Toplam yorum: 3.078.622
Bu ayki yorum: 5.500

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Esikhulu Tarafından Yapılan Yorumlar

Avusturya'nın büyük savaşlardan önceki cafcafı meşhur, Zweig'ın umutsuzluğunda o günlere dönemeyecek olması pay. Edebiyat, müzik, sanatın bütün dalları yükselişte, balolar şenlikli, yaratıcılık açısından ideal ortam. Lucius gibiler için bilim var, çocukluğunda ilgi duymaya başladığı tıbba yönelen genç adam dönemin bilimsel gelişmelerini izleyerek "sanatında" diyeceğim, hızla ilerliyor, Profesör Zimmer'in ilgisini çekerek röntgen yoluyla damarların daha net görüneceği bir karışım üzerinde çalışmaya başlıyor. Frenoloji gibi zırvalar bırakılmış ama buluşa tamamen hazır zihinler henüz ortada yok, Lucius umut vadediyor. Marie Curie'yle tanıştıktan sonra doğru yolda olduğuna kanaat getiriyor iyice, tek sorun üzerinde çalışacağı deneklerin yokluğu. Zimmer zar zor buldukları köpeklerin ölümünden pek rahatsız değil, oysa Lucius kesin icatlar için en ideal kaynakları elde edemediği için orduya katılmaktan erinmeyecek, ailesinin ve hocasının ısrarlarına rağmen cephe gerisinde değil de savaşa en yakın noktada görev alacak. Birinci Dünya Savaşı henüz çıkmasın, Lucius tıp okumaya da başlamasın, ağzından kanlı köpükler saçarken bulalım onu. Zırvaların da altın çağı değil mi o dönem, spiritüalizm zirvede, bilim tuhaf konseptlerin etkisi altında, değişik. Mason'ın metnini kabaca bölümlersek az matrak, çok tuhaf ailenin, hocaların, arkadaşların dünyası ilk bölümü oluşturur, ikinci ve en uzun bölümde savaş vardır, üçüncü bölümse Modiano'ya çark eder resmen, Lucius yıllar önce gördüğü bir kadının peşine düşüp tehlikenin göğsüne bombalama atlar. Davranışlarının nedenleri öyle saklı değildir, Mason okura çözümlenmesi gereken pek bir giz bırakmaz: Lucius'un kekemeliğinin sebebi sosyal fobisidir, annesi yüzünden kalabalık içine çıkmak istemez Lucius. Askere gitmek istemesinde babasının sevgisini kazanmak istemesi vardır da esas nedeni tıp öğrencilerine pratik imkanı sunulmamasında bulabiliriz, arkadaşı Feuermann'la birlikte koşa koşa giderler cepheye. Luc nörolojiyle ilgili araştırmalarını rahatça sürdürebileceğini umar, cepheye yaklaştıkça işlerin pek de istediği gibi gitmeyeceğini dehşetle fark eder.

Luc hep ateş hattına gitmek istese de Ruslar adım adım ilerleyince birkaç atama iptal olur, Luc istediği işi bir türlü yapamaz. Okulunu henüz bitirmemişse de savaş şartları gereği doktor olarak çalışabilecektir artık. Kasaba dönüşecektir Luc, yaralı askerlerin yaşaması için kesip biçmeye başlar, uzun zamandır askerlerle ilgilenen rahibe Margarete'in yardımlarıyla ehlileşir, yaşadığı şokun etkisini hemen atlatıp ortama uyum sağlar. Hikâyelerin insanı yeni bir yaşama adapte edebildiğini görmek hoşuma gidiyor, Kolıma Öyküleri ve İzak Babel'in metinleri aklıma geldi hemen, deneyimle birlikte anlatının parçası haline gelmek lazım sanıyorum. Bir yandan salgınlarla boğuşurlar, tifonun kimi alıp götüreceği belli değildir, her şeyin geçici olduğu bir ortamda insan kalmaya çalışırlar ve başarılı olurlar, öyle ki Margarete'ye ilgi duymaya başlar Luc. Hata yapacaktır elbet, savaşın en civcivli günlerinden birinde getirilen Macar askeri çırılçıplak soyup karların ortasında bekletir, adamın soğuktan kıvrandığını görünce Luc'u uyarmakla yetinir. Herkes için travmatik bir olaydır Macar'ın uzuvlarını kaybetmesi, Luc neden olduğu faciayı yıllar boyunca unutmayacaktır. Margarete de unutamayacaktır ki onun unutamaması bambaşka bir hikâyeyi doğuracaktır, metni okuyacaklar için sürpriz.

