Toplam yorum: 3.083.119
Bu ayki yorum: 2.800

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Antonio Tabucchi'nin Isabel İçin Bir Mandala metniyle paralel okunabilir. İki anlatıda da karakterler birilerini, bir şeyi, kayıp geçmişi bulmaya çalışır. Tabucchi'nin karakteri Isabel'i ararken gerçekliğin sınırlarını zorlamaya başlayan bilgilere ulaşır, dünyayı gezerken zamanın çizgiselliğinden kurtulur, ölülerin dünyasını adımlamaya başlar, Modiano'nun karakteri Fransa'nın dışına çıkmasa da bir yandan kendi sınırlarını çizmeye çalışır, on yıldır kim olduğunu bilmeden dedektif olarak çalıştıktan sonra kendi kimliğinin peşine düşer. Tabucchi hikâyeyi Portekiz'in korkunç ortamına kurar, Salazar diktatörlüğünün terör estirdiği zamanlara yerleştirir, anlatıcı eski arkadaşının ve âşığının kayboluşunun ardındaki sırrı çözebilmek için kadını tanıyan kim varsa peşine düşer, elde ettiği bilgiler hep bir başka tanıdığı gösterir, böylece yolculuk sayısız insana ve olaya dek uzar. Modiano'nun mekânı II. Dünya Savaşı'nın işgal altındaki Fransa'sıdır, Almanlar uçan kuşu yakalamaya çalışmaktadır, Guy Roland araştırmasını sürdürdükçe detaylar ortaya çıkar, anılar yavaş yavaş belirir, yine sayısız insan ve olaydan sonra rehberden bulunan tek bir isim geçmişi bütün detaylarıyla anımsatacak bir serüvene dönüşür. İzlekler benzer olsa da Tabucchi'nin çizdiği yol Isabella'yı gerçeküstü bir dünyaya taşır, mandalanın amacı budur, Tibet'e kadar giden karakter ölülerin dünyasına geçerek yaşamla ölüm arasındaki çizgiyi belirsizleştirir, Modiano'ysa gerçekliğin dışına çıkmaz, Roland'ın on yıllık kaybını objelerle, tanıklıklarla somutlayarak ortadan kaldırır. Gerçi Roland'ın hafızasının yavaş yavaş geri gelmesiyle birlikte hatırladıklarının kurgu olma ihtimali ortaya çıksa da karşılaştığı insanların anlattığı tutarlı hikâyeler geçmişin tamamen kurmaca olmadığını imler. Kesinlik yok yine de, Roland'ın kendine biçtiği her kişilik bir sonraki görüşme sırasında yıkılabilir, örneğin başlarda elindeki fotoğrafı kime gösterse fotoğraftakilerden birinin kendisi olup olmadığını sorar, muhatapları aynı biçimde cevap verirler, emin olamazlar bir türlü. Tabucchi bilinmezliği adım adım yükseltir, Modiano karakterini anlatının her noktasında kaygan bir kişilik zemininin üzerine yerleştirir, sürprizlere açık bir kurgu yaratır. Arayışın farklı noktalarda sonuçlandığı iki metin de başarılıdır, gerçi Modiano arayışı bitirmez, son adımda "terk eder", Valéry'nin şiir için söylediğini düzyazıda hayata geçirir. "Yok yere ağlıyor, çünkü oyununa devam etmek istiyor. Uzaklaşıyor, sokağın köşesini döndü bile. Ve tıpkı bu çocuğun mutsuzluğu gibi, yaşamlarımız da gecenin karanlığında hızla yok olmuyor mu?" (s. 173) Başa dönüş, Roland'ın kendine dair çıkarımlarını sadece başta ve sonda böylesi berrak görürüz. "Ben bir hiçim. O akşam, bir kafenin terasında oturan soluk bir gölgeden ibaret bir hiç." (s. 11)
Hutte'le, patronuyla oturuyorlar, ofis kapanmış, Hutte kira sözleşmesini feshetmemiş. Roland için başlangıç noktası, Hutte emekli olduğu için Nice'te yaşayacak, mekân Roland'a kalacak. Patron olay örgüsünden tamamen çıkmayacak sonrasında, tanıdıklarını seferber ederek Roland'ın arayışına yardımcı olacak, soruşturduğu insanları bulması için elinden geleni yapacak. Uzaklardaki dost. İster istemez Hutte'ün de o kayıp tarihin bir parçası olup olmadığını merak ediyoruz, on yıllık çalışanının geçmişini kendine has yollarla araştırması mümkün, belki de bütün uğraşı Roland'a ekmek kırıntıları bırakmak. Paul Sonachitzé'yi bulan Hutte mü bilmiyoruz örneğin, Roland'la buluştukları zaman Heurterur de geliyor, Sonachitzé'nin arkadaşı, kayıp geçmişi bulmak için ellerinden geleni yapacaklar. İlginç bir teknik, Roland ne kadar çok bilgiye ulaşırsa karanlık bölge de o kadar gösteriyor kendini, örneğin iki arkadaş şöyle bir baktıklarında Roland'ın yaşını tahmin edemiyorlar, sanki bir boşluğa bakar gibiler. İlerleyen bölümlerde beliren insanlar da Roland'ı tam olarak anlayamayacak, kılıktan kılığa giren adamla üstünkörü konuşup fotoğraftakinin Roland olup olmadığını anlayamayacaklar. Neyse, Heurteur savaştan kısa bir süre önce gece kulüplerinde çalıştığı için yüzlere aşina, Roland'ı ve arkadaşını hatırlayacak: Stioppa. İkinci basamak. Rus ismi, Devrim zamanında Rusya'dan kaçıp Paris'e gelenlerden biri Stioppa, Roland'ın yakın arkadaşı, gittikleri mekânlardaki orkestradan hep aynı şarkıyı çalmasını istiyor, bir Kafkas melodisi. Heurteur'ün aklında, biraz hatırlatınca duygulanıyor Roland, tanıdık bir melodi. Stioppa hâlâ hayatta, Roland iki adamdan ayrılıp yola koyulacağı zaman önündeki takside uyuyakalan kadını kucaklıyor, otele kadar taşıyor. Kadını "tanıyor", baharatlı parfüm bir şeyler çağrıştırıyor, o kadar. Çok sonra ortaya çıkacak biri mi kadın, Roland'ın geçmişteki sevgilisi mi, aslında kendini ararken hatırlayacağı aşkı mı o? Modiano okura da ekmek kırıntıları bırakmış olabilir mi? İki kez okunsa detayların daha iyi yakalanabileceği bir metin bu.
