Toplam yorum: 3.078.622
Bu ayki yorum: 5.500

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Esikhulu Tarafından Yapılan Yorumlar

Yorumlama için yeniden yazmak gerekiyorsa kitabı baştan yazacağım. Bobin'in açtığı pencerelerden bin kez bakmak gerekir, ben tek seferde görmeye çalışacağım. Hiçlik, aşk, yazma serüveni... Okur kendini gördüğü an korkacaktır. Korkalım, belki yarın bir başkası olmak daha iyi değildir. Sonsuz bir şimdide kalmak, okurun hissettiklerinden biri. Diğeri de karanlıkta birçok insanla birlikte olmak. Olmak çok sancılı bir olaydır. Çocukluktan hiçliğe.

Eksik Parça: İstasyonda bir kadın, çocuğuyla. Çocuk geldi ve çift bitti. Çocuğu seçmek, diğerlerini seçmemektir. Yapılacakların üzerini teker teker çizebilirsiniz. "Aşıklar çifti, biricik kalbin efsanesi." (s. 12) Bitimde erkeğin rolü bellidir. Görmemek, erkeğin şanındandır. "Yine de gören erkekler de var ki onlar biraz farklıdırlar diğerlerinden. Gizemcidirler, şairdirler ya da hiçbir şeydirler. Tuhaftırlar. Mevkilerinden düşmüş halde. Kadınlara benzerler. Kendilerini sonsuz aşka adarlar. (...) Bir erkek için bir çöküş, tam bir başarısızlık olan şey bir kadın için çok sıradan günlerin sıradanlığıdır." (s. 13) Anneler görünmez olurlar, tanrının sırrını paylaşırlar. Yaratımın sırrı. Şefkat, bağışlama. Balzac, Flaubert ve şürekası için otuz yaşındaki kadın yaşlıydı, şimdiyse genç bir annedir ve her bebek bir peygamberdir, dünyanın sırrıyla doğar. Keltler yanlış iş yapmazlar, bilirsiniz, inançları dahil. Annenin çocuğuna öğrettiği. Tanrıyla aynı göz rengine sahip olmak. Baba? "Bir kadına tutulmak için, onda bir çöl, bir yokluk; sıkıntı ya da keyfi çağıran bir şey olması gerekir." (s. 18) Tanrının tek eksiği yalnız olması dersem beni öldürün.

Yeşil Gözlü Balina: Hah?

O şarkıyı dinlemek için okuyoruz. O şarkı dünyanın bütün çiçeklerini omuzlara yüklemesidir. Ağır kokular içinde yürüdünüz mü hiç? Şiir okurken anlık duygu doğumudur. Şiirler en güzel duyguların katilidir, birinin ardından birini doğururlar. Kitaplar neyin nesidir. "En değerli düşlerimizden yapılmıştır kitaplar: toz ve yel." (s. 23) Çocukluğu sayfalar gibi çevirin, kitap sayfalarını çocuklar gibi çevirin, parmaklarınız küçülür. Parmaklarınızı o kadar küçük gördünüz, en son ne zamandı?

Havanın Çiçeği: Yüksek yüksek binalarda doğan çocuklarla yere yakın doğan çocuklar arasında bir fark ararsanız havaya bakacaksınız. Gökler geçmektedir. Bu.

Mazgal Deliği: Ortaçağda bir kadın, yazdığı kitap yüzünden yakılır. "Sözcükler ışıktı. Işığı ateşte yakmayı beceremediler." (s. 37)

Başka, Tanrı'nın varlığını kanıtlayan kırıntılar,üç kez hiç olan şeyler, Pascal, yalnızca bir kadından öğrenilen şeyler, bir tutam Cohen, hayatı bir şeylerle doldurma paniği, çocukluğa kök salmış sonsuz aşkın arayışı vardır. Arayın. Bu kitabı edinin. Bu sayfayı kapayın.