Luc ve Margarete arasında yaşananları başlangıçta her an ölümle yüz yüze gelmelerine bağlayabiliriz. Bitmek bilmeyen yolculuklar, sayısız insan, yıkım manzaraları, müthiş detaylar. Kahraman esas evine dönüyor ama kolay olmuyor açıkçası, ülkelerin sınırları yeniden çizilirken dostla düşman karışmıştır, Luc kendini bilinmeyenin ortasına atmıştır, maceralardan macera beğenir. Tesadüfler, şanssızlıklar, ölüm korkusu iç içe geçer, haftalar boyunca süren yolculuk hiç beklenmedik bir yerde sonlanır. Hayattır, üzülürüz veya seviniriz sonuca, arayışın bittiği nokta Luc'un yeni hikâyesinin başlangıcıdır. Tek bir cümleyle bildirir bunu Mason, son bir cümleyle.

Klasik bir anlatım, mizah kıvamında, döneme dair ayrıntılar şahane, cephe gerisinin detayları zengin. İlgiyle okunur, Luc'a sempati duyulur, sonunda Mason'ın diğer metinleri beklenir.

Çalışmanın Mitolojisi'ndeki mevzular, sıkıntı büyük, Fleming'in yaşadığı geç kapitalizm kaynaklı arızalar cabası. Hikâye iç daraltıcı, uyandırıcı, her konunun sonunda çıkış yolları verilmiş de çıkabilirsek. Atlas'ın gücü, Zeus'un dirayeti falan lazım da mümkün. Simit Sarayı'nda Ponzi'ye enayi kovalayanların İngiliz versiyonları biraz eğlendirmedi değil, Fleming yakın bir dostunun davetiyle Amerikalı bir kişisel gelişim şirketinin etkinliğine katılıyor, kapıda izbandut gibi adamlar, sağda solda şıkır şıkır kadınlar, erkekler, tam tokatlanmalık mekan. Guru çıkıyor sahneye, bir iki zırvalıyor, sonra koltukların altındaki davetiyelere geliyor sıra. Fleming zarfı açıyor, o sıra guru kredi kartı numaralarının doğru girilmesini rica ediyor. 300 papel o muazzam tarikata girmek için az bile. Bahsetmiyor da dostuna sağlam bir küfür etmiştir Fleming, o sıra tuvaleti geldiği için ayağa kalkıyor, izbandutlar yanında bitiyor. Onları bir şekilde atlatıp hızlı hızlı yürürken kadının biri durdurmaya çalışıyor bu kez, onu da atlatıyor ve koşarak uzaklaşıyor oradan, kurtuluyor. Yazının başlığı "Kapitalizm Bir Tarikat Mıdır?", neoliberal kapitalizmin kuruluşuyla ilgili. 1960'ların Şikago Okulu'ndan mühim tipler, Milton Friedman ve Theodore Schultz muhabbet ediyorlar, mevzu iyice palazlanan SSCB'ye karşı ekonomik duruş. Devlet mi özel sektör mü yüklenmeli uçuşu, tartışmadan özel sektör galip çıkıyor ve homo economicus taşıyamayacağı bir yükü sırtlanıyor. Hepimiz birer girişimciyiz, şirketiz, makineyiz artık, toplumun bir parçası değiliz zira toplumlaşacak bir durum, değer kalmadı, borca gömüldük ve strese boğulduk ki teoriyken pratik hale geçmemiz de kesin değildi o sıra, 1970'lerin sonundaki neoliberal devrim uygun siyasi ortamı yaratınca sendikal haklar, aslında genel olarak haklar yavaş yavaş buharlaşmaya başladı. Fleming 2019'da, metni yazdığı zamanda duruma bakınca çöküşün çoktan gerçekleştiğini ama tarikatlardakine benzer bir bağlılığın geliştiğini, yetkili abilerin söylediklerinden çıkamadığımızı belirtiyor. 2008'deki büyük kriz 10.000 intihar vakası eklemiş istatistiklere, kayıpların haddi hesabı yok ama sistemin hâlâ eskisi kadar savunulmasının mantıklı bir yanı yok açıkçası, kemer sıkma politikası da bu çarpıklığın bir parçası. Mark Blyth'in dediği: "'Moğol Altın Orda Devleti olimpik at biniciliğinin gelişmesinde ne kadar etkili olmuşsa, kemer sıkmanın ekonomik bir politika olarak uygulanması da bize barış, refah getirmede ve en önemlisi de borçların daimi olarak azalmasını sağlamada o kadar etkili olmuştur.'" (s. 42) Tarikatlar birbiriyle çelişen kanıtlarla karşılaştığı zaman kendi temel varsayımlarını saçma yollarla da olsa doğruluyor, örnek Dorothy Martin'in tarikatı. Martin dünyanın 21 Aralık 1954'te havaya uçacağını söylüyor, takipçileri işlerinden istifa edip malı mülkü satıyorlar, boşanıyorlar, sonra malum tarih geliyor ve geçiyor. Dünya yerinde, o zaman tarikatın müthiş iyi kalpliliği kıyameti önledi. Mesela kriptoya girdim ve bana göre sağlam bir para kaybettim, çıkmayıp bekleseydim her şeyin süper olabileceğine rahatlıkla inanırdım ama döndüğüm yerin sonrası kâr diye hemen çıktım. Örneğimin dandikliği bir yana, Fleming'in çözüm yolları şunlar: cemaatin kirletemediği yakın müttefiklerle beraber iş görelim ama başta neoliberal kapitalizmi bir etik-politik imkansızlık olarak reddedelim, olumsuzluğu olumsuzlayalım, sinikleşmeden gerçekleri görelim, paraya mümkün olduğu kadar alternatif üretelim, kaybımızı kabullenip azıcık hissizleşelim ama nihil nihil dolanmayalım, Fleming'in üzerine basa basa söylediği gibi "devrimci kötümserlik" yoldaşımız olsun.