Stioppa Rus olup olmadığını soruyor Roland'a, taksici de aynı şeyi sormuştu, belki bir zamanlar Rus'tu Roland. Stioppa şaşkın, ona o isimle hitap edenlerin çoktan öldüğünü söylüyor, Roland'ı da tanımıyor üstelik. Genç bir adam var karşısında, Roland yaşlandığını düşündüğü için yaşıyla ilgili bir çıkarım yapamıyoruz. İşler iyice ilginleşiyor, Stioppa'nın gösterdiği bir fotoğrafta Roland kendini tanıyor, genç bir adam, yanında güzel bir kadın ve bir adam daha var, üçünün ilişkisi derin belli ki. Roland fotoğrafı gösterip genç adamın kendisi olup olmadığını soruyor, arkadaşını tanımıyor Stioppa. Galina "Gay" Orlow'un adını verebiliyor bir tek, kadının. Hutte'ün iyi bir arkadaşı Orlow'un bilgilerini gönderiyor Roland'a, kadının eski kocası Waldo Blunt üçüncü durak. Orlow ABD'ye göçünce bu Amerikalı piyanistle evlenmiş vatandaşlık için, sonra başka bir Fransız'la memleketine dönmüş. İntihar etmiş bir süre sonra, yaşlanmaktan korktuğunu dile getirirmiş sık sık. Birlikte döndüğü Fransız'ın adı Howard de Luz, John Gilbert'ın sırdaşı. Howard de Luz aslında Roland olabilir, bu fikre tutunuyor Roland, araştırmalarını sürdürüyor, ailenin son üyesi Claude Howard'la konuşuyor. Howard de Luz ve John Gilbert'la sıklıkla görüşmüş ama uzun yıllar geçtiği için onları tanıyamayacağını söylüyor, Roland'ı görünce yine hiçbir şey çağrışmıyor tabii. Ailenin sahip olduğu şatoya bu kez, yıllardır şatoya göz kulak olan hizmetçinin verdiği bilgilere göre fotoğraftakiler ayrılmaz üçlüymüş bir zamanlar, başka bir Rus kız daha katılınca dört kişilik tayfa tamamlanmış. Basamaklar böylece sıralanıyor, Roland başka birileri olabileceği düşüncesine kapılıyor sonradan, doğru izi takip ettiğini düşünmeye başlayınca geçmiş yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Anlatılan hikâyelerin aydınlatıcılığı bir yana, Roland da oluşmaya başlayan anılarıyla birlikte daha net bir fotoğrafa bakmaya başlıyor artık, savaş zamanı Paris'ine bir yolculuğa çıkıyoruz, bir anda. Bu geçiş de oldukça hoş, nereye varacağını bilemediğimiz bir arayışın zamanıyla geçmişte yaşananların zamanı bir çizgide birleşiyor. Almanlar katliam yapmaya başladıkları zaman üç arkadaş kaçmaya karar veriyorlar, güneye inip dağlardan sınırın öte tarafına geçecekler. Sahte pasaportlar tamam, araç da hazır, yola koyuluyorlar ve kontrol noktalarından zar zor geçip dağların tepelerindeki bir pansiyonda geçici bir süreliğine gizleniyorlar. Tanışları orada kalıp savaşın sonunu bekleyecekler, Roland ve Orlow'sa kaçmaya kararlılar, pek de sağlam ayakkabı olmayan iki insan kaçakçısına duydukları güven sonlarını getirecek ne yazık ki. Kışın kıyametin ortasında, ayrı ayrı yerlerde ölüme terk edecekler ikisini, Alman ajanı olup olmadıklarını bilmiyoruz. Roland nasıl kurtulduğunu hatırlamıyor, bir tek beyaz cehennemin ortasında düşüp kaldığı geliyor aklına. Sonrası on yıllık dedektiflik, arayış ve elde kalan tek bir adres, Roland'ın, Roland adını almadan önceki adamın bir zamanlar oturduğu ev, Karanlık Dükkânlar Sokağı.
Savaşın yarattığı kaos insanlara kimliklerini kaybettirebiliyor, sonradan bulması zor. Modiano müthiş bir arayışa ortak ediyor okuru, Roland'ı bıraktığı kadar çaresiz ve bilgisiz bırakıyor. İyi bir hikâye, iyi bir anlatım, iyi bir okuma tecrübesi. Tavsiye ederim.
