kardeşin subay, kız kardeşinse dul bir kadın olduğunu öğreniriz, öykü biter. Anlatıcı çocuğun yaşamadığını çıkarabiliriz buradan, hayal gücüne kalmış. "Ana Katli"nde aralarında bir yaş olan iki kardeşin hikâyesi var, baba yine yok, anne yine uzak çocuklarına. İki oğlan kendilerine özgü dünyalarında yaşıyorlar, kimseyi almıyorlar aralarına. Biraz büyüdükleri zaman yakınlardaki bir kıza tutuluyorlar, kız değerli şeyler istiyor ve çocuklar annelerinin gırtlağına çöküyorlar. Biri kalbinden bıçaklıyor kadını, takılarını alıp kıza gidiyorlar ve tekrar geleceklerini söyleyip koştur koştur okula yetişiyorlar. İnsanın karanlık doğası açığa çıkıyor bu öykülerde, en çok da bu üçünde.
"Sonu Kötü Biten Masallar"dan beşiyle karşılaşıyoruz, ilkinde küçük bir çocuk ders çalışıyor, ayak seslerini duyunca arkasını dönüp bakıyor, hoş bir kız. Hırsız aynı zamanda, evden bir şeyler çalmış, gidiyor yavaş yavaş. Çocuk yerinden fırlıyor, kızı yakalıyor. Kız şu. İkinci masalda kutsal kitaplardaki Yusuf'la arasında denklik kuran modern Yusuf'un hikâyesi var. Üçte nişanlanan bir doktorun ansızın karar değiştirmesi yer alıyor, nişanlısının kanını birtakım kimyasallarla karıştırıp tahlil eden doktor dehşete düşmüş bir şekilde kaldırıyor kafasını mercekten, hemen yüzüğü geri yollayıp vazgeçtiğini söylüyor. Ne gördüğünü bilmiyoruz, şahsen ben bilmek de istemem, öykü her taşın eksiksiz bir şekilde sıralandığı duvarlar gibi olmamalı. Neyse, dörtte denize giren genç bir adamın kısa süreli aşık olma macerasını görüyoruz. Adam açıklarda bir kız görür ve yüzmeye başlar, kıza yaklaştığını düşündüğü her seferde kızla arasındaki mesafenin aynı kaldığını görür. Gece olur, şafak vakti yaklaşır, adam yüzmeye devam eder. Yaşamına mal olsa da kıza ulaşacağını söyler kendi kendine. Sabah olunca kız ortadan kaybolur, adam yaşamını düşünür. Son. Beşinci, büyükbabanın torunu için kesmeye niyetlendiği çiçeği diriltme çabaları. Sapın yarısını keser, sonra pişman olur ve elinden gelen her şeyi yapıp çiçeği kurtarmaya çalışır. Başarılı olamaz, çok üzülür.
"Bir sabah tüm taçyapraklar çiçeğin solgun, hasta dalından yere düşmüştü. Tabii yapraklar da.
Bunda şaşılacak bir şey yok, büyükbabanın ertesi bahar artık toprağın altında dinleniyor olması gibi." (s. 65)
"Üç Kızlar Hakkında Hikâye" de sonu kötü biten masallardan. Üç kız kardeş baykuşlarla oynar, çiçeklerle dans eder, masal aleminde yaşarlar. Bir gün ufukta bir şövalye görünür, kızlardan en büyüğüne yavaş yavaş yaklaşır, kızın gönlünü çalar. Kız için sonsuz mutluluk sona ermiştir, baharlar bile solgundur artık. Ertesi yıl ortanca kardeş aynı şekilde dağılır, sonraki yıl üçüncü. Şövalye bir daha çıkmaz ortaya, sonsuza dek kaybolur. Baykuşlar kızlardan şikayetçidir artık, ağlama seslerinden uyuyamadıklarını söylerler birbirlerine. Sembollerin yağdığı bir öykü veya sadece düz anlamıyla güzel bir öykü. Masal.
"Cerrah" ilginç bir öykü. Csath'ın zamanında nörolojiye dair pek bir şey bilinmiyordu, beynine demir saplanıp ölmeyen, yaşamına devam ederken kaybettiği bilişsel yetileri üzerinden varsayımlarla bilimsel veri devşirilen insanlar yeni yeni ortaya çıkıyordu, dolayısıyla bilinmeyen üzerine çok parlak fikirlerle kurgular oluşturulabilirdi. Csath oluşturmuş bir tane, evrensel çözücülerin en kusursuzu olan zamanın beyindeki bir fonksiyondan kaynaklandığını "bulan" bir doktorun kendi ağzından dinliyoruz hikâyeyi. Zamanın aslında var olmadığını, beynin bir yaratısı olduğunu, beyinde zaman algısını yaratan bölgenin alınmasıyla ölümün, yok oluşun ortadan kalkacağını söyler doktor, çalışmalarının sürdüğünü ve başarıya ulaşana kadar absente sığındığını anlatır. Hoş. Yirmi iki öykü var kitapta, afyonun etkisinden rüyaların düz, klasik anlatımına kadar pek çok konu işlenmiş. Çoğu iyi bu öykülerin, okunmalı. Macarlardan kötü yazar çıkmaz diyesim var, bu kitapla birlikte kanım kuvvetlendi.