"Sizin adınızın altında bir çukur vardır." (s. 79)
Bernhard'a sonsuz saygı, o tür bir bitiği tercih ederim. Dışa soluksuzca patlayarak açılan öfkenin müptelası olan Bernhard'a yönelir, iyi eder, Papini'nin olayı biraz daha farklı. Benmerkezciliğiyle yanıp kavrulan, odasında otururken düşünceleriyle bir başına kalamayan adamdır Papini. Tanrı olmaya giden yolda inkar ettiği tanrıyı devirip kendi hükümdarlığını ilan edecekken hiçlikle karşılaşan ve potansiyelinin maksattan kopmasıyla yıkılmamaya çalışan Papini'nin çocukluğundan itibaren otuzlarına kadar izini süreceğiz. İmgeleri yoğun, üzerine onlarca kez düşünülmüş, onlarca kez parça parça edilip birleştirilmiş duygularından fırlayan sözcükleri keskin, olamamış bir adam. Olmaya çalıştığı şeyler daha önce zaten olduğundandır; yeninin ve denenmemişin peşinden gittiğini söylemesine rağmen kullandığı araçlar, varmaya çalıştığı hedefler daha önceden başkalarınca belirlenmiştir. Bir anlamda kendi düşünce yapısından kurtulmaya çalışır ama mümkün değil. Tanrı olmak ister dedim, zaten olmuşu var. Aşağıda gördüğü insanlara öncü olmak ister, olmuşu var. Düşünülemeyen bir şey nasıl olunur?

Sondan gidiyorum, Papini bitik olmadığını, İtalya'da dolanan dedikodulara rağmen egosundan ve gücünden bir şey yitirmediğini söyler. Hâlâ ukala dümbeleklerini yerin dibine sokmakta, ağırbaşlı kerkenezleri bilgisiyle tokatlamaktadır. Genç olduğunu ve daima genç kalacağını söyler. Bu azmiyle ruhunun yaşlanması mümkün değil zaten, neyse, söyleyecek çok şeyi vardır ve yeni nesli överek, biraz da gençlere giydirerek b(i/e)tiğini sonlandırır. Yeni nesil bomba gibi gelmektedir; felsefe, edebiyat, teoloji ve dahi pek çok dalda sözü ve bilgisi olan tayfa putları yıkmak amacıyla ilerlemektedir. Papini korkmaz, bazı gençleri destekler ve çoğunu da er meydanına çağırır. Anlatıcı açısından görüyoruz, belki de ihtiyacı olan tek şey sağlam bir tokattı ve bunu yemesine rağmen yansıtmamış olabilir. Karşımızda bir dahi var. Dahi ve deli. Megalomanlığının sağlam bir temeli var ama temelden yukarısı sıkıntılı zaten.
Başa dönüyorum. Çocukluğundan otuzlarına demiştim, Papini anlatısını müzikteki terimlerle tempolara/bölümlere ayırır, her bölümde de alt başlıklar halinde farklı bir meramını anlatır. İlk meramı, metin boyunca sürecek yaşsızlığı olabilir. Adamımız hiç çocuk olmadığını söyler, çocukluğu yoktur. Gençliği ve yaşlılığı da yoktur sanırım, genç kalacağını söylerken ruhsal durumunu -bence ölümünden sonra bile- sabit tutabileceğini söylemek ister. Ailesinin yoksulluğundan, anlaşılmamanın acısından girer ve çekilmiş ilk fotoğrafındaki gibi olduğunu söyler, her zaman o fotoğraftaki gibi solgun ve donuk. Psikolojiye giriyorum ister istemez; Papini kendini çirkinler çirkini gibi görür. Miyop, karışık saçlı, kara kuru bir velet. Dikkat çekmez, hayalet gibidir. Okuldan nefret eder, durmadan okur. Gerçeğin ne olduğunu sorgulayarak başlar ve bu sorgulama felsefenin, haliyle metafiziğin ve edebiyatın kıyılarından geçerek bir nihayete varır. Papini öyle olduğunu düşünür ama yaşamı bir masa başında sayfalara tıkıştırmaya çalışmış adamların söylediklerinden çok daha fazlasının olduğunu hissettiği an boşluğun kara gözlerine bakmaya başlar. Bu noktaya kadar ayrıksı kişiliğini kurar, etkilendiği düşünürlerden bahseder, ateizmini ve fikir haydutluğunu borçlu olduğu kitaplardan dem vurur, düşsel yolculuklara çıkar, bir dünya şey. Oysa yaşamı gerçeğin -kitapların- yakınından dahi geçmez haliyle; aşağılanır, kitapçılarca dükkanlardan kovulur, babasının cüzdanından para aşırır ve daha çok kitap alır, daha çok okur. Yoksuldur, itilmiştir, nefretle doludur, kendini gerçekleştirmek ister. Etrafındaki güzel kadınlara, yakışıklı adamlara, her şeyi bilirmiş gibi yazan yazarlara, zenginlere, kendi haricindeki herkese sonsuz bir kin güder. Tanrı olma düşüncesi buradan doğar; herkes bir gün onun dehasını kabul edecek ve ona saygı duyacaktır. Bunun için önce evrensel bir tarih kitabı yazma çalışmasına girişir, sona erdiremez tabii. İlk yenilgisidir bu, kişiliğinin bir parçası haline getirerek devam eder.

