Toplam yorum: 3.078.622
Bu ayki yorum: 5.500

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Esikhulu Tarafından Yapılan Yorumlar

Depresyona kapı aralayan bir yasın iki yönlü etkisinden biri, çok iyi bir yas tutucu olarak söyleyebilirim ki dönüşebileceğim ve olduğum her beni aynı ana tıkması. Sanki tek bir yas varmış da yaşamıma yayılmış oncasını birleştiriyormuş gibi, oradayız, sayısız parça -travma, nevroz, melankoli, ne varsa- halinde yere dökülebiliriz ve toparlanmak yerine öylece kalmak daha az çaba gerektirir. İkinci etki, parçaların birbirine dönüşebilmesi. Kolektif bir yasta daha belirgindir bu. Kimlikler değişir, zamanlar içindeki benler onlarca role bürünür; baba ben/çocuk ben/eş ben ve diğerleri. İçsel bir bölünme bu, bir de kişiler arasında yaşananı mevcuttur, ilişkileri yeniden yapılandırır. Çocuğun kendi anne veya babası olması mümkündür. Kaybettiklerimizin ardından kim olduğumuzu tekrar ve tekrar buluruz, belki de bulamayız ve ben bambaşka birine çıkar. Yıkıcı, buruk.

Zezé'nin arkadaşlarını, özellikle kurbağasını hatırlıyorum. Mekan değişimi sonucunda ortaya çıkıyordu ama asıl olay bir şeyleri geride bırakmaya yardımcı olmaktı, aynı şekilde geleceğin getireceklerine karşı da. Çocuk büyüyünce, kişiliği geliştikçe arka planda kalıyor ve ortadan kayboluyordu. Bir aşama olarak erginlik, zorlu bir yolun sonunda. Yas süreç olarak buna benziyor biraz, hatta bizim Karga da. Anne düşüyor, başını vuruyor ve ölüyor. Baba iki çocuğuyla kalıyor, bir de karga ekleniyor aralarına. Çat kapı. Kurbağayla aynı muhabbet; kendisine ihtiyaç duyulmayana kadar orada duracak. Baba zannediyorum edebiyat araştırmacısı, Ted Hughes'un şiirleri hakkında Karga adlı bir araştırma üzerinde çalışıyor. Kuzgun da olabilir, bilemedim şimdi. Bu araştırma bitene kadar Karga orada. Kargayla birlikte temsil ettiği, çağrıştırdığı, imlediği her şey de orada. Mitik anlatılar, duygular, takıldığı bir iki şairden birinin melankolik şiiri de dahil. Yüzleştirecek, koruyacak, acı verecek ve mutlu edecek, annenin ölümüyle kopup giden yaşam geri gelene ya da doldurulana kadar bir replika olarak ailenin yanında kalacak. Karga yaşamın bir metaforu, ölümün de. Her şeyin.

Anlatı parçalara ayrılmış durumda, anlatıcı Karga, Baba ve Çocuklar arasında gidip geliyor. Karga'nın monologları başlarda son derece dağınık, çağlayan bir bilincin ürünü ama sonradan bunun bilinçli bir tercih olduğunu görüyoruz, Baba'nın yaşama uyum sağlama aşamasında ihtiyaç duyduğu biçem bu.

Her bir anlatıcı bir diğerini kendine veya diğer anlatıcının rolüne bürüyor. Oyunculluğuyla, metaforlarıyla muhteşem bir kitap.