"Allah'ın Cezası Robotlar". Fleming uçakta, pilotluğun ortadan kalkacağı zamanı düşünüyor. Pilotluk pahalı, makinelere bırakılsa sermaye daha hızlı büyüyecek, o zaman otonomlaşabilecek işler otonomlaşsın, insan da ne halt ederse etsin. Bunun yanında çöpçüler çöpçülüğe devam etsin çünkü onların yapacağı işin otonomlaşması fuzuli yatırım olacak, insan çalıştırmak çok daha ucuza geldiği için bazı meslekler bir süre daha ortadan kaybolmaz da teknoloji ucuzladıkça her meslek tehlikeye girecek. Kötücül yapay zekânın birkaç örneği var, Alexa'nın verilen emirleri yerine getirmeyip kötü adam kahkahası attığı en az iki örnekten bahsedebiliriz, Volkswagen fabrikasında çalışan bir işçiyi öldüren robottan, geçtiğimiz günlerde kontrolden çıkıp faciaya yol açan Tesla'dan söz edebiliriz de Fleming'e göre esas sorun kötücül yapay zekâ değil, insanın robotlaşması. Açıkçası ataç üretimini maksimize etmek için dünyadaki bütün demiri hüp diye çekip insanı demirsiz bırakan veya çoğalmak için ne bulursa yiyip kendini kopyalayan nanoteknolojik gri çamur bilimkurgudan fırlamış zırvalar gibi gözüküyor, bizi esas ilgilendiren Uber gibi şirketlerin sendikalaşan işçilerine zorbalık yapması, davaları kaybedince sürücüsüz araba teknolojisine yatırım yapıp kısa-orta vadede işçinin canına okuması. Yaşanmış bir olay: 1998'de Denizciler Sendikası'yla limanı yöneten şirket arasındaki tartışmalar patlak vermeden başarılı grevler düzenlenmiş, haklarını kısa süreliğine geri alan işçiler bir süre sonra kovulmuşlar çünkü limandaki işler tamamıyla otomatikleşmiş. Koca mekanda robotlar taşıyor konteynerleri, sıfır insan. Sınıf ayrımını daha da keskinleştiriyor bunlar, kaymak tabakadakiler canavar gibi prim ve maaşla uçurumu büyütüyorlar, yarı otomatik işler pek çok iş kolunun ortaya çıkmasına yol açsa da bu işler uzun süre var olmayacak gibi görünüyor. Üçüncü aşamada işsizlik var, hak aranmadığı sürece insanlar işlerinden olmaya devam edecek. Fleming'in bu konuda pek yaratıcı tavsiyeleri yok, her algoritmanın ifşa edilmemiş bir kusurunun olduğunu söylüyor, bulup faydalanacağız. İnşallah. Baktım da, ikinci maddede Fleming kendisiyle çelişiyor, makinelerin işimizi elimizden almak istemeyeceklerini söylüyor da yazının başında bu makineleri insanların kodlayacağını söylüyordu, ne istenirse onu yapacaklarsa işimiz var (yok) demektir. Teknolojinin üzerinde oynayarak çalışmanın var olmadığı bir dünya, eh, kapitalizmden kurtulup kurtulmamakla belli olacak şey.