Vikingler hepimizin bildiği gibi "Haydi yallah hop hop hop!" nidasıyla kürek çeken, gemilerinin burnunda ejderha besleyen, denizcilik alanında isim yapmış bir halktır. Aslında çok azı bildiğimiz anlamda böyle, "Viking" aslında "korsan" demek, halkın sadece küçük bir kısmı denizlere açılıp savaşıyor ama bu grup öyle ünleniyor ki bütün bir çağa kendi adını veriyor, 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar bütün İskandinav halklarına "Viking" denmesi bu yüzden. Simek son yüzyıllarda ortaya çıkan efsanelere kulak asmıyor pek, tarihi gerçekleri vermeye çalışıyor, efsanelerdeki gerçeklik paylarını ayıklayarak kısa ve öz bir tarihçe çıkarıyor, başlarda hangi metinlerin bu anlamda değerli olduğunu anlatıyor kısaca. Eddalar ve sagalar mitik bir perdeyle çevrilmiş durumda, yine de söylendikleri ve yazıldıkları yerler oldukça önemli. Mesela İzlanda'da ortaya çıkanları güzergâhlar hakkında bilgi veriyor, neden, çünkü adamlar 793'ten itibaren monarşiden kaçmak, özgür diyarları keşfetmek amacıyla adaları dolanmaya başlamışlar, İzlanda'ya ulaştıkları zaman adanın belli bölgelerinde koloni kurmuşlar, günlerini gün ettikleri gibi düşmanlarının canına okumuşlar bir güzel. 1066'daki meydan savaşlarında Viking dünyasının en kuvvetli zamanlarına denk geliyoruz, ardından Hristiyanlığın yayılması ve merkezi yönetimin baskısıyla yavaş yavaş güç kaybederek tarihin sahnesinden silinmişler, şarkılarda ve metinlerde yaşamışlar. Demek de doğru değil, baskın güç olmaktan çıkmışlar sadece. Karışık durumlar var bu noktada. "Her ne kadar en eski kaynaklar Viking Çağı'nın oluşumuna bizzat yardım etmiş olsa da bizim için Viking Çağı'nı efsanelerden ayırt etmemizin hiçbir surette mümkün olmadığını düşünüyorum." (s. 9) Vikinglerin tüccar olduğuna dair görüşleri de kabul etmiyor Simek, zorunluluktan korsan olmadılar, güvencesiz çiftçilerden savaşçılara evrilmiş bir topluluk yok. 19. yüzyılın sonlarından 1945'e kadarki Alman modası, Danimarka'nın bronz çağından kalma bir gemiyi sembol olarak seçmesi benzer saiklerden kaynaklanıyor, Vikingler savaşa savaşa yayılan ve kültürlerini gittikleri yerlere götüren insanlar olarak görülüyorlar. Şartların biçimlemesinden fazlası yok aslında, tamamen savaşçı değiller, kültürleri de kolektif, başka halkların kültürleriyle harmanlanmış bir kültür. Yayılmalarına sebep olarak gösterilen üç ana fikri değerlendiriyor Simek, İskandinavya'nın aşırı nüfusa sahip olması ve Norveçlilerin bir kısmının I. Harald'ın idaresinden memnun olmaması gibi iddialar kısmen doğruysa da araştırmalar o dönemde İskandinavya'nın nüfusunun 2 milyondan fazla olmadığını gösteriyor, toprağın ve balığın besleyebileceği kadar insan yaşıyordu orada. İklim değişikliği, hava koşullarının görece düzelmesi de kanıtlanamayacağına göre somut verilerden yola çıkıyor Simek, denize dayanıklı gemi tiplerinin gelişiminin önemini vurguluyor. Okyanusa açılabilen, kıyı şeridine bağlı kalmayan gemiler okyanusun iki yakası arasında gidip gelmeye başlayınca yayılım sürekli hale geliyor. Grönland'a, Amerika'ya dek gidiyorlar ama kalıcı olamıyorlar, bir iki yerleşim yeri verimsizlikten ve yerlilerden ötürü bir süre sonra boşaltılıyor, nüfusu besleyici dalga da gelmeyince merkeze daha yakın noktalardaki alanlara yayılıyorlar. Simek üç noktada yoğunlaşan göçlere dikkat çekiyor, denizlere açılanlar malum, diğer yandan güneye ve doğuya gidenler farklı isimlerle anılsalar da Viking diyarından geldikleri açık. Çok fazla seyahat edenlerin sosyal olarak üstün ve deneyim sahibi oldukları da söyleniyor, öyleyse neden dünyanın ucunu bulmaya çalışmasınlar? Paralı askerlik yapanları iyi savaşçılar olarak sivrilmiş, tüccarlıkla uğraşanları "Rus'" adıyla tanınmış ve zenginleşmişler. Arap kaynakları bu açıdan ilginç, gezginler İskandinavya'ya giderek gördükleri her şeyi yazmışlar, kültür şokundan ötürü Vikingleri haz düşkünü kâfirler olarak ansalar da sempatiyle yaklaştıklarını söylemek mümkün. 13. Savaşçı işte, Banderas Abi adamların memleketinde canavarlara karşı savaşan bir Arap olarak yerlilerle uyum kurabilmişti. Bu paralı askerlik olayında nerelere kadar gittiklerini merak ediyor insan, Romalı askerlerin Çin'de savaşmaları gibi ilginç olaylar yaşanmış mıdır acaba? Yazmıştım onu da hatırlamıyorum hangi kitapta, Roma ordusu muhtemelen Anadolu'da savaşıyor, bir grup asker esir düşünce Orta Asya civarına götürülüyor ve iyi savaştıkları için saygı görüyorlar, yeni ordularında eski savaş taktiklerini uyguluyorlar. Yine muhtemelen Çin'le yapılan bir savaştan sonra Çin kaynakları düşman askerlerinin arasında ilginç bir grubu anlatıyor, filmlerde gördüğümüz gibi kalkanlarıyla kaplumbağaya dönüşen bir grup asker. Çok ilginç. Neyse, Simek güneye inen grubun üzerinde özellikle duruyor, İngiltere'ye ve Fransa'ya yapılan baskınlar din adamlarınca Tanrı tarafından verilen cezaya benzetiliyor, Hristiyanlığın sürekli artan baskısı ve ticari ilişkilerin iştah kabartması Vikingleri harekete geçiriyor, Londra'nın kuruluşunda bile izlerini bulabiliyoruz. Gemilere çok şey borçlular tabii, çift yan kürekler gemilerin hızla hareket etmesini sağlıyor ama istisnai durumlarda başvuruluyor buna, asıl kullanılan aparat yelken. Deniz savaşlarından pek çok kaynak bahsetse de gerçekte nasıl savaşıldığına dair elle tutulur bir bilgi yok. Çarpışma sırasında direk indiriliyor, düşman gemisi iki Viking gemisi arasına sıkıştırılıyor, kesin olarak bilinenler bunlar. Okçulardan bahsedilse de istisnai bir güç bu. Grönland gibi uzak yerlere nasıl gittiklerine dair seyrüsefer bilgisi yine şüpheli, o sıralarda Avrupa'da bilinmeyen pusulayı kullanmıyorlar, muhtemelen güneş taşına bakarak hareket ediyorlar. Gemilerine verdikleri isimler de ilginç, kargo gemilerine "tahta öküz", savaş gemilerine "deniz kurdu" gibi isimler takıyorlar. Yayıldıkları alanlar ayrı başlıklar altında incelenmiş, İrlanda'dan Rusya'ya dek nereye yayıldılarsa sürecin ayrıntılarını okuyabilirsiniz.