Kendisine benzer dostlarıyla -kaçıklar, şairler, filozof benzeri insanlar, işe yaramazlar vs.- dergi çıkarır ve bu süreçte dünyayı, insanları değiştirip müthiş bir uygarlık doğuracağını düşler. Bunun için pozitivizmi ve idealizmi çekiştirir, zıtlıklardan yenilik çıkarmaya çalışır. Gerçeğin kitapların dışında olduğunu keşfeder keşfetmez kendi algılarının biçimlendirdiği dünyayı irdeler, tanrılık fikri de böyle doğuyor aslında. Locke-Hume-Berkeley üçlemesinin biçimlendirdiği dünyayı benimser, ahlak kuralları gibi toplumsal mevzuları kendince biçimlendirir, bir manada tanrı olur. Yazı çizi işlerinde de belli bir başarıyı tutturur, yavaş yavaş tanınmaya ve saygı görmeye başlar ama başardıklarının uzun vadede hiçbir anlam ifade etmeyeceğini çözdüğü an beynindeki saatli bomba patlar, yapacak hiçbir şey yoktur, insanları yola getirmenin hiçbir anlamı yoktur, tanrı olmanın hiçbir anlamı yoktur ve yaşam kitapların sayfalarında değil, doğanın devinimindedir, zamandadır. Zamanın da pek umrunda olmadığımıza kani olan Papini için büyük yıkım, bir anlamda da yeniden doğuş. Yeniden doğmayı geçtim, bir parlak an için, zihnin bir üst mertebeye ulaşabilmesi için yıldızlara daha çok bakmalıyız. Sözlükte çok güzel bir entry gördüm, alayım: "Şuurunu bir tık yükseltmek isteyen denizi izlesin. Orada bir cins hakikat var."

Başka, Papini'nin kadınlara etkisiz eleman gözüyle bakmasında kendisinin fedakarlığını gösterme çabası var diye düşünüyorum. Kadınlar sadece alır, alır, alır diyor, vermezler, sadece duygu doğurmak içindirler, onun dışında pek de mühim bir mevzu değildir diyor. Dinler ve tanrı da öyle. Aslında her şey öyle. Papini için.

Ruhun yolculuğu, acılarla ve tekamüllerle dolu. Böbürlenişinden ve kendini alçaltmasından bıkmazsanız büyük bir yazarın otobiyografik çorbasını kaşıklayabilirsiniz.
"Kavgam’a başladığımda, hayatımdan ve yazdıklarından bıkmıştım. Harika ve büyük bir şey yazmak istedim, Hamlet ya da Moby Dick gibi bir şey ama kendimi çocuklara baktığım, bezlerini değiştirdiğim, karımla kavga ettiğim ve hiçbir şey yazamadığım küçük bir hayatın içinde buldum."