"İHA Çağında İyimserlik" aslında soyut bilginin kötüye kullanımıyla somut gerçekliğin birleşerek kafamıza bombalar bırakmasıyla ilgili. Çağla benim çalıştığım okula gelip siber zorbalığa karşı hukuki bilgiler vermişti çocuklara, aslında nasıl korunacaklarına ve haklarını nasıl arayabileceklerine dair güzel bir etkinlikti ama ne oldu, çocuklar işledikleri suçlardan nasıl yırtabileceklerine yoğunlaştılar bir yerden sonra. "Soyut bilgi, artık kolektif hamlığımızı alt etmenin peşinde koşmak yerine elverişli bir çareye başvurma ve eleştirel açığa vurma kisvesi altında onu besliyor gibi görünüyor." (s. 29) Sebald'ın bir metnine, Satürn'ün Halkaları'na odaklanıyor Fleming, İkinci Dünya Savaşı'nda Hırvatların Sırp bir gencin kafasını testereyle kesiyorlarmış gibi yaptıkları fotoğraftan aşırı etkilenen Sebald'ın incelediği olayda rol alan bir Nazi subaydan bahsediyor. Bu adam Kurt Waldheim, Sırpların katledilmesindeki kilit adamlardan biri. Savaştan sonra başarılı bir kariyere imza atarak BM'nin genel sekreterliğini yapıyor, son görevlerinden biri Voyager II. 1977'de uzaya fişeklenen alete uzaylılara gidecek mesajı kaydediyor Waldheim, salt barış ve dostluk aradıklarını söylüyor. "Gülünç rezillikteki durum"un temsil ettiği "çürük medeniyet" tam gaz devam, serbest çalışan haline getirilen işçiler sadece ve sadece emeklerini harcadıkları zaman için ödeme alabilirlerken ürettikleri değerden çok daha azına razı gelmek zorundalar, sigortaları zaten yaş, üstelik durmadan artan vergiler yüzünden zenginleri daha da zengin yapmakla meşguller. Yeni Zelanda'dan sığınak alan kaymak tabaka ne yapmak, nereye varmak istemektedir, açlıktan ve susuzluktan millet birbirini kırarken bunlar dünyanın bir köşesinde fırtınanın dinmesini bekleyecekler. Milyarlar var, tepelerine binerler valla. Çıkış yolları umut da veriyor, umutsuzluğa da düşürüyor, önemli olan o devrimciliği ve kötümserliği yitirmemek. Hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek. Her şey insanlar birleştikten sonra değişecek. Ne zamansa.

İyi okumalar..

Konuca geniş dünya, tipolojik takla yok da benzetiler, cümle kesikleri gırla, kurmacaya yeni soluklar. Eski soluklar da var, Kertişçe bakış bir yerinden yeniye çekiyor illa, hoş. Bazen hoş değil, üzerinde çok durulan, oynanan meseleler tatmin etmiyor, diyalog bir yerden sonra sıkıyor mesela. Örneklere bakalım. Kısaların arasında vasat öyküler çok, "Düğün" tuhaf kurguya yanaşıyor da rüya mamulü olduğunu belirten ithaf olmasa daha doğru algılanabilirdi, belki yazarın istediği gibi görmemiz gerekir ama gerekmez, yazar neyi nasıl görmemiz gerektiğini söyler de umursamama hakkımız saklıdır, o zaman "Estetik kâbuslara..." değil de okurun alımlayışına. Düğüne gelir anlatıcı, tokalaşır, damat soğuk duygular dükkânından giyinmiştir, eh, gelin ateş giyinmiştir, heh. İnsanlar her yerdedir, koşturan çocuklar ve zıplayan kurbağalar. Hayvanlar âlemine girmeye başlarız, Firdevs Ev'in öykülerinde de böyle geçişler vardır da o öyküler Kertiş'inkilerden uzun olduğu için daha yumuşak ve belirsizdir, Kertiş bodoslamadan girer çünkü öykünün kısalığı. Arkadaşlar masaya dizilsin için arkadaşlık, sonra muhabbet ve kertenkele, geldiği masanın rengini alır, kimle konuşursa rengi başkalaşır. Tavuklar ve horozlar piste çıkar, halay çeker. "Sonra ben de halaya kattım kendimi, azıcık rakıyla demlediğim yüreğimi az biraz çalkaladım. Arkadaşlarıma bakındım, kertenkelenin boynundaki zaman ve mekân dondurucusuna pozlar veriyordular. Gülümseşip, şakalaşıyorlardı onunla. Gördüklerim arkadaşlarımı soyuyordu. Önce her bir 'arkadaş'ımın üzerinden 'a'yı soydu, sonra 'r' de gitti ve gece bittiğinde 'ş' bile tutunamayacakmış üzerlerinde. Duyumsadıklarım onları soydukça etçil kuşlar kalıyordu yavaş yavaş, arkamı kollayanlardan geriye. Benim leşimi bekleyen akbabalar ile gezindiğimi anlayacaktım, gece bittiğinde." (s. 10) Aslanın ruhu bütün bunlara direnmeye kalkmış, anlatıcı krallığını ilan edemese de görmesi yeterliymiş her şeyi, gördükleri düşten olsa bile. Atmosfer iyi kurulmuş öyküde, figürlerin dönüşümü başarılı, iyi öykü. "Hayalet Annem"se eh, bir tuhaflık denemesi olarak dışarıda kalmalıymış belki.

Biraz daha uzun öykülere geliyoruz, Kertiş'in has öykülerine yaklaşıyoruz. Çocukluktan kalan bir eksikliğin, beyhudeliğin diyeyim, yetişkinlikte başka bir kimlikle ortaya çıktığı bu öykülerde yiten bir şeyin iki zaman dilimindeki seyrini görürüz. "Sevgibey ve Sarı Çizmeleri" şalvarlı bir ninenin torununu çizmeler konusunda uyarmasıyla başlar. Yerelliği de iyi yedirir Kertiş, Sevgibey "oğul balı"dır nineye göre, çizmelerini giydiği zaman sarı sıcakta fırtınayla yarıştığını düşünür. Çok sever o çizmeleri, ninesi kavurucu sıcağa rağmen üzerine halıları, battaniyeleri neden giyinmişse çocuk da ondan giyer. "Önce ben yıkandım. Sonra tozunu, kirini belki de kendisinden bile çok sevdiğim çizmelerim yıkandı. Ben yatağa sokuldum, çizmelerim naylon poşete ve koynuma koyuldu. Ben fırtınayı düşündüm, çizmelerim ninenin ellerini, masmavi gözlerini düşündü... İkimiz de uykumuzu uyuduk." (s. 29) Bir iki öykü sonra "Babalar Da Ağlar" geliyor, baba olmayanların da ağlayabileceğini gösterebilir, benim gözlerim doldu bazı. Kertiş'in şu iki çizgili anlatım tekniği sürekli tekrarlandığı için sıkabiliyor da bağlama iyi çekildiyse görmezden gelmesi kolay.