"Birçok insan, aslında Shakespeare'e, İbn Arabî'ye, Şostakoviç'e, Howlin'e Wolf'a ihtiyacım varken, 'Zamana ihtiyacın var,' dedi." (s. 48)
Poe'nun bir öyküsünde sahibi tarafından çağrılan uşak odaya girer. Ölü olmasına rağmen. Alışkanlık.
Öte geçenin bilinmezliği hayal gücüyle tamamlanıyor, bu novella da mütevazı bir katkı. Norveç'in denizlerinin ve ağaçlarının arasında bir yaşam, sona erme biçimi yaşama dahil. Sabahtan sabaha aslında, ölümü bir başka sabah olarak düşünmek hoşuma gidiyor. Akşam faslı yokluğun ele alınış biçimiyle ortaya çıkıyor. Tanrı ve Şeytan çekişiyor, düalist mantığın işlerlik kazandığı yerde Tanrı'dan gelenle Şeytan'ın eziyeti birbirine karışıyor. Hiçlik, doğanın eninde sonunda bizi yüzleştireceği gerçek. Her şeye gücü yetmeyen Tanrı fikriyle insanın acizliği birleştiği zaman hiçliği sezmek olası. Olai bu orta noktayı oğlu Johannes doğarken saptıyor; Tanrı'nın hem çok uzakta hem de çok yakında olması insanın yalnızlığını artırıyor, insan pek umursanan bir varlık değil çünkü. Doğum da bu umursanmamanın acısını katlayan bir şey, zira Tanrı'nın bir hediyesi. Var olduğu varsayılan Tanrı'nın. Neyse, çocuk doğacak birazdan.
İki bölüm, ilkinde doğum ve Olai'nin sorgulamaları var. Fedakarlık, ceza, cılız bir, "Eli! Eli!" ünlemesi birbirine karışıyor, Johannes'in babası ilahi bir sorumluluğu da yüklenmiş oluyor böylece. Bebeğin feryadı bütün o seslere, seslerin kaosuna katılıyor. Birlik yok, her şey dağınık, dingin bir coğrafyanın boğucu sessizliğinde sezilmesi zor olan bir karmaşanın adı bir türlü konamıyor, sadece uyumsuz sesler var.

İkinci bölümde Johannes uyanıyor, olağanın aksine ağrısı sızısı yok. Her şey olup biterken virgülden başka bir noktalama işareti yok, hayatın akışını bölmek mümkün değil. Akşama kadar bu minvalde ilerleyen hikâyenin sonunda Peter arkadaşını hazırlar, birlikte bir sandala(?) binerler, sandal gemiye dönüşür ve bir tek düşüncenin kaldığı o son anda beyaz bir dünyanın içinde bulurlar kendilerini. Bu gemiyle geçiş hadisesi de son derece mitik, Tolkien'ın dünyasından Kharon'a seksen çeşit örneği mevcut. Neyse, böyle bir son. Johannes'in cenaze töreninde gökyüzünde beyaz bulutlar vardır, güneş batmaya yakındır, yaşam göçmeye müsaittir. Ne güzel! Alışkanlıkların ölümden sonra da sürdüğünü görürüz, dostluklar sürer, her şey varlığını sürdürür, kişi kendinden başka bir şeye tutunmaz.
"Bir sigara daha yaktım. Acelem yoktu, yetişmem gereken bir yer ya da görüşmem gereken kimsem yoktu." (s. 7)

Boşluğu bilirseniz sigara yakıyorsunuz, bilmezseniz ne yapmanız gerekiyorsa onun peşinden gidiyorsunuz. Ben vapurun gitmesini bekliyorum, iskele boş kalıyor. İnsanlar dışarıda bekliyor, deniz şu aralar turkuvaz. Eve gelip bir şarkı üzerinde çalışmak, bir şeyler yazmak istiyorum. Vapur geliyor, biniyorum. Kitabı açıyorum, Karl Ove benzer şeyleri düşünüyor. Yaşıyor da; öğretmenlik için Zonguldak'a yaptığım yolculuğun ve orada geçen iki yılımın yankısını Karl Ove'da görüyorum. Knasugaard'un yaptığı şey bizi kendi düşüncelerimizden, kendimizden kaçamayacağımıza inandıran bir anlatı sunması. Düşüncelerimiz neyse oyuz, Karl Ove da öyle, o zaman mutlak bir koşutluk sağlanıyor ve yaşanılanlar ne kadar farklı olursa olsun, kişilikler sayısız olasılığın katkısıyla ne kadar farklı biçimlenirse biçimlensin, değişmeyen iç sesin karşılığı bir yüzleşme olarak ortaya çıkıyor ve okuru çekiyor.