Sabahın körü, dünya karanlık, Karl Ove'un hamile karısı, kocası yanında kalsın istiyor. Karl Ove sallamıyor ve bir sigara yakıp bir şeyler yazmaya çalıştığı bürosuna doğru yola çıkıyor. Bir şeyler yazacak. Yazabilirse. Yaratma sancısı zannediyorum tam midesinde, kasılıp duruyor. Sonra karısı aklına geliyor, kös kös dönüyor evine. Ev kalbin olduğu yerdir, Knausgaard'ın bir evi olduğunu sanmıyorum. En azından o zamanlar, anlattığına göre. Umarım şimdi evini bulmuştur, zira adamın iki büklüm, kör kütük yürümeye -yaşamaya- çalışmasının sancısını ta derinlerde hissediyorsunuz.

Sanırım insanlar postmodernizmden kuramlardan oradan girmeli buradan çıkmalı anlatılardan çok sıkılmış, Knausgaard patlamasını biraz buna veriyorum. Saydıklarımın her biriyle bir sınır çekersiniz, gruplarsınız ve önünüzde tam anlamıyla çözdüğünüze inandığınız bir fikir, eser vs. kalır. Bravo. En çok siz bildiniz, siz çözümlediniz. Peki şöyle gerçek bir şeyler okumaya ne dersiniz? Anılar kurgudur, hatırlandıkları ilk andan son ana kadar, evet ama onların her işlenişi doğaldır, yeniden yaratımı doğaldır. Michel Butor roman üzerine düşüncelerinde söyler de bunu. Yaşayanla anlatan aynı kişi midir, değildir ama Knausgaard okurken bu ikisini ayıran çizginin son derece inceldiğini, bana göre yer yer yok olduğunu görürsünüz. Bukowski'de alırsınız bu tadı mesela ama bence Panait Istrati ve John Fante'dir geçmiş muadilleri, elbette Proust'a da pek benzetirler. Yaşamın saf deneyimi; ne umutlu ne umutsuz. Istrati'nin dediğine yakın: "Bütün bildiğim; niçin acı çektiğimizi ve nasıl öleceğimizi bile bilmeden, neden ve nasıl olduğunu bilmeksizin aptalca, anlamsızca yaşadığımız."

Utanç, Karl Ove'un gözlerinden bir adım geride olmasını sağlıyor. İzliyor, şahit oluyor ve yıllar sonra yaşadıklarını yazarken bile bu duyguyu tekrar yaşıyor, anlatının izleği utanç. Röportajlarında da belirtiyor bunu, biraz baktım da. Babasıyla, kadınlarla, çevresiyle ilişkilerinde utancın izlerini her zaman görmek mümkün. Yarışma gerginliği; toplumun önünde her zaman iyi görünmek ve diğerlerinden farklı bir yan ortaya koyabilmek. Müzikle uğraşması, grubuyla verdikleri ilk konser bir utanç kaynağı olsa da deniyor en azından Karl Ove, usanmadan deniyor. Her zaman da deneyecek, vazgeçecek gibi görünmüyor.

Toplum ama küçücük bir ülkede kimlerden oluşuyor bu toplum? Evlerin birkaç yüz metre aralıklarla yapıldığı, ebeveynlerin arkadaşlarının pek görünmediği, birkaç arkadaş dışında pek kimsenin tanınmadığı kapalı bir dünya. Elinden gelenin en iyisini yapmak zorunda Karl Ove, noel partileri ve okul dışında tanışacağı yeni birilerini bulması zor ki sosyalleşme girişimleri de nispeten başarısız. "Bir adım geriden" olayını örüyorum, yaşamını anlayabilirseniz neden yazdığını, ne yaptığını kısacası, anlarsınız. Sağda solda görmüşsünüzdür, kalbin atıp durmasıyla ilgili ünlü bir giriş cümlesi var. Sonrasında ölülerle çevrili bir dünyada yaşadığımızı söylüyor Karl Ove ve ölümle ölü arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Ölümden korkmuyorsak ölüden niye korkarız? Nazım der ya, ölüme inanmadığımız içindir belki. Jankélévitch de aynısını söyler. Ölüme inanmıyoruz, bu yüzden öldüğünü gördüklerimiz gözden uzakta olsun istiyoruz.