Daha da uzun öyküler, "Aysel ve Çiçek", Kertiş'in bu kitaptaki en iyi öyküsü "Aysel ve Çiçek"tir diyesiyim. On numara öykü. "365. Resim" ilişkilerdeki orantısızlığı usulca, perdeyi şöyle hafifçe aralayarak gösteriyor, bodoslamadan değil. İyi seri bu da. Köşeli, öykünün ovalliğini zorlayan diyalogları hariç. Kertiş'i okurum daha.

Ayşe Kilimci'nin öyküleriyle Yıldız Ramazanoğlu'nunkiler arasında bir yakınlık var, iki yazar da toplumun farklı kesimlerine olabildiğince içeriden bakıyorlar. İçeride bulunmuşlar zaten, Kilimci çocuk mahkemelerinden hastanelere, fuhuş komisyonu üyeliğinden cezaevlerine kadar pek çok alanda sosyal hizmet uzmanı olarak çalışmış, Ramazanoğlu ülke ülke gezerek dünyanın insanı büken, kıran yönlerine şahit olmuş, duyarlılıkları gelişkin. Karakterleri ağır ağır kuruyorlar hikâyeleri, araya edebiyatın ve anıların önemine dair vecizeler sıkıştırabiliyorlar ve öykünün özgül yapısını zorlamıyorlar bu sıkıştırmayla, sağlamlıkları o bir iki cümleyi, belki üçü dördü de taşıyabiliyor, beşi altıyı. Biçim benzerliği açık, kısa bir zaman aralığında yaşanan olaylar geçmiştekilerle anlamlanıyor veya tek başına yeterince anlamlı, toplumsal sorunlarla bezeli kişisel çıkmazların anlatımı için anılara başvurmak veya başvurmamak, işte bütün mesele. İki yazar da sıklıkla başvuruyor, ya bir anıştırma ya da doğrudan anlatım, temel geçmişten yükseliyor. Bunlar bir yana, Kilimci'nin öykülerinin rengi biraz daha parlak. Anlatıcı çocuksa ona göre cümle kurulumu, sözcük seçimi, anlatıcı yaşlıysa ona göre hafıza, Kürt'se ortaya karışık bir dil, açıkçası muazzam bir yansıtım var Kilimci'nin karakterlerinde, geldikleri yerin niteliklerini olduğu gibi döküyorlar öyküye. Başarısız bir örnek olarak Ömer Polat'ın Saragöl'ü geliyor aklıma, Doğu'nun ağa-maraba çatışmasını şahane anlatan romanda karakterlerin konuşmalarında yerellik ara ara kayboluyordu, bu da can sıkıyordu çünkü o yörenin insanı o yörenin insanıymış gibi konuşuyor, arada bir o yörenin insanı değilmiş gibi konuşuyor, hasılı konuşuyor ama kimlik değiştirmiş gibi. Kilimci'nin insanları neyse o, değişme yok, kayma yok, akarı kokarı yok, on numara insanlar. 2000 Haldun Taner Öykü Birincilik Ödülü'nün sahibi "Yıldızları Dinle..."de erkek çocuğun ağzı ne laf yapar mesela, Memet Abla'nın öldürüldüğünü söyleyerek başladığı hikâyesinde Beyoğlu'nun girilmedik sokağını bırakmaz.