Platonov'un Can'ında engin steplerde yürüyen insanlar vardır, o kadar uzun süredir aç geziyorlardır ki açlığı unuturlar, aynı şekilde soğuğu da unutmuşlardır, pespaye kılıklarla yürüyüp dururlar. Canlarından geçmişlerdir, hiçtirler artık, kimliklerini dahi unutup sonsuzun içinde yiterler. Lianke'nin bahsettiği kuraklık yüzünden aç kalmaktan korkan köylülerin yürüyüşü bu hiç alayınınkine benziyor başta, anlatının sonunda köylerine dönmeseler kuzeydeki aç kardeşlerine katıldıklarını düşünebilirdik. Köy ahalisinin yürüyüşüne katılmayan İhtiyar'ın ve kör köpeği Kör'ün hikâyesini okuyacağız biz, tepede alev gibi yakan güneşten kaçanlara katılmayacaklar, her sabah yaptıkları gibi Baliban Tepesi'ne çıkıp tohumunu İhtiyar'ın diktiği mısır fidesinin serpilmesi için uğraşacaklar. İhtiyar köpeğin ve kendisinin idrarını gübre olarak kullanacak. Gitmeye mecalleri yok, olsa da bilinmeyen yolculuk çekmiyor onları. Köylülerinse başka bir şansları yok. "Köylüler uzun süredir kaçmayı planlıyorlardı; tarlalardaki buğdaylar kuraklıktan ölmüş, dağlardaki toprak kıraçlaşmış, dünyanın rengi solmuş, bununla birlikte köylülerin umudu da kurumuştu." (s. 9) Üç günlük yağmur köylüleri histerik bir hale sokup mısır tohumlarını bahçelerine ekmelerini sağladıktan sonra bulutlar dağılıyor ve çaresi olmayan bir kuraklığa bırakıyor yerini, yetmiş iki yaşındaki İhtiyar önce son kafileyle birlikte yola çıkıyor ama fidesinin yanına geldiği zaman yolculuğu tamamlayamayacağını düşünüyor, ölecekse kendi köyünde ölmek istediğini söylüyor. Sonrası bir ölüm kalım savaşı, müthiş bir hikâye, doğayla insanın çatışması da diyemeyeceğim, birbirini tartması belki.

İhtiyar'ın su bulmak için yürüyüşe çıkmasıyla mücadelenin ikinci bölümü başlıyor, bu kez kurtlarla uğraşmak zorunda. Neredeyse bir günlük yolculuktan sonra sakin bir kaynağa varıyor İhtiyar, içebildiği kadar su içiyor ve fidesiyle Kör için su depoluyor. O yoklukta karşılaştığı bu mucize manzarasının doğurduğu duyguyla okuyabiliriz şöyle şeyleri: "Damlayan suyun sesi kulakları sağır eden bir mavilikteydi." (s. 55) Köylüler gideli dört ayı geçmiş, bizimkiler iyi dayanıyor kısaca.
Köylüler dönüyorlar, aralarından biri İhtiyar'ı hatırlıyor. Bakınıyorlar, iyice serpilmiş, büyümüş mısırı görüyorlar, dibindeki tümseği de görüyorlar. Köpekten geriye pek bir şey kalmamış, mezarı kazdıklarında İhtiyar'dan da pek bir şey kalmadığını görüyorlar. Bitkinin kökleri yaşlı bedeni sarıp sarmalamış, ihtiyaç duyduğu özü adamın özünden sağlamış. Tam bir bütünleşme bu, onca mücadeleden sonra İhtiyar sonsuz döngüye dahil oluyor.
Günlerin, ayların, yılların böylesi bir uzamda ayrımı kalmıyor, çok iyi bir isim. Çok iyi de bir metin, Jaguar güzelliği. Tavsiye ediyorum, okuyunuz.