Yaşamak zor zanaat, bir sanat. Babayla, eşle, çocuklarla yaşamak olunca mevzu, özgürlüğüne nokta koydurmayacak bir insan için daha da zor. En iyisini yapmaya çalışıyor Karl Ove, aile babası rolündeyken kendi babasından yola çıkarak belki nasıl bir baba olacağını bilmiyor ama olmayacağı şeyi çok iyi biliyor. İkisi aynı şey mi, bence değil. Edim yok; işin olumlu yanını hiç görmemiş bir adamdan iyi bir baba olmasını beklemek pek olası değil. Babasının bir okul toplantısında söylediğini yaşıyor sanki: "'Okuldaki davranışları onun sorumluluğunda, benim değil.'" (s. 65) Yine de elinden geleni yapıyor Karl Ove, anladığım bu.

Baba. Son bölüm babanın ölümüyle birlikte yığılan bir geçmişin ağırlığını taşıyor. Dünyanın ağırlığı babadan oğula geçiyor. Biyolojik duvar yıkılıyor, sıra sonraki jenerasyona geliyor ve Karl Ove yükü üstlenmeden önce geçmişle hesaplaşıyor. Çok etkileyici bir bölümdü.
Lispector yine benliğinin izini sürüyor ve sonsuzu yakalamaya çalışıyor, bu bir çile ve çilelerin en yaşam dolusu. Epigrafta Bernhard Berenson'ın bir şiiri. Tamama ermiş bir hayatın benlik yokluğuyla özdeşleşmesi, ölecek bir benliğin kalmaması. Ölümün farkına varacak bir bilinçten söz etmek mümkün değil artık, benlik sayısız parçaya bölündükten sonra yaşamın herhangi bir parçasını taşıyabilmesi için ihtiyaç duyduğu tekilliği tekrar sağlayabilecek duruma gelemez, yaşamın parçaları etrafa dağılır ve toparlanabilenler toparlanır. Hatıralarla aynı meşreptendir bu mevzu, hatta onun bir parçasıdır, belki de yaratıcısıdır, parçalanmadan bilemeyiz ama bir kez dağıldıktan sonra artık her yerdeyiz, ölüm yanımızdan geçip gider, evrenin ilk ışıkları yolumuzu aydınlatır, bir sonsuzun gözlemcisi oluruz. Neredeyse. Çileden geçiriyor yolunu Lispector, okurlara seslendiği bölümde G. H. karakterinin zamanla zorlu bir mutluluk verdiğini, buna yine de mutluluk dendiğini söylüyor. Yaşamın en saf olduğu zaman, bir çilenin uyandırdığı hassaslık ortaya çıkınca beliriyor. Bir yaklaşmanın tamamlanmaması gerek, yarımlıkta uyanıyoruz, yarım kalmanın kıyısında anlıyoruz ki o biricik anda hemen her şeyi anlayabiliriz. Beklentinin ve hiç bir araya gelemeyecek olmanın tam ortasında.