"Milletler Fotoğrafhanesi" ne renkli öyküdür, kaç milletin insanı geçer bu öyküden bilinmez. Bulgaristan'ın Filibe'sinde bir laternacı, Mariana Anatoliyeva ki soyadından kelli bizim buraların toprağı da kokacaktır öyküde ister istemez. Türklerin yemek ve kadın konusunda iyi olduklarını düşünür yabancılar, Türkiye'de neden bu uğraşlarını sürdürmediklerini merak ederler de ortaya çıkar sonra, mesela Bulgaristan'da türlü eziyete maruz kalan, isimleri değiştirilen insanlar Türkiye'ye göçtükleri zaman pahalılıktan akıllarını kaçırıp geri dönmeye bakarlar. Hepsi dönmez tabii, dönenlerinse başka çaresi yok gibidir. Bulgaristan'da parasız tedavi, eğitim, komünizmden kalan parasız işler Türkiye'de yoktur, basit bir muayene için hastaneye giden karakter her şeyin bedava olacağını düşünürken kendisiyle alay eden bir grup çalışanla karşı karşıya kalır. Beleş yoktur öyle, paranın yettiğince sağlık. Anatoliyeva her şeyi görüp duyar, komşularından da öğrenir bazı şeyleri. Alman Hans ve Azeri Yasemin işçi maaşlarıyla geçinmeye çalışırlarken ABD'ye gitmeye karar verirler de yeşil kart çıkmaz. Svetlana ve Fantomas barda ne kazanmışlarsa Mariana'yla birlikte yerler, mastika rakısı veya Vino şarabı hemen biter. Sohbet ederlerken Türklüğünü hatırlar Mariana, ne kadar Türkleşmişse. Komşuları, bazı akrabaları, mahallelinin bir kısmı Türk'tür, bu sebeple Türkçe sözcükleri bilir, komşularının âdetlerine saygı gösterir. Acır da biraz, "kaybetmeleri kaçınılmaz olan savaşların peşinde yılmadan koşan romantik Türkler" genelde lokanta veya market açarlar, huzurla yaşamaya bakarlar da Bulgarlar rahat vermez bir, kapılara polisler, siviller dayanır, anadildeki adı anımsatacak yeni bir isim seçmeleri için baskı yaparlar. Türkiye de ayrı ıstırap. "Kolay yaşanmaz ahbaplar, komşular, Türkiye'de, ama çok kolay ölünür, dedi gidip de geri gelenler. Sattıkları evlerini sonradan mahkeme kararıyla alıp girdiler evcağızlarına, misler gibi oturdular. Sonra Jivkov delirdi, milletin ismine el koydu, bizim gül gibi sosyalizmimize de... Bir ismin hatırına göçtü Gülizargil, döndüler ki, İstanbul'da namuslu adama incelikli insana yer kalmamış, orda herkes haydut olmuş, dediler." (s. 131) Öykünün adı Kilimci'nin öykü tekniğini özetleyebilir, karakterlerin arasında Mardin'den göç etmiş bir Kürt, ahlak kumkuması bir polis memuru, eş teröründen mustarip kişioğlu gibi her telden insan var, düşüncelerinin genişlediği yerler o kadar zengin ki öyküler bitmese bitmez, kolaylıkla romanlaşabilir ki uzun öyküler bunlar zaten, bir tek kişioğlununki görece kısa. "Karım Öle"de Şoför Niyazi'nin bahtsızlığını görüyoruz, kardeşimiz alt sınıfın yılmaz bir neferi olarak her türlü işi yapıyor, ailesini ayakta tutuyor. Askerlik bittikten sonra evlenmek istiyor, mevzuyu çözebileceğini söyleyen bir adama iyi bir para verip Doğu'dan gelecek Kürt kızını beklemeye başlıyor. Adam dolandırıcı, civardan bir kızı evlenmeye ikna ediyor, abileriyle birlikte adamı yolmaya başlıyor kız. Çocuk doğuyor, taksi şoförlüğüne başlayan Niyazi gece gündüz çalışmasına rağmen belini doğrultamıyor bir türlü, çekirge sürüsü gibi üşüşüyorlar adamın başına. Adam isyan ediyor, Allah'tan karısının ölmesini diliyor nihayet. Diğer öykülerden ayrı bir yere koymak lazım bunu, kendi yatağında akan bir öykü. "Söyle Kalbim" Kilimci'nin tipik öykülerinden diyeyim ve kalbimi bırakayım bu öyküye, elli yıl sonra edilen bir telefonun öyküsüdür. Kilimci'nin hikâyeyi monologla kurma huyundan ve suyundan nasiplenmiştir, yetmiş yaşlarındaki kadının Sabit Bey'e geçmişi baştan kurmasıdır. Öğrenci olaylarında en önlerde yer alan çiftimiz birlikte yaşlanamazlar belki de birlikte hatırlayabilirler, o karışık günlerde çok arkadaşları kaybolmuştur, ilişkileriyle birlikte. Kadın bilir ki pek zamanları kalmamıştır, telefonda da olsa son bir kavuşmayı mümkün kılar. "Sevmek, geleceğe karışmak, yarınlara kalması demek midir, insanın? Sevmek, müşkül iş... Gençlerin en çok bu bahse çalışmaları gerek." (s. 84)

Ayıramam, öykülerin tümü başarılı. Kilimci'yi okurken bir heves, keyif.