Stephen King'e göre "yazılmış en korkunç lanetli ev romanı" bu. Övgüyle birlikte esin borcunu da ödemiş oluyor King, O'da Pennywise'ı ego söndürme yoluyla yok etmeyi Matheson'dan almış gibi gözüküyor. Matheson da başkasından alıp kaynağı övmüştür belki. "İstediğiniz kitaptan istediğinizi alın ama kitabın yazarına duyduğunuz saygıyı bir şekilde belirtin" deniyordu bir kitapta, en makul çarpma yöntemi bu sanırım. Matheson büyük bir esin kaynağı, Ben, Efsane!'si biliniyor en çok, Karanlıkta 33 Yazar'daki iki üç öyküsü yüzünden uykusuz kaldığımı hatırlıyorum. Bunların yanında pek çok filmin ve dizinin senaryosunu kaleme almış, Hollywood tecrübelerini bu romandaki Florence'ı kurarken kullanmış gibi gözüküyor. Bunun yanında roman gerçekten korkunç, kurgusunun yardımıyla daha da korkunç. Matheson anlatı dünyasını genişletmeden evde yaşananlar üzerinde durduğu için karakterlerin geçmişleriyle fazla boğuşmuyor, eve giren dört kişiden biri olan Fischer'ın kırk yıl öncesinde, 1930'da başka bir araştırma ekibiyle evde bulunduğunu, ekipten sağ kurtulan tek insan olduğunu öğreniyoruz, diğerlerine ne olduğuna dair kısa bilgilerden başka hiçbir şey geçmiyor elimizde, şimdide ve evde kalıyoruz böylece. Florence'ın ve Fischer'ın yola çıkmadan önceki günlerine de kısaca bakabiliyoruz, Florence kendi kilisesinde parapsikolojik bir inanç sistemini yürütüyor örneğin, bir zamanlar oyunculuk yaptığını ve ortama, insanların kaypaklığına alışamayınca kirişi kırdığını öğreniyoruz, bu tür yüzeysel bilgiler evdeki dehşet anlarında karakterlerin ne yapacaklarını öngöremememizi sağlıyor, güzel. Gün gün ve dakika dakika bölünmüş roman, 11.19'da yaşananları gördükten sonra olayların yaşanma zamanına göre, kısa veya uzun bir sürenin ardından diğer bölüme geçiyoruz. Aralığın uzun olduğu kısımlarda karakterlerin yaptıkları es geçilmemiş, dört karakterin eylemleri açısından karanlık bir nokta yok, tutarlılık sağlanmış. Anlatım tekniği çok başarılı.
Dr. Barrett'ın Deutsch'la görüştüğü sahneyle başlıyor anlatı. Deutsch seksen yedi yaşında, kel ve sıska bir adam, ölümsüzlüğü arayan çok zengin bir adam. Barrett'tan Cehennem Evi'nde araştırma yapmasını istiyor, 100 bin dolar ödeyecek. Paranın çekiciliğinin yanında bilimsel araştırmalarının meyvelerini de almak için kabul ediyor Barrett, Ev'de diğerlerine anlattığına göre hayalet gibi paranormal varlıklar aslında birikmiş biyoenerjilerin ürünü, Freud'un biçimlediği bilinçaltı gibi yapıların ürettiği enerji salınımı sebebiyle açıklanamayan olaylar gerçekleşiyor. Barrett bilinmeyen dünyayı keşfedebileceğini düşünüyor bir anlamda, bir haftalık misafirliklerinin ortasında Deutsch'un adamlarının getirdiği oyuncağıyla evdeki bütün biyoenerjiyi ortadan kaldırmayı planlıyor.
Çok iyi bir korku metni, okunmalı. Çeviri hakkında da bir şeyler söyleyip bitireyim. Genel olarak iyi bir çeviri, birkaç sözcük tercihi dışında başarılı bence. Çok da önemli değil gerçi ama karakter "âlâ" yerine "pekâlâ" veya başka bir şey dese daha şık olabilir ki diyor zaten sonra. Barrett'ın duvardan duvara vurulduğu, kafasının gözünün yarıldığı sırada "cumbalak" tekrar yere düşmesi de sahnenin etkisini azalttı biraz. "Bayılayazmak" tercihi çok hoş, bu kurallı birleşik fiil kalıbının neden kullanılmadığını, unutulduğunu bilmiyorum, anlayamıyorum. Son olarak düşüncelerin yansıtılma şeklinin tutarsızlığı. Bilinç akıyor, karakter bir şey düşünüyor ve düşündüğü şey metne olduğu gibi yansıyor, bu durumda herhangi bir noktalama işaretine lüzum olmadığını sanıyorum. Üç biçim kullanılıyor bunun için, birinde tırnak içine alma var, diyalogdaki gibi virgülle bitmiyor düşünce. İkincisi tırnaksız, virgüllü, üçüncüsündeyse hiçbir şey yok, "diye düşündü" şeklinde tamamlanan bir yapı. Tercih meselesi, üçü de kullanılabilir ama üçüncüsünün okur için daha zahmetsiz ve okumanın bilişsel süreciyle uyumlu olduğunu düşünüyorum.
İthaki çok sağlam bir çizgi tutturdu, zevkle izliyorum.