"Oldu mu bir şey ve ben, onu nasıl yaşayacağımı bilmediğimden, onun yerine başka bir şey mi yaşadım?" (s. 13) Varoluş şeklinin sınırlarını çizmeye çalışan anlatıcı, yaşadıklarını düşündüğü zaman kesinliğe ulaşamadığını görüyor. Kuantum mekaniğine -mekanik denebilirse- yakın bir durum; kendini sabitlediğinde yaşamını çözümleyemiyor, yaşamını çözümlemeye kalktığında hangi parçasının eyleme geçtiğini, hangi parçalarının atıl hale geldiğini bilemiyor. Aradalığın metni diyorum buna, dedim gitti. Devam, "içeriye bir yol" gerekiyor, anlamlandırma çabasının odağında bir şeyin yitirilmesi var, kaybedilen bir temel parça, anlatıcı o parçayla birlikte kendini de kaybetmek istiyor, benliğinin ötesine geçmek istiyor ve bunun için çabalıyor, çilesinin hedefi bu. "Beni altüst edecek o korkunç özgürlükle ne yapacağımı bilmiyorum." (s. 15) Görebilmenin özgürlüğü, hiçbir şeyin gerçek olmadığı noktasına ulaşmak çok olası, anlatıcı bu ihtimali düşünerek yola çıkıyor. Kendini bir hiçlikte bulabilir, bu kez elinde hiçbir parça kalmaz, insanlığını hatırlatan parçalara sıkı sıkıya sarılı ama onları ardında bırakamadıkça hedefine varamayacak. "İnsanileştirilmiş hayat. Çok fazla insanileştirilmiş hayatım oldu." (s. 16) Anlatıcı için insanın duygusal anlamda ulaşabileceği eşiğin çok daha ötesini biçimleyebilecek sözcükler, yeni sözcükler, yeni duygular gereklidir, bunlara ulaşabilmek için tek bir yaşamın toplayabildiği bütün veriler kullanılır ama çaba yeterli değildir, bu noktadan sonra devreye böcek girer. "Başıma gelen şeyi yaratacağım. Çünkü yaşamak anlatılamaz. Yaşamak yaşanabilir de değil. (...) Bana olan şeyin gerçekliğini yaratacağım." (s. 22) Adını taşıyan insanın kendisi olmadığını, bir başkası olduğunu ve ona ihtiyacının olmadığını söyler anlatıcı, başkalarının kendinde gördüğü olan kendinden ötesine geçmek ister, işi bırakan hizmetçisinin odasında karşılaştığı böceğin yaşamını ödünç alır. Böcek kendisi tarafından yaratılmış değildir, kendinin dışında bir varlıktır, eşyaların, insanların ve gerçekliğin bir parçasının dışındaymış gibi bir izlenimi vardır.

Odanın anlatıcıya bakan gözleri karanlığın içindedir, o bir diğeri olabilecek niteliklere sahip değildir. Nitekim, ışık yandığı an ortadan kaybolur ama böceğin varlığı ışıktan bağımsızdır. Anlatıcının yarattığı kendi "ben"i olmadan bunu anlaması mümkün değil, çatlatıp binlerce çizgiyle ayırdığı bilincinin yansıması, bir başka ben olarak böceğin varlığı olumlanır. Yeryüzünün ilk varlıklarından sayılan hamam böceği, anlatıcının sonsuz yolculuğunun başlarından beri oradadır, ikisi de dünyayla yaşıttır ve Tanrı olarak da adlandırılan o yüceliğin parçaları olarak birbirlerini tamamlarlar. Yine de huzursuzluk kaybolmaz, eminsizliğin bataklığında hiçbir şey yüzeyde kalamaz. "Şimdiye kadar ne ölçüde kendime bir kader uydurup gizli gizli başka bir kaderi yaşadım?" (s. 58) Olanla "muhtemel olan" arasındaki ikilik, huzursuzluğun kaynağı gibi gözükür. Hakikatle ilk temaslarının kirletici olduğundan bahseder anlatıcı, hiçliğe karışır. Böcekle birlikte hiçliğin bir parçası olurlar, "gören" olmaktan çıkıp "görmek" olunur, bedenler değiştirilir ki bilincin içinde ıstırap çekmediği bir hiçliğin ne olduğu anlaşılabilsin. Dilin bu hiçlikte hiçbir anlamı yoktur, canlı olan sevginin sözcük olarak bir anlamı yoktur, o sadece bir edimdir ve bu boşlukta anlaşılabilir, edimin bilinçle olan bağlantısı ortadan kaldırılarak. Monolog olmayan bir monolog belirir, bu boşlukta varlığın sesi tek başına yankılanmaktadır. Yaşamın Cehenneme benzerliği ele alınır, ulaşması beklenen şey/kişi için ulaşılan bu noktadan vazgeçilip vazgeçilemeyeceği düşünülür. Ardından "şimdi"ye düşülür, birbiri ardına açılan varlık kapıları ardından.