Salt bir otobiyografi değil, kuru bir anlatıda yer almayan birçok öğe mevcut. Yazar Karl Ove/anlatıcı Karl Ove/karakter Karl Ove arasındaki geçişler bir anlatım tekniği olarak kurmacanın enstrümanlarını oluşturuyor, bu bir. İkincisi de zaman sıçrayışları. Üçüncü kitapta Karl Ove'un -yanılmıyorsam- lise dönemlerini ve babasının estirdiği terörü görmüştük. İlk kitapta arkadaşlarıyla verdiği rezalet konser ve babasının ölümünün ardından uğradığı yıkım vardı. Buradaysa liseyi bitiren ve on sekiz yaşında öğretmenlik yapmak için Kuzey Norveç'e giden bir Karl Ove var, hiç bilmediği bir yerde ayakta kalma çabasından liseyi bitireceği yıla bir sıçrama yapıyoruz ve doğrusal bir zeminde hareket ederek ileri ve geri sıçrayışlarla, bazen oldukça derinleşen hikâyelerle çemberi tamamlayıp öğretmenlik günlerine geri dönüyoruz. Kargaşaya yol açacak bir anlatı yok, belirli izleklerle -baba, cinsellik, alkol, yazma güdüsü vs.- bağlantılar kuruluyor.

Bukowski, Bauer, Kerouac. "Toplumda yerini bulamayan ve hayatın getirdiği rutinden fazlasını isteyen, hayatın onlara armağan ettiği bir aileden fazlasını isteyen, kısacası burjuva toplumundan nefret etmiş, özgürlük arayan genç adamlar." (s. 9) Karl Ove onlardan biri olmak istiyor ve yolculuğa çıkıyor, kendi evi olacak ve durmadan yazacak.

"Zil çaldıktan sonra odadan çıkarken yorgunluktan bitmiştim. Savuşturulacak çok fazla şey, tolere edilecek çok fazla şey, görmezden gelinecek çok fazla şey, bastırılacak çok fazla şey vardı." (s. 53) Karar mekanizmasının sürekli, her an çalışmasının sebep olduğu zihinsel yorgunluk tam bir kabus, onlarca insanla uğraşmak gerçekten zor. Ne olursa olsun Karl Ove öğretmenliğe katlanabilir, yaşadığı küçücük yere katlanabilir, yazması yeterli.

Bir günde bitti, son iki kitap. Üzülüyorum, siz de üzülmez miydiniz?
Ölümü sezeriz, bildiğimiz her şeyin ortadan kaybolacağı o anı, durumu veya olayı. İnsanın kontrolünün dışındadır, kimi bundan korkar. Onca birikimi bir anda yok eder; anlamlandırılamayanları, düşünceleri, duyguları toza çevirir. Kiminin korkusu toza dönüşmektir. Yarım kalacaktır insan, yaşanacak çok şey varken biri fişi çeker ve aydınlık, karanlık, cennet, başka bir yaşam, her neyse o, her şey haline gelir. Zeigarnik etkisi insanın baş belasıdır, ölürken bile kurtuluş yok mu bundan? Ölüm tam olarak budur işte. Başka bir şeyin başlangıcı olması değildir, bilinenlerin sonu olduğunun verdiği dehşetin ötesine geçemez insan. Kaybedeceği çok şey vardır. Kaybetmekten korkmayanlar, kaybedecek çok şeyi olmayanlar ölümü metanetle beklerler, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi. Bir sabah uyanmayacakmış gibi. Dingin adamlardır, parıldadıklarını görürsünüz. Neyse, ölüm.
Söyleşilerden oluşuyor. "O öyle sordu, Jan böyle dedi" diye can çekişmeyeceğim, direkt Jan olup yazacağım. Kitaplardan anlamama kimliğim saklıdır.

Ölüm hakkında felsefe yapılabilir, aslında her şey hakkında felsefe yapılabilir. Felsefe o kadar da faydalı olmayan şeyler yapmaktır. Ölüm, ölümün karşılanma biçimi bunlardan bazılarıdır. Ölüm, kendi türünde biricik bir kişisel trajedidir. Herkes kendi ölümünü kendi yaşayacaktır. Ebeveynlerimizin ölümü bizim için trajedirir. İki açıdan; birincisinde yoksunluk vardır, ikincisinde biyolojik duvar ortadan kalkar. Onlardan sonra sırada biz varız. Hoş bir duygu değil.