Günlüğünü kendi geliştirdiği kodla yazan bir arkadaşım vardı, yaşamını meraklı annesinden gizlemek için bir teknik uydurmuştu. "A" yazıyor, harfin tepesine bir sayı ekliyor, sonra başka bir harf, başka bir sayı, öyle kısa kısa kayıtlar. Annesi çözmüş tabii, o sayı kadar ileri veya geri gidileceğini anlamış. İlkokul çocuğu için iyi bir taktikti ama, sonradan o arkadaş mimar oldu, kentsel dönüşümün yılmaz bir neferine dönüştü herhalde. Projelere sadece kendisinin görebileceği birkaç sayı eklediğini düşünürüm ara sıra, belki orada olmaması gereken bir duvar, kapı, belki çatının üzerinde yükselen bir bina çizmiştir, formülleştirmiştir yapıyı, birinin anlamasını umarak kıs kıs gülmüştür. Kendi kendimize oyunlar, sıkıntıdan. Milletleri ilgilendireni görüyoruz bu kitapta, mesela Spartalıların tekniği hoş: Savaş çıkaracaklar ve müttefiklerine haber vermek istiyorlar ama Atinalıların mesajı okumasını istemiyorlar. Skytale adını verdikleri bir silindirin etrafına bir şerit sarıyorlar, şeridin üzerine mesajı yazıyorlar. Şerit açılıyor sonra, gideceği yere gönderiliyor. Açık halde bakıldığı zaman hiçbir şey anlaşılmıyor, harf çorbası. Silindirden müttefiklerde de bulunmalı ki şeridi tekrar sarsınlar ve mesajı okusunlar. Daha basitlerden ikisi görünmez mürekkep ve kafa derisine yazmaca. Bir kölenin saçları kesiliyor, mesaj kafaya yazılıyor ve saçların uzaması bekleniyor. Daha sonra saçı tekrar kazıtarak mesajı okuyorlar. Kullanışlı değil tabii, taktiği çözenler ele geçirdikleri bütün kölelerin saçlarını kazıttılar mı bitti olay, savaş kaybettirir bu deşifre. Polybius Kodu var, satırlar ve sütunlar boyunca sıralanmış harfler yukarıdan ve soldan iki sayıya denk geliyor, o sayıyı yazıyoruz, elimizde bir harf. Poe'nun "Altın Böcek" öyküsündeki kod var, öyküyü okuyarak nasıl bir şey olduğunu öğrenebilirsiniz. Bunlar basit gizler, esas kriptoloji Sezar'la başlıyor. Sezar Kodu'nda düz metin karakterleri ve şifrelenmiş metin karakterleri aynıdır ve yerleşik değişkenlikle iki daireye yerleştirilmiş harfler farklı biçimlerde alt alta getirilebilir. Bu da kolaylıkla çözülebilse de uzunca bir süre işe yaramıştır, şifreyi çözmeye çalışanlar avuçlarını yalamıştır.

Kodlama algoritma ve anahtar demektir, esas gizi algoritma sağlarken anahtar o gizin çözülmesini sağlar. Algoritmaya sahip olan kişinin anahtara da sahip olması gereklidir, yoksa hiçbir şey çözemez. Sezar Kodu'nun kullanıldığı diskleri bulan biri o diskleri çözecek anahtarı elde edemediği sürece döndürür durur çemberleri. Bulmacalar da böyledir aslında, size algoritmayı verir, dilediğinizce incelersiniz ve anahtarı bulursanız bulmacayı çözersiniz. Anahtar bu tür kodlarda bulmacanın içindedir, mesela Gandalf'ın mellon sözcüğünü dile getirmesiyle açılan kapıları düşünelim, Moria Kapıları elflerin zeki varlıklar olduğunu gösterse de şifreyi olduğu gibi algoritmanın içine koymak nedir? Neyse, normalde bu algoritma ve şifre, gönderenle alıcı arasındaki bir münasebete dayanmaktadır tabii, filmlerde genellikle bu ilki gönderilir de ikincisi gönderilmeden önce karakter ölür, başına bir iş gelir, o son hamleyi yapamaz ve şifreyi çözmek için maceradan maceraya koşan kahramanların kahır çektiklerini görürüz. Bilginin değeri ne kadar yüksekse kriptolojiyle uğraşan, şifreleri çözmeye çalışan insanlar o kadar uğraşırlar. Batı Karadeniz'de definecilik çok yaygındır, haritalar satılır da insanlar kolay yoldan zengin olma hayaliyle olmadık yerleri kazarlar, yolları göçerttikleri bile görülmüştür. Bu haritaların bir algoritması vardır, tabii gerçek harita olduğunu varsayıyoruz, defineciler bu haritaya bakarak kodu çözmeye çalışırlar, uğraşırlar, her şey yolunda giderse gerçekten bir şeyleri elde ederler. Günümüzde de kolay zor pek çok şifreyle karşılaşıyoruz, bazılarını bulup bazılarını bulamıyoruz ki bulamamamız isteniyor zaten, özellikle internet tabanlı işlemlerde. Beutelspacher dijital âlemlerdeki kodlamalara da değiniyor, çok çeşitli yazılımları teker teker değerlendirirken sistemin nasıl işlediğini göstermek için işin matematiğine de giriyor, arka arkaya diziyor formülleri. Matematikten anlayanlar için iyi bir kaynak bu, benim gibi anlamayanlar içinse basit örneklere de yer verilmiş. Vigenère Kodu mesela, verilen tablodan anladığımız kadarıyla Polybius'un çok çok daha karmaşık hali, çözülene kadar 300 yıl boyunca iyi şifrelemiş gizli bilgileri. Tabii çözülmeyecek kod yoktur düsturundan da bahsediyor Beutelspacher, her kod çözülebilir, sadece zaman meselesidir bu. Yeterince güçlü bir zihin, zihnin yetmediği noktalarda yeterince güçlü bir işlemci her türlü gizi açığa çıkarabilir.