Beklenen hatırlanır; öpüşlerin bıraktığı tuz tadı, hiçliğin ve yaşamın nötrlüğüne kazılı tek bir an. Bir sonsuz olarak nokta. Dünyayı kapsayan bir nokta. "Dünya ancak dünya olursam beni korkutmazdı. Eğer dünyaysam korkmam." (s. 86) Bütün oluş biçimleri dünya yoluyla olur, anlatıcının hedefi buraya ulaşabilmektir. Sevgi de bu oluşta kendine yer bulur ve anlatıcının sözcükleri tarafından biçimlenir. Hamam böceği anlatının yardımcısı olarak hâlâ odada bulunmaktadır ama konuşan o değildir. Şimdi beklenen içindir onca söylenen söz, uzaktaki bir düş için ağıt.

Lispector'ın kendini yaratış biçimleri her kez de ayrı bir şaşkınlık doğuruyor, ürkütüyor ve hayran bırakıyor. Tek bir noktadan bir evrene ulaşılabilir, bunu pek az kişi yapabilmiştir, Lispector da onlardan biridir. Bence.
Okumayı bitirdiğim sırada İngiltere attı bir tane, Ekelund'un üzüntüsü gözlerimin önünde belirdi. İsveç iyi bile geldi aslında, çeyrek final görmeleri bile büyük bir olay. Belçika-Hırvatistan finali oynansın istiyorum. Bu yaz bitmesin istiyorum, 2022'ye kadar beklemek istemiyorum. İngiltere ikinciyi de attı, aldılar maçı. İngiltere-Hırvatistan eşleşmesi olursa Hırvatların yanındayız, iyice bir ezip geçsinler İngilizleri. Knausgaard da öyle ister. Ekelund tersini diliyor olabilir, futbol görüşleri biraz ayrı. Knausgaard makine futbolunu beğenmiyor, bireysel yeteneklerin sürüklediği takımları da beğenmiyor ama yine de mantıksız olduğunu bile bile bir onu, bir diğerini tutuyor. Ekelund biraz daha oturaklı, keyifli futbol izlemek istiyor ve takımların potansiyellerini kullanmasını diliyor. Ekelund on yıl daha yaşlı, Knausgaard'ın dengesizliğini stabilize edebiliyor. Keyifli sohbetler, okurun istediği de bu.

2014 Brezilya Dünya Kupası süresince birbirlerine elektronik postalar yollayarak maçları, takımları ve yaşama dair hemen her şeyi yorumluyorlar. Knausgaard'ın Kavgam'ından sonrasında neler olduğuna dair merakımız diniyor; adamın dördüncü çocuğu olmuş, İsveç'te kuş uçmaz bir yerde, Geir'in evinin az aşağısında yaşıyor. İmza günlerine gidiyor, sigarayı bırakmaya çalışıyor, bildiğimiz Knausgaard aslında. Maçları izlerken uyuyakalması, adamın elli yaşına bastığını öğrenince makul bir hale geliyor. Gerçi bu sene de bazı maçlar son derece uyutucuydu, daha fazla uyumuş olabilirler. Ekelund hâlâ Brezilya'da yaşıyorsa onun için aynı şey geçerli değil. 2014'te heyecanı tam kalbinde yaşamış bir adam Ekelund, Brezilya gözlemleri son derece renkli, melez bir dünyanın her ögesini taşıyor. Siyahla beyazın değil, grinin ülkesinde futbol büyük bir heyecan, katliamlara yol açabilmesi bir yana, rakip takım taraftarlarının kardeşçe maçı izlemelerine de sebep olabiliyor. Futbolun bu birleştirici ve ayırıcı doğası, mektuplaşmalardaki pek çok tartışma konusunu -milliyetçilik, globalizm, feminizm, ataerkillik, dünyanın ahvali- belirliyor bir yandan. Daldan dala atlıyorlar, güzel bir muhabbet çıkıyor ortaya. Bizde böyle bir şey yapılsa bir tarafın Ali Ece olmasını isterdim. Diğer tarafa herhangi birini düşünemiyorum.