Doğum ve ölüm simetrik değildirler. Simetri uzamsaldır. zamansal değildir. Geçmiş ve gelecek, şimdiki zamanın iki ucu değildir. Süregiden bir şimdiki zaman vardır. Geçmiş burada erir, gelecek buradan başlar. Augustinusçu bu zaman, Tanrı'nın zamanıdır. Zamanı bu şekilde algılamak, ölümü şimdi yaşamaktır. Hayatı da öyle. İkisini birbirinin içine geçiririz ve nur topu gibi bir kafa rahatlığına kavuşuruz. Evet.

Ölüm yaşamı kısıtlar mı? Bergson'a başvuruyorum ve gözün hem görmemizi sağlayan, hem de görmemizi kısıtlayan bir organ olduğu fikrini alıyorum. Gözümüz kadar görürüz. Legolas bizimle dalga geçebilir, Tanrı Legolas'la dalga geçebilir. Aklıma çok güzel bir şiir geldi, yapıştırıyorum.

"A rabbit in his meadow lair
Imagines none to see him there.
But aided by a looking lens
A man with eager diligence
Inspects the tiny long-eared gnome
From a convenient near-by dome.
Yet him surveys, or so we learn
A god from far off, mild and stern."

Christian Morgenstern

Diyorum ki ölüm için de bu geçerlidir, hayatı kısıtlayan ama çekici, heyecanlı kılan bir mevzudur. Varoluşun temel duygulanımı ve oluşun geri döndürülemezliği ölüme yaklaşmaktır. Hayatın kısıtlılığı giderek öteleniyor, insan ömrü uzuyor ama bu ikisinin ağırlığı her zaman yorucudur. Biyolojik olarak yaşlanmanın yanında metafizik yaşlanma da vardır, yorucu olan budur. Var oluşunun bilincine varan insanın taşıması gereken en ağır yüktür. Bu yük geçici olarak hafifletilebilir; tıp, dini inanç vs. unutturur sonu. Korunma isteğidir bu, insan öleceğini bilir ama buna inanmaz. Ölene kadar.

Çilecilik, ölümü öğrenmek için faydalı bir şey değildir. Ölüm öğrenilebilir değildir, "Bu yüzden, deneyimlerin de gösterdiği gibi en fazla çalışmış olanlar hep en çaresizlerdir ve en az çaresiz olanlar ise ölümü asla düşünmemiş olanlardır." (s. 29) Ölümü düşünen varlık bir paradokstur, o hem bir fikir üretir, hem de yok olur. Düşüncelerin ölümsüz olması bir yana, bir düşünene de ihtiyaçları vardır. Pisagor, teoremini üreterek onu biçimlendirmiş, ona ad vermiş oldu ama doğa kurallarının varlığı bundan bağımsızdır, sadece ortaya çıkarılmaları gerekir. Bu kurallar sır halinde bekler, ölümse gizemdir. Çözülecek, ortaya çıkarılacak bir durum içinde değildir. Kimse ölümün ne olduğunu ölmeden bilemez. Ölümsüzlük istenci -bu noktaya varılır, ölmek dışında bir yol olmaksızın kimsenin ölümle ilgili bir bilgiye erişmek istediğini sanmıyorum- ve yaşama şevki bir araya gelemez, insan ölçeğinden öte bir toplamadır bu.

İkinci söyleşi en kısa olanı ama beni en çok rahatsız edeni. Kafamı kurcaladı. Ölümün din açısından yorumlanması üzerine.

Felsefeyle dinin etkileşimi sonucu melez inanışlar, ussal dinler belirmiş ve öte dünya sembolleştirilmiştir. İnançlı biri için öte dünya varoluşsal bir değere sahiptir, dolayısıyla bu sembolleştirmeler bir dine mensup olanların açlığını ve susuzluğunu dindirmez.