Kültürlerine bakalım, kaynaklar yine pek öznel olmakla birlikte işe yarayan, gerçeği yansıtan bilgilere ulaşılmış. "Uzun ev" denen mekânda oturma düzeni belli, ev sahibi yüksek koltuğunda otururken misafirler sosyal statülerine göre sıralanıyorlar, en güvenilir ve saygın adamlar ev sahibine en yakın oturanlar. Yabani meyveler, özellikle böğürtlen, elma ve ceviz yiyorlar, ringa balığıyla kaslarını büyütüyorlar, domuz etini de seviyorlar. Kendilerini kaybeden kadar içiyorlar, dayanıklılık yarışmaları yapıyorlar, özellikle şenliklerde. Dwarf sofrasında yaşananların kaynağı belli, ayrıca bu gelenek günümüze kadar ulaşmış, canavar gibi içip dağıtmayan insanlara saygıyla yaklaşılması en az bin yıl öncesine dayanıyor. Oyun oynamayı seviyorlar, fildişi zarlar bulunmuş. Lire benzeyen, deniz kartalı kemiklerinden yapılan iki delikli flütlerle müzik yaptıkları düşünülüyor ancak Viking Çağı müziği de pek bilinmiyor. Şiir okuma ve hikâye anlatma fasılları eğlencelerin en heyecanlı bölümleri. Deri, metal ve boynuz üzerinde çalışarak el zanaatlarını geliştirmişler, bu konuda oldukça zenginler. Savaşlarda aralarındaki en kodamanları, zırhlıları korumaya çalışıyorlar, çoğunu üzerinde deri veya kabarık yünlü ceket var. Hafif ahşaptan yapılmış kalkanları en etkin koruma araçları. Norman kalkanlarının uzun, sivri olmasının aksine Vikinglerinki yuvarlak ve renkli, her savaşçı kendi kalkanını boyuyor muhtemelen. Savaşa katılan atlara dair pek bilgi yok, atlar önemli ama olmazsa olmaz değil. Kadınlar da savaşa katılsalar da sayıları az. Zengin olanları hizmetçileriyle, eşyalarıyla birlikte gömülüyorlar. Viking inançlarıyla Hristiyanlık arasındaki ilişkiler de çok ilginç, Thor'un aslında balta kullandığı, Hristiyanlığın etkisiyle birlikte baltanın çekice döndüğü söyleniyor. O dönemlerde yapılan savaşlardan biri kazanılınca I. Harald'ın savaş kahramanlarına Hun demiri verdiğine dair şiirlerde bilgiler var, genellikle epik şiirler bunlar. Valhalla'nın öte dünya konseptinin cennet imgesiyle biçimlenmesi de Hristiyanlığın sonucu, öncesinde savaşçıların gittiği dünya ötesi bir yer olarak kabul ediliyormuş ama şerefiyle, onuruyla ölenlerin ödülü olarak görülmeye başlanmış.

Daha da bir dünya şey, kuzeyin bıçkın gençlerine ilgi duyanlar okumalı.