Biri elli, diğeri altmış yaşında iki adamın geyik muhabbeti olabildiğince samimi ama mektupların yayımlanacağını bildikleri için ne kadar rahat olurlarsa olsunlar bazı konularda ihtiyatlılar, bu da işin doğallığını bozuyor açıkçası. Mektup çok özel bir şey, Turgut Uyar'ın Tomris Uyar'la mektuplaşmalarından hiçbir şey kalmamış geriye mesela, Turgut Uyar'ın isteğince onca mektup ortadan kaldırılmış. Bu işin bir kutbu, diğer yanda yayımlanacak mektupların aslında kapalı olan açıklığı var. Söz gelişi bir kulturmann tartışması var, kodaman abilerin genç kadınları istemedikleri şeyleri yapmaya zorlamalarına dair. Muhabbet erkek kokuyor; Knausgaard galiba, bu işin hep böyle olduğunu, bunun bir çıkar ilişkisi olarak görülebileceğini söylüyor. Erkekler gördükleri kadınla sevişmenin nasıl olacağını düşünürlermiş ilk, bu da bir iddia. Neyse ki daha fazla batırmadan kesiyorlar muhabbeti, biz de adamlara duyduğumuz saygıyı kendi kendilerine fazla baltalamadıkları için akıcı konuşmalarını okumaya devam ediyoruz. Ekelund maçlardan önce ve sonra şahit olduklarını, Brezilyalı arkadaşlarını, kumsalda oynanan futbolu, yaşadığı hemen her şeyi anlatıyor. Knausgaard da gezdiği yerleri anlatıyor, aslında tam bir orta sınıf paslaşması bu. Kendileri de söylüyor zaten; yazdıkları kitapları kendileri gibi insanlar okuyor, muhabbetlerini kendileriyle özdeşleşebilecek olanlar, kendi yaşam standartlarına yakın olanlar okuyor, başkalarını ilgilendiren bir dünyaları yok. Az okunuyorlar, ortalamaya göre daha da az okunacaklar, bunun sıkıntısını duyuyorlar ama bir yandan da "Üçüncü Dünya" diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar, herkes orta sınıflaşmaya doğru gidiyor. Bu da goy goy muhabbetlerinden biri.

Maradona, Pele ve Messi muhabbetleri müthiş. Pele'yi sevmezmiş Brezilyalılar, para için yapmayacağı iş yokmuş adamın, o yüzden kendilerinden görmezlermiş. Messi de erkenden İspanya'ya gittiği için Arjantinliler tarafından öyle pek de sevilmezmiş, Tevez daha çok sevilirmiş mesela. Maradona pek çok mektupta sohbet konusu oluyor, hepsini alamayacağım ama oyunun güzelliği açısından bir anekdotu aktarabilirim. 1986'da attığı çılgın koşulu golde kendisine neden pas vermediğini soran takım arkadaşına, "Biliyorum, pas vermeliydim, seni gördüm ama pas vermek hiç aklıma gelmedi," demiş, bireysel yeteneğiyle dünyanın farkını yaratan bir adama neden pas vermediğini sormak da ilginç bir şey. Neyse, oyunun doğası ve yaşamın doğası da karşılaştırılıyor, ilki diğerinin alt kümesi olmasına rağmen futbol gibi kitlelerin takip ettiği oyunlarda yaşama zıt bir durum da ortaya çıkabiliyor, gerçi bu yaşamın nasıl görüldüğüyle de ilgili bir şey. Kaos futbolunun pek sevilmediği malum, oysa yaşamın kendisi ne kadar rasyonel gözükse de kaotik. Bu yüzden Almanya'yı seviyorlar ve sevmiyorlar. Brezilya'nın yedi yediği maç için pek coşkulu yorumlar yapmıyorlar, Arjantin'in Almanya'yı finalde haşat etmesini bekliyorlar ama sonucu hepimiz biliyoruz.

Keyifli bir verkaç bu metin, iki genç ruhlu adamın bütün düşüncesizlikleri, incelikleri, ruhları ortada. Tam olarak ortada değil gerçi, olabildiğince ortada. Yeterli.