Son olarak, inançlı veya inançsız, insanlar bahis tutuyor. İnançlıların ölüme ciddiyetsiz bir anlam katma tehlikesinin yanında benim inançsızlığım da ölümden hiçbir şey götürmüyor, ölüme hiçbir şey vermiyor. Ölüme inanmıyorum, öleceğimi biliyorum ve ölümü düşündükçe ölümün dışındayım. Bir su damlası beni boğabilir, evrene karşı güçsüzüm ama varlığımın-ölümün farkındayım, bu farkındalık beni ölümün dışında tutar, beni evrene karşı güçlü-haklı kılar, kılabilir.

Bir söyleşi de ötanaziyle ilgili, onu da siz okuyun. Allah Allah.

Ölüme kafa yoranlar, yormayanlar, edinin bir tane bundan.
Wittgenstein'ın gizem kavramı, Lispector'ın yakalamak isteyip istenciyle kaçırdığı parıltıyı içeriyor. Teğet bir durum var ortada; metnin kendisini parıltıya bir noktada temas eden bir girişim olarak görebiliriz ama bu girişimin hayata geçmesi, sözcüklerin biçimlenmeye başladığı an dışarıda bıraktığı onca diğer, suskunlukla yakalanabilecek gibi gözüküyor. Parıltı denirse parlamayan kısmı dışarıda kalıyor, hâl denirse hâl olmayan, oluş denirse olmayan. "Sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" durumu ama anlamsızlık da bu anlamın dışladığı bir şey, parıltının parçası. It diyor buna Lispector, İngilizce zamir bunun en iyi karşılığı onun için. Antik Yunan'dan günümüze kadar pek çok filozof pek çok kavram üretmiştir bunu karşılayacak, yine de tam karşılanamaz bir şey var elde. Sözcüklerle yakalanmaya çalışıldığında dışarıda kalan, sözcüklerin arasındaki boşluklarda bile bulunamayacak olan, susulduğu zaman bile. Bakıldığında özneyi göstermeyecek bir ayna, hiçbir şey anlatmayan bir resim, Lispector için. Çeviride bulunabilecek boşluk; anlatıcı yapmak istediği resimden önce sözcüklerini kuşanıyor ve resme bir türlü geçemiyor, sözcüklerle resmetme çabası. Bu da bir çeviri, sanatlar arasında.
Lispector duygusal olarak bu parıltıya en yakın olduğu zamanda, "ayrılık acısından attığı en karanlık çığlıkla, şeytani zevkle karışık" bir şükür anı yaşar. Turgut Uyar'ın üzüncünü buraya ekliyorum, hep tazeleyen, hüzün veren ve kucaklayan. Parıltı bu anda bulunabilir. "Her şeyin var olduğu bir an var. Şeyin olmaklığını elimde tutup kavramak istiyorum." (s. 9) Havada süzülen nefeste bir parça, aşkın durdurduğu an. Sayısız parçaya ayrılan şimdi. Geleceği ve geçmişi de içinde taşıyan bir an, Augustinus'un zaman anlayışından izler taşıyor. Bu anın içinde "kendi olmaklığını kavramak" için çabalıyor Lispector. Titreşimleri yakalıyor, müzik dinlerken elini plağın üzerine koyuyor ve bedeni vasıtasıyla müziğe dokunuyor, aynı şekilde sözcükleriyle oluşturduğu resimlerde kendisini arıyor. Çiçekleri sayıp döktüğü ve imgelemiyle yarattığı bölümlerde, özgürlüğünün harflere döküldüğü anın ötesindeki tezahüründe, tohum halindeki anda. Sen dediğiyle bir olmaktan cesaretsizliği nedeniyle uzak durup ben demeye itildiğini söylerken Deleuze'ün anlamı farklı kutupların bir noktada birleşmesi olarak temellendirdiği akla geliyor; birlikte olunamayan birlikte olandır ve bunun gerçekleşmesi, hiç gerçekleşmemesidir. Bu aradalık, tek bir kristal anda ve Lispector bu anın tam ortasında.