Sayfa başına 1 dolar, 5 dolar kazanıyor Poe, bir öyküsüne en fazla 52 dolar veriyorlar. O kadar büyük bir para kazanınca yaptığı ilk iş daha büyük bir eve çıkmak, tüberküloza yakalanacak eşi için daha büyük yaşam alanları istiyor, kendi rahatlığı için de. Yoksullukla mücadelesi bitmiyor bir türlü, iş dünyasında dikiş tutturamaması yüzünden hep aynı basamakta kalmış gibi görünüyor. Editörlüğü başarılı, edebiyat dünyasında önemli biri ama alkol problemleri, çalkantılı duygusallığı bir işte uzun süre çalışmasını engelliyor, işler yoluna girer gibi olunca ekonomik krizler yüzünden hayallerini gerçekleştiremiyor bu kez, yapmak istediklerini yapamıyor. Üst sınıftan tanıdıklarını da küstürüyor ömrünün sonlarına doğru, birlikte iş yapabileceği adamlar yüz çeviriyorlar Poe’dan, geriye aşılamayacak bir yalnızlık ve en iyileri meydan okumalar sonucu yazılan şiirlerle öyküler kalıyor. Son yıllarında az sayıda öyküsü Fransızca ve Rusçaya çevriliyor, Baudelaire’in Poe’yu kendine çok yakın bulmasıyla Avrupa’da biraz tanınıyor Poe, öyküleri İngiltere’deki dergilerde de yayımlanıyor ama kötü ünü yüzünden ABD’de istediği kadar okur bulamıyor ne yazık ki. “Genel olarak bakıldığında, ölümünden sonra Poe’nun ünü iki farklı biçimde şekillendi: İngilizce konuşulan ülkelerdeki okurlar onun dehasını takdir etmekte tereddüt ederken Avrupalı okurlar hem yazarı hem de eserlerini içtenlikle kucakladı.” (s. 9) Ölümünden sonra Rufus Wilmot Griswold’un Poe hakkında yazdıkları çoğu okuru dehşete düşürmüş, “onurdan, ahlaktan ve her türlü insani vasıftan yoksun olan” Poe’nun “edebi vasi” olarak Griswold’u seçmesiyse tam anlamıyla bir liyakat örneği. Hayes’e göre Griswold yazar ve editör olarak isim yapmış önemli biri, iş biliyor, Poe’yla mazisi de var, bütün bunları düşünen Poe adını skandallara karıştırarak ölümünden sonra öykülerinin iyi satacağını düşünmüş. Danışıklı dövüş değil muhtemelen, Griswold yazdığı yazıyla okurların gözünde Poe’yu öykülerindeki garipliklerle aynı seviyeye çekmiş, böylece küçük bir mit yaratmış. Poe’nun öykülerini ve şiirlerini topladığı ciltlerin ilkine malum yazıyı da koyarak Poe’nun karakterine dair olumsuz fikirlerin iyice yayılmasına sebep olmuş, böylece yaşarken göremediği ilgiyi ölümünden sonra kazandırmış Poe’ya. Robert Louis Stevenson 1875 tarihli bir denemesinde muhtemelen Griswold’un yazdıklarından esinlenerek Poe’nun gerçek bir hikâye anlatıcısı içgüdüsüne sahip olduğunu, bunun yanında ne portresinde ne de karakterinde sevilecek bir yan bulabildiğini yazmış. Anglo-Amerikan okurlar ve yazarlar Poe’yu uzunca bir süre hak ettiği noktada görememişler, tartışmalar sürmüş. Avrupa’da durum farklı, Mallarmé 1889’da Poe’nun çok sayıda şiirini çevirip yayımlamış, böylece sembolist şiirin temellerinden biri ortaya çıkmış. Maupassant ve Verne için çok önemli bir esin kaynağı Poe, Baudelaire’in çevirisinden Rusçaya aktarılan şiirler Rahmaninov’da müziğe dönüşüyor, Gauguin’de çizgilere ve renkler Poe’nun izlerini taşıyor, Fellini’nin filmlerinde Poe’nun alaycılığı ve absürtlüğü ortaya çıkıyor, sanata dalga dalga yayılan Poe etkisi Walter Benjamin’in düşüncelerinde, Güney Amerikalı yazarların büyülü dünyalarında tekrar ortaya çıkıyor. Sonsuz bir kaynak gibi Poe, öykülerinde ve şiirlerinde o kadar çok konseptin ilk adımını atmış ki sanatçılar sonraki adımları getirmek istemiş.
Bölümlerden ilki “Yarışma”, 1833’te düzenlenen ve Poe’ya edebiyat çalışmaları için cesaret veren önemli bir dönemi anlatıyor. “Şişede Bulunan Not”la en iyi öykü dalında ödül kazanan Poe, şiirde de birincilik beklerken yarışmayı düzenleyen derginin editörünün birinciliği kazandığını görüyor. Paraya ihtiyacı var, ayrıca kendi şiiri birinci gelen şiirden daha iyi, o zaman neden yumruk yumruğa gelmesin ki? Editör Poe’ya vuruyor, Poe sendelese de düşmüyor ve tam birbirlerine gireceklerken etraftakiler ayırıyorlar. Mesele aslında daha derinlerde, Poe gazeteciliği, dergiciliği sahici bir meslek haline getirmeye çalışıyor, yirmi dört yaşına geldiği sıralarda geçimini edebiyattan sürdürmeye karar vermiş, bu yönde elinden geleni yapıyor, hatta işini o kadar ciddiye alıyor ki maddi getirisi iyi olmasına rağmen çalakalem yazması gereken yazıları, iş tekliflerini reddediyor. Hewitt nam editör amatörlüğün sürmesini istiyor, bu yüzden yarışmaya katılıp ödülü cebine indiriyor, sıkıntılı bir durum Poe için. Ekonomik durum yazarlığını da etkiliyor, edebiyat