Enigma'dan bahsedilmeliydi tabii, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların kullandığı bu kodu çözen Alan Turing'in filmi çekilmişti bir zamanlar, izlemeli. Enigma bir makine, anahtarı, rotorları ve iç kabloları var, kablolar sabit kalırken iç ayarları her gün değiştiriliyor ve anahtar belli noktalara gönderiliyor. İlginçtir, Polonyalılar daha 1932'de Enigma'nın mevcut sürümünü tamamen analiz etmiş de bu bilgiyi neden İngilizlere vermemiş, bilmiyoruz. İngilizler 1940'tan itibaren çalışmalara başlayıp Enigma'yı çözmeye çalışıyorlar, insan kaynaklı hatalardan ötürü çözüyorlar da. Anahtar bir seferinde arka arkaya iki kez aktarılıyor, detaylar verilmese de anlıyoruz ki iki kez yollanan bilgi hemen dikkat çekiyor. İkinci mesele de anahtar harf kombinasyonu pek yaratıcı olmayan bir şekilde seçilmiş, üç harften oluşan anahtarı da "AAA" olarak belirlemeyiz ya. İstatistiklere göre kişinin doğum tarihini banka kartının şifresi olarak belirleme ihtimali yaş arttıkça yükseliyor, böyle kötü bir şifrelemenin çözülmesi de çok kolay tabii. Bu işin bir faydası daha var, Enigma çözülürken inanılmaz derecede uzun ve karmaşık hesaplamaları yapabilmek için 1943'ten itibaren modern bilgisayarların ilk prototiplerinden Colossus kullanılmış. Merhaba bilgisayar.

Kırılmaz kod diye bir şey yok ama teknolojinin gelişmesine bağlı olarak kırılması bir dönem için çok zor kodlar geliştirilebiliyor, DES bunlardan biri. Bilgiyi her biri 64 bitlik bloklara böler ve ardından blokları sırayla kodlar, 56 bitlik bir anahtarla da açar. Kendini kanıtlamış bir sistemdir ama üzerinde ısrarla durulduğu gibi, kırılmaz değildir, 1999 baharında DES ile kodlanmış bir ileti 22 saat içinde kırılmıştır. Günümüzde birkaç saniye içinde yapılabilmektedir bu, haliyle daha karmaşık kodlamalara geçilmiştir. Üçlü DES ve PIN sistemi gelmiştir ilkel DES'in yerine. Kredi kartlarımızı düşünelim, manyetik şeridi okutup şifreyi gireriz ve işlemi başlatırız. PIN manyetik şeride kaydedilip saklanmaz ama kodlanmış hali manyetik şeritte kayıtlıdır, biz doğru kombinasyonu girmeden dekod olmaz o zımbırtı. Haliyle kartımızı kaybetsek bile hiçbir işlem yapılamamasını sağlayabiliriz zira en önemli bilgi bizdedir, yine de insan faktörü devreye girer de kart kötü işlerde kullanılır diye iptal ettiririz. PIN bilgimizi de kimseye vermeyiz, vermemeliyiz, polisinden banka çalışanına hiç kimse bizim PIN'imizi istemez, istememelidir.

Günümüzün dünyasında milyonlarca insanın şifreleri olabildiğince güvenle saklanır, örneğin tarayıcılarımıza şifrelerimizi kaydederiz ve tekrar tekrar girmekten kurtuluruz. Neye güveniriz, firmanın güvenilirliği bir yana, çeşitli sertifikalar vasıtasıyla bilgilerimize erişilemeyeceğini biliriz, bilgilerimiz tarayıcıyla bizim aramızda bir sırdır. Topluma açık bir kod veriyoruz her gün, mail adresimizi milyon tane yere gönderiyoruz da o hesaba girilmeyeceğini biliyoruz, şifre mail adresinin içinde değildir, mail sunucusunda ve hesabımıza giriş yaptığımız tarayıcımızdadır. Benzer bir şekilde bu e-imza muhabbeti de yaygınlaşmıştır, herkes bizim bir belgeyi imzaladığımızı bilir ama imzalamak için gereken şifreyi bilmez. İki kişinin bildiği sırdır bu sistemde, biz aracıya A bilgisini veririz, ondaki B bilgisi bize gelir, sonra tam tersini yaparız ve aldıklarımızla verdiklerimiz birbirini tutunca basarız imzayı.

Pek çok güvenlik yöntemi, kodlama, şifreleme biçimleri var bu kitapta, meraklısı kaçırmasın.