Sayısız parçaya ayrılan şimdi, her anın fotoğrafının çekilmesi. Hopilerin zaman algısına paralel olarak bilinci oluşturan her bir parçayı şimdiye sığdırma çabasının ürettiği birçok benlik, zamanın parçalarından akışa dönüşüyor. Tek bir kaynağa ulaşma çabası. İçinde mağaraların cehennemi, kuyutluğun karanlığı ve belli belirsiz formlar var. "Ve bütün bunlar benim." (s. 15) Aitlik değil, varlık. Varlığın inşası, anlatılandan ve anlatıcıdan bağımsız. Lispector için "ölüme varan özgürlük". Öte tarafın özlemi de bunun içinde bir yerde, gerçekliğin bir parçası ama gerçeğin ne olduğunu tekrar tekrar sorguluyor anlatıcı, sembollerden bir rüya-yaşamın içinde mutlaktan, kesinden emin olamıyor ve akışın kendisine dönüşüyor. Metinle anlatıcıyı ayıramayacak bir noktaya geliyoruz, gerçeklik düzleminde değil de sanatsal düzlemde oluyor her şey. Kendisini bir sanata, sembollere, çizgilere dönüştüren ses. Sessizliğe ulaşan, hiçe çıkan bir kurmaca-bilinç. "Anlamlı olabilecek şeylerle yaşayanların korkunç sınırlarına hapsedilmek istemiyorum. Hayır istemiyorum bunu: uydurulmuş bir gerçek istiyorum." (s. 22) Lispector gerçekliği dönüştürüyor ve dönüşen gerçekliğin kendisini yaratmasına izin veriyor. Ne yazdığını bilmiyor, kendisini belirsizleştiriyor, büyük bir farkındalık bu. "Kendisini olmaya bırakıyor", doğaçlama bir yapı ama doğaçlamanın doğası kendini değilleyen bir fenomen. Her şey sadece olur, olma biçimi yoktur.

Bu mevzuda Derek Bailey'in Doğaçlama kitabını önerip devam ediyorum.

Zıtlıklarda beliren parıltı, dünyayla yüzleşmenin temeli. Akışın iki yönünde de ilerlemek gerekiyor, sezilenlere başka türlü ulaşılamaz. Yaratının olanakları ve içerilmeyenlerin olanaksızlığı birlikte var olur, bu birliktelikten hayatın gizli üslubuna ulaşan yolda Lispector. Kendisini anlamaya, sınırlamaya çalıştığı ve sınırlamaya çalıştıkça bunun imkansızlığını gördüğü için anlatıyor. Tanrı ve diğer her şey It halinde, her şeyle birlikte kişi de bu zamirin içinde yer alıyor ama her şeyi taşıdığı halde, onların bir parçası olduğu halde farklı bir bütün oluşturan parçalardan değil. Anti-gestalt. Ether burada, her yeri dolduruyor ve her şey haline geliyor, görülen ve görülenin dışındaki bu, parıltının malzemesi. Hayvanlar ve bitkiler, anima, anlatıcı bitkinin ve hayvanın oluşunu olmak istiyor, kendi ölümü olmaktan çıkıp bir başka oluşun bilincini yaşamak. Soyut varsayımlardan yola çıkarak kendini dönüştürüyor ve her bir dönüşüm ölüme ulaşıyor, bilinmeyene ve sezilemeyene. Ölümün sezilemezliği onu gerçek bir tanrı yapabilir.

Durmadan yazan bir el, ışığın ve karanlığın ortasında bir yerde coşkun bir akış, görkemli yalnızlık, sadece doğumunu ve ölümünü bilen bir ruh. Şeyin saflıkla yaratımı. "Her birimiz sembollerle uğraşan sembolleriz, her şey gerçeğe sadece tek bir referans." (s. 85) Yitik aşkın duyurduğu hüznün rehberliğinde, uzam yolculuğu. Bir noktanın içinde. Darmadağın olduğum bir alıntı, son:

"Ben seninkileri severken, sen benim hatalarımdan etkilenmediysen ne yapabilirim ki. İçtenliğim ayaklarının altında çiğnendi. Sen beni sevmiyorsun, tek bildiğim bu." (s. 88)