yarışmaları öykü dalındaki eserleri ödüllendirdiği için Poe kurmacaya yöneliyor, şiiri ikinci plana atıyor bu yüzden. O yıllarda West Point’ten yeni ayrılmış, halası Maria Clemm’in evinde hasta kardeşi Henry, ergenlik çağındaki kuzeni Virginia ve yatalak büyükanneleriyle birlikte yaşıyor. Bir süre sonra evlenecekler, Virginia on dört yaşındayken Poe’da yirmilerinin sonuna yaklaşmış olacak iyice, kalbini kuzenine kaptıracak ama sadece kuzenini görmeyecek gözü, takdir edilme arzusu ve gemleyemediği aşkları pek çok yazarla ilişkiye girmesine yol açacak. Diğer yandan öykü yazmayı sürdürecek, katıldığı yarışmalarda birincilik kazanan eserleri ölçüsüzce eleştirecek, Amerika’ya özgü konuların öykülerin esas meseleleri olmasını isteyenleri iğneleyecek. Poe’ya göre böyle kısıtlamalar tamamen geri kafalılıktı, yazar istediği temayı ve mekânı kullanmakta özgürdü, “eğlendirerek öğretme” eğilimi saçmalıktan başka bir şey değildi. Yeni bir estetik yarattı Poe, modern kurmacanın temellerini attı, gotik ögelerin klişeleriyle dalga geçen öyküler yazmasının yanında gotiği kendince yeniden yorumlayarak korkuya yeni biçimler kazandırdı. Sıkça şahit olduğu ölümler ve doğa gezileri hayal gücünü çocukluktan itibaren etkilemeye başlamıştı, çocukluğunda okumaya başladığı kitapların yanında annesinin ve kardeşinin ölümleri de yaşamını değiştiren olayların başında geliyor. Alkol eşiği çok düşük olduğu için bir kadeh şaraptan sonra kaotik bir ruh haline bürünmesi sosyal ilişkilerini etkiliyor, insanların tepkisini çekiyordu bir yandan da, ilk aşkı sayılabilecek Mary’yle evlilik planları kurarken Mary’nin babası yüzünden ayrılmaları biraz da bu alkol probleminden kaynaklanıyor, bir de Poe’nun değişken mizacının verdiği güvensizlikten. Bir gün Mary’nin piyanoda çaldığı bir şarkı yüzünden nota sayfalarını hışımla yere atıyor Poe, o şarkı aslında ikisinin şarkısı ama Mary bir başkası için de çalmış, Poe sinirlenmiş buna. Editörlerle, patronlarla ettiği kavgalarda bu parlamaların izlerini görebiliyoruz, Hayes mektuplardan ve anılardan yola çıkarak birkaç kavganın detaylarını vermiş, oldukça ilgi çekici olaylar var. Yine son yıllarında genç bir yazarla yumruk yumruğa gelmesi kendine güvendiğini de gösteriyor, askeri okul dönemlerinde ve öncesinde iyi bir atletmiş Poe, boks antrenmanları yapmış ve nişancılığını geliştirmiş. Philadelphia’da yaşadığı dönemde komşusunun oğlunu yanına alıp ava çıkarmış, civardaki bir gölde tekneyle açılıp kuş vururmuş, oğlan da çenesine kadar gelen suda kuşları toplayıp koca bir poşete tıkarmış, genelde ağzına kadar dolu bir poşetle dönerlermiş eve. Poe’nun yaşamına dair böyle pek çok bilgi var kitapta, annesiyle babasının durumları, yaşamının en bilinen yönleri üzerinde durmadan geçiyorum, Hayes de pek durmamış, Poe’nun edebiyat çalışmalarına ve yayın dünyasıyla ilişkilerine odaklanmış daha çok. Bu benim okuduğum üçüncü Poe biyografisi sanırım, aralarında en iyisi bu. Dedikodulara sırtını yaslamıyor Hayes, Poe’nun yaşamını ajite etmiyor da, tanıklıklar ve belgeler üzerinden yazarın mücadelesini anlatıyor. Poe’nun yaşamının belirli noktaları karanlık, Hayes boşlukları doldurmaya da çalışmıyor. İyi bir çalışma yani bu.
İddialar Poe’nun yaşamını belirlemiş gibi gözüküyor, Baltimore’daki barlarda takılanlar şairi iyi bildiklerinden hemen doğaçlama bir şiir isterlermiş “Ozan”dan, Poe da muhtemelen bir kadeh içki karşılığında istekleri yerine getirirmiş. Bu şekilde yazdığı çoğu şiir bilinen şiirleri kadar değerliymiş ama öylece unutulmuşlar ne yazık ki, belki parıltılarını toplayıp yazdığı, yayımladığı şiirlere katmıştır Poe, kim bilir? Nesnelerin tarihlerini önemsemesi, ölüm olgusuna takıklığı gibi pek çok şeyden beslenmiş, dönemin bilimsel gelişmelerini takip edermiş üstelik, bilimkurguya kapı aralayan öyküleri Borges’e göre türün ilk örneklerini oluşturmuş. Üvey babasıyla ilişkisi biraz daha sıkı olsaymış üniversiteyi de bitirirmiş Poe, yardım alabilirmiş en azından ama oğlunun bağımlılıklarından yaka silken baba pek uğraşmamış, Poe’yu yaşamın ortasında bırakıvermiş öylece. Gerisi bitmeyen bir mücadele, dünya edebiyatını kökten etkileyen öyküler, şiirler, bir dünya metin.
Çok başarılı, doyurucu bir inceleme, ilgilisi hemen edinsin.
Anlatımın zaman, anlatım, karakter gibi ögelerinin çeşitlendirildiği, örneklerle aktarılarak uygulamayı da kuramla birlikte veren iyi bir kaynak. 1990'dan beri defalarca baskı yapmış, tam bir başvuru metni. Derli toplu bir terminoloji sunuyor, sistematiği var, diğer disiplinlerle edebiyatbilimin tokuşmasını önemsiyor. Kurmacaya bakışın farklı geleneklerdeki yansımalarına değiniyor, Propp'la Barthes'ı aynı başlık altında görebiliyoruz, kıyaslamalı ve denklemeli yapı bugüne kadarki çoğu mühim çıkarımı bir araya getirip kavramlar arasında koşutlukları ve farklılıkları işliyor. "Anlatmak"la başlıyoruz, sözlük anlamlarından sonra "anlatılan zaman" ve "anlatım zamanı" özetleniyor. Zamanla ilgili bölümde detaylarıyla açıklanacak, en başta gerçekçilik-kurmaca ikilisi inceleniyor. Tarihî olayları anlatan eserlerde "gerçekçi anlatı" mevcut, uydurulmuş olaylar veya dalavere yok. İçime sinmiyor yıllardır, belli tarihlerde gerçekleşen belli olayların, belli kişilerin gerçekliği şüphe götürmezse de tarihin yapısı da kurmacaya, hikâye anlatmaya dayandığı için elle tutulur bir gerçeklik bulamıyormuşum gibi hissediyorum. Neyse, Teneke Trampet'in kurmacalığının ölçüsü bu tarih meselesiyle birlikte ele alınıyor, Oskar'ın anlattıklarının gerçekliğiyle uydurukçuluğu ne ölçüde ayrılıyor, bitmiş bir olayın tasviri gerçeği yakalar mı, ikiliği Batı'nın edebiyat anlayışı tarih boyunca nasıl değerlendirmiştir? Aristoteles'e göre dille birlikte bahsedilen de edebiyatın önemini artırır, tarihçiyle edebiyatçı mutlak olarak ayrılırlar, biri gerçekte olan bir olayı anlatırken diğeri olabilecek olanı aktarır. Platon ideal devletinde ikincisine yer vermez, kurmaca lüzumsuzdur, yer yer zararlıdır, insanların kafalarını olmayanla meşgul eder çünkü. Lukianos başta Ay'a yolculuğun ilk örneğini verdiği eseri olmak üzere hemen hemen bütün eserlerinin bir yalanın ürünü olduğunu belirtir, böylece "en az efendilerinin yaptığı kadar onurlu bir tarzda yalan söylediğini" açıklar, böylece o dönemde gereksinen gerçekçilik payını sunar, okurla doğrudan anlaşmaya çalışır. Gerçek Bir Hikâye adını verdiği metninde denizler, gemiler, fırtınalar gerçeğe en benzer gerçektir, ötesini bu yanılsamanın artçı etkisine ve kendi itirafına bırakır. Sidney'e göre ampirik bir gerçekçiliğe ihtiyaç duyulmaması bağlamından doğar kurmaca, en başta böyle bir şart olmadığını savunur, 1595'te ortaya koyduğu fikir yüzyıllar sürmüş bir geleneği sarsar aynı zamanda, anlatılana körü körüne inanç beklenmemelidir, anlatılanın var olduğu düşünülmelidir. Sidney'e göre böyle bir algının oluşabilmesi için eserin bütünlüğü şarttır, daha da önemlisi diğer eserlerle birlikte benzer bir gerçekçiliği, yapıyı paylaşması gerekir. Kanonun temelleri. Kurmacanın tanımında varılan noktadan ilerleyebiliriz: "Kurmaca anlatım, kendini düşünmenin muhtelif biçimleriyle biçim ve içerikte kendi özel statüsünü yansıtır ve hem üretiminin temellerini belirgin hâle getirir hem de alımlanması için açıklamalar ihtiva eder." (s. 23) Açıklama epigraf yoluyla olabilir, yazar çok uçtuysa azıcık inerek yüzeyi, görüşü genişletir, okur için anlamlandırır, bu da olur ama fazlası da yavanlaştırır, okura hakaret edilmiş olur. Yazarın kendi düzleminde kalmasının en iyisi olduğu söylenir, maksada göre yoruma açık. Okurun bilinç örüntüsü çizgiselliğe yakınsa anlatının aynı biçimde kurulması okuru cebe koyar, diğer türlü anlatıcıyı yazardan ayırt edemeyecek durumdaki okur için çetin bir yol ortaya çıkıyor. Yazarın paşa gönlü faktörü önemli. "Anlatım ve Anlatılan" bölümünde Felski'nin de incelediği bir konu yer alıyor, "ne" ve "nasıl" ayrımı hangi saiklere sahip olabilir? Kurmaca metin açıksız bir biçimde inşa edilmişse yoruma kapalıdır, köşeleri bellidir, yine de Werther Ateşi'ne kapılmak mümkündür. Sonuçta Frye'ın ve daha pek çoğunun söylediği noktaya geliyoruz, aynı hikâye sayısız biçimlerde anlatılıyor. Okura gedikleri kendisiyle doldurmak düşsün veya düşmesin, okur metni alımlayabilsin veya alımlayamasın, "ne" kısmı aşağı yukarı belli. "Nasıl" başka dünyalar demek, başarılıysa bir parçası haline geliriz. Yanılsamanın oluşumu ve bozuluşu Rus biçimcilerince "fabula" ve "suje" kavramlarıyla, ardından Todorov'un "histoire" ve "discours"uyla incelendi, terminolojide bir bütünlük yok, bu yüzden olay alanında dört temel unsur belirlenmiş. "Vaka", "olay", "hikâye" ve “olay şeması"nın yanında tasvir için de iki kavram var, "eser/anlatı" ve "anlatım". Birçok kuramcı bu olguları kendi kavramlarıyla açıklıyor, kitapta Propp'tan Barthes'a kadar pek çok kuramcının kavramları tablo halinde verilmiş, şahane iş.
"'Nasıl'ın Tasviri" için başvurulan kaynak Queneau, malum metninden birkaç parça alıntılanarak belli bir olay örgüsünün nasıl çeşitlendirildiğine değiniliyor, ardından tasvir modeli "zaman", "ifade tarzı" ve "anlatıcı" olarak üçe ayrılıyor. "Anlatım zamanı" ve "anlatılan zaman" üzerinde duruluyor çokça, birçok metinden örneklerle anlatıda zamanın kurulumu terimlerle açıklanıyor. Genette'in anlatılan hikâyenin zamanıyla eserin zamanı arasında kurduğu bağlantılar temel alınmış, "analepse" ve "prolepse" meselenin özünü teşkil ediyor. İlkinde daha önceden vuku bulmuş bir olayı daha sonra anlatma tekniği var, ikincisinde tam tersi. Örnekler üzerinden gideyim, Muriel Spark'ın Siren'den çıkan bir metni var, Bayan Jean Brodie'nin Sonbaharı. Sınıfta geçen bir muhabbet var, öğrencilerden biri anlatıcı, Bayan Brodie öğretmen. Mary adlı biraz safça, başarısız bir öğrencinin sınıftaki bir saflığı anlatılıyor, sonra bir anda yıllarca öteye gidip Mary'nin ölüm ânını görüyoruz. Sınıftaki saflıktan çıkarılabilecek bir ölüm şekli, zamanda ani atlamayla anlamlı hale geliyor. Güvenilmez anlatıcıların geçmişteki çok önemli bir bilgiyi saklamaları da mümkün, Ölümüne Sadakat iyi bir örnek sunuyor. Esas oğlanla kızın arasındaki gergin ilişki, ayrılık aşamaları, oğlanın eylemleri okuru belli bir yere kadar getiriyor, sonra anlatıcı oğlan çok kilit bir noktayı, ilişkisini berbat eden bir olayı itiraf ediyor, fısıldıyor adeta, ortalarda bir yerde yapıyor bunu. Pek çok örnek, pek çok teknik var, bizde Ersan Üldes'ten Zafiyet Kuramı böyle bir zaman oyunu içeriyor, oldukça da iyi bir oyun. Anlatının zamanıyla anlatılanın zamanı çakıştığı zaman anlatı bir anda çift katmandan üç katmanlı duruma geliyor, anlatının yazılış aşamasının anlatısı da anlatıya dahil, meta-anlatı. Tekniklerin hepsi sistemleştirilmiş şekilde incelenmiş kitapta, karakterle eş güdümlü bir biçimde. Karakter konusunda da güvenilmez anlatıcının ötesinde bir karakter düşünüyorum, Henry James'in Yürek Burgusu'nda kıyısından köşesinden yer verdiği bir teknikle anlatan karakter mesela, gerçekliği farklı bir biçimde algıladığının farkında olmayan, dolayısıyla güvenilmezliğinin de farkında olmayan çünkü bildiği dünyaya sonuna dek güvenen, anlatının absürt, garip noktalara ulaşmasıyla her şeyin farkına varacağını düşündüğümüz, aslında farkına varılacak bir şey olmadığını sezdirecek, belli bir mantığa oturmayan, anlatının mantığına da oturmayan, yeri geldiğinde kafasını sayfalardan çıkaracak kadar etkin, gizemsiz, dümdüz biri. Mümkün mü? Genette "mesafeli" ve "mesafesiz" anlatımlardan bahsediyor, klişeler klişesi bir tabirle "anlatıya hizmet etmeyen detaylar" aslında okuru okurluk paradigmasını değiştirmeye yönlendiriyorsa ve okur bunun farkında değilse, yazar yaşamın rasyonel olmadığını göstermeye çalışıyorsa diyelim, okur kendini kandırılmış hissetse? Frye yaşamı, gerçekliği edebiyatta canlandırmanın edebiyatın aygıtlarını kullanmaktan geçtiğini söylüyor, belli bir kurgu, belli bir üslup örneğin, okurla doğrudan sözleşmenin temelleri. Ben bundan bıktım sanırım, "kusursuz" metinler son derece kusurlu, kurgunun belirli dinamikleri aşına aşına törpülenmiş. Kusurlu bir metin yazdığını bilecek kadar iyi yazarları arıyorum, hatta iyi yazarlığın kusurları olabildiğince eksiltmekten ama tamamen silememekten geçtiğini iddia edeceğim. Burada kusur ne kadar kusursa tabii, kastım anlatının dışına düşen ama aslında doğrudan anlatıyla ilgili olan bir şey. Neyse o. Mantık hatası değil, hikâyeyi şişiren oyunlar değil, başka türlü.
Metinlerde neyin neden yapıldığını anlamak için çok temel bir eser bu, meraklısı kaçırmasın.

Marriage Story'nin esin kaynaklarından biri olduğu çok yerde yazılmış, çizilmiş, dava sürecinden avukatlarla girilen diyaloglara kadar pek çok benzerlik var. Kramer vs. Kramer baş tacı olarak duruyor, Dustin Hoffman ve Meryl Streep şahane oyuncular, bunun yanında Marriage Story'nin modern zamanların boşanma hikâyesini işleyişi de pek hoştu, iki film de oldukça başarılı. Metne dönüyorum, Ted ve Joanna doğuma az bir süre kala panik halindeler, Bill geliyor, Joanna küfürleri sıralarken Ted ne yapacağını bilemiyor, aldığı bütün eğitim boşa. Eşini sakinleştirmeye çalışırken kan yüzünden baygınlık geçirecek durumda, en sonunda hemşire kenara itiyor Ted'i, kalabalık yapmaktan başka bir işlevi yok o sırada. Bebeği isteyen Joanna'ydı, Ted için küçük bir mucizeydi bu, bebek ve Joanna'nın isteği.
Corman minik detaylarla yaşananları derinleştiriyor. Doğuma kadar, doğumda bütün korkuları açığa çıkıyor ama William Kramer'ı kucağına alınca dünyanın en güçlü adamına dönüşüyor. Hastaneye yetişirlerken trafiği açmak için bağırıp çağırması, doğumhanede eşinin yanında olması iyi hissettiriyor. İlk bölümün sonu: "Sonraları her şey değişince, daha evvel aramızda gerçek bir yakınlık hiç olmuş muydu diye düşünmüş, Joanna'ya bu ânı hatırlatmıştı, Joanna ise 'Senin orada olduğunu tam olarak hatırlamıyorum,' demişti." (s. 16) Senkron kayması paylaşılmayanlar nispetinde artıyor, içte tutulanlar birlikteliğin doğallığını bozuyor, aralarında yaşanan tam olarak bu.
Gitmekten başka bir çare yok, kısa ve sert bir konuşma yapıyor, hiçbir şey anlamayan Ted'i ve bebeğini ardında bırakarak çıkıp gidiyor evden. Ted'in macerası başlıyor sonra, geri kalan bölümde Ted'e odaklanıyoruz ve iş yaşamından sosyal ilişkilerine, cinsellikten çocuk büyütmeye pek çok açıdan inceleyebiliyoruz karakteri.
Aile yapısı üzerine düşünüyoruz, ikili ilişkilerin doğasını inceliyoruz, insanların sevgiden nasibini alıp almadığını anlıyoruz, Corman pek çok meseleye değiniyor. Oyunsuz, düz bir anlatım. Küçük, bazen rastgele davranışlardan karakter biçimlemece. İyi bir metin, okurunu bulsun.