Toplam yorum: 3.078.622
Bu ayki yorum: 5.500

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Esikhulu Tarafından Yapılan Yorumlar

Adamlardan bahsedeyim biraz. İkisi de bilim adamı; Boris 1933 doğumlu. Astronom, bilgisayar mühendisi. Arkadi 1925 doğumlu, İngilizce ve Japonca eğitimi alıp öğretmenlik yapıyor. 1950'lerden itibaren yazmaya başlıyorlar, 60'larda işlerini bırakıp bütün zamanlarını yazmaya ayırıyorlar. Tarkovski, adamların bir eserinden Stalker'ı yaratıyor derken kopup gidiyorlar.

Bulgakov'la aynı çizgideler, aralarında bir kuşaklık fark var ve bayrağı devralmış gibiler. Bulgakov Sovyet sanat ortamını yerin dibine sokarken toplumsal değerlerin yozlaşmasını adım adım takip ediyordu, biraderler aynı şeyi Sovyet bilim dünyası için yapıyor. Kader Yumurtaları'nın çok daha geniş bir kadroyla yazılmış parodisi gibi bu kitap. Adamların ucundan kıyısından dokundurmadıkları şey yok gibi; Wells'ten Sovyet bürokrasisine, o güne kadar iz bırakmış doğru veya yanlış ne varsa derleyip toparlanmış, bazılarına çuvaldızla girişilmiş, bazıları tiye alınmış, sonuçta keyifli bir BK çıkmış ortaya. Tam olarak BK demek doğru da değil sanki, fantazyayla karışık bir BK parodisi.

Önsözler konusunda Oğuz Atay'a uyuyorum, ben atladım ama neyle karşılaşacağını bilmeyen okur, işin heyecanını kaybetmek uğruna bilgi sahibi olup okumaya başlar başlamaz tokat yemekten kurtulabilir. Ben biraz anlatayım Adam Roberts'ın söylediklerini. Evet... Gerçi pek anlatacak bir şey de yok; olayı kısaca özetliyor ve YOKHİÇ (Yüksek Okültasyon Kurulu Hususî İcat Çalışmaları) adlı kurumu Hogwarts'la kıyaslıyor. Demeden edemem; bu da moda oldu, Rowling'in dünyasıyla kıyaslanmamak çok kötü bir şey herhalde. Neyse, bu büyü hadiselerinin kurgulanması meselesi gerçekten önemli. The Kingkiller Chronicle, Belgariad gibi süper sagalar kendi sistemlerini içeren dehşet iyi büyücülük anlayışına sahiptir. Eh, Potter ve arkadaşlarının sopa sallayıp büyü yapmalarını da yiyelim ama bu eserden aynı şeyi beklemeyelim, zira adamların böyle bir kaygısı yok zaten. Roberts kıyaslamış ama böyle bir şeye lüzum yok. Bunun yanında insanların fantazyalarda büyüden çok büyü sistemlerini sevdiğini söylüyor, doğruluk payı var diyorum. Belli sistemlere oturtulmuş dünyaların gerçeklik sanrısını daha başarılı yaratabilmelerinden kaynaklanıyor olabilir bu. Sonuçta uçan bir salyangozun, "İtfaiye itfaiye şiş bomba, Maske Maske çok yaşa!" diye bağırıp büyü yapmasını istemem. Bunu bir sisteme oturtma çabası başarılı olabilmişse, işte o zaman isterim.

PKD demiş adam, PKD'nin bilinçli kaos diyebileceğim karmaşası yok ama tekinsizlik... Bir parça diyebilirim. Bir de Pratchett demiş, evet, Pratchett'in dünyaları biraderlerin yarattığı dünyayla karşılaştırılabilir. Aslında diyalogların kurulumundan iğnelemelere kadar pek çok benzerlik var.

Metne geçelim. Yukarıda bahsedilen bir kuruluş var, olayını Roberts çok güzel anlatmış: "Hikâyedeki sihirli unsurlar ne kadar renkli ve yaratıcı olursa olsun bu romanı en canlı kılan özelliği, bu tarz örgütlerin işleyişine tuttuğu aynadır. Aslına bakarsanız 'işleyiş' tam olarak doğru bir kelime olmadı zira bu fevkalade ve rengârenk Enstitü son derece inanılır bir biçimde işlevsiz. Araştırmaya çalıştıkları evren sonsuz; böylesine bir şeyi araştırmak da sonsuz zaman gerektirir. Bu durumda çalışıp çalışmamaları hiçbir şey değiştirmez ama eğer çalışırlarsa bunun kozmosta düzensizlik gibi bir yan etkisi olabilir. Bu nedenle üretken bir iş yapmamaktadırlar. Günümüzde de çoğu üniversite buna benzer, muhtemelen resmiyete dökülmemiş bir mantıkla işliyor." (s. 8)

Roman üç bölümden oluşuyor, ilki Divanın Çevresindeki Patırtı. Karelia civarında arkadaşlarıyla buluşmak için arabasıyla yolculuk eden Saşa, yolda iki garip tipi arabasına alır ve kalacak yer problemi de böylece çözülür; herifler Saşa'ya kalacak yer ayarlar. Über teknolojik bir divanın, garip bir kadının ve daha garip olayların mekanı, enstitü. Patırtının Daniskası adlı ikinci bölümde Saşa'yı bilgisayar mühendisliği pozisyonundaki iş teklifini kabul etmiş olarak laboratuvarda görürüz.

"Mutluluk bilinmezin ara vermeksizin kavranması sürecidir, hayatın anlamı da budur." (s. 149). Saygı duyulası kitaptan saygı duyulası cümleler. Devam eden iki sayfada bu süreç ve enstitü muhteşem bir şekilde özetlenmiş, okuyacaklar ve okuyanlar bu sayfaları tekrar tekrar okusun isterim.

Çeşit Çeşit Patırtı adlı bölümde Janusların problemi çözülüyor, çok orijinal bir mevzu var burada. Notlar adlı son bölümde bilgisayar laboratuvarı yöneticisi Privalov'un metinle ilgili düşünceleri var.

Boris Strugatski'nin sonsözü oldukça güzel. Bu kitabı 50'lerin sonlarında düşünmeye başlamışlar ve ilk bölümü yazmak üç yıl sürmüş, sonrasında kaptırıp gitmişler. Kitabın adının hikâyesi de güzel; o yıllarda herkes deli gibi Hemingway okurmuş. Hemingway'in son kitabının adı Cumarrtesi Pazartesi'den Başlar'mış, adamlar bunu ters çevirmişler. En önemlisi, Boris onca mit, buluş ve kafayı kırmış adamla ne yapmaya çalıştıklarını anlatıyor. Özgürlüğün dolaylı bir güzellemesi, kabaca bu. "Sözle anlatılmaz bir ÖZGÜRLÜĞÜN hüküm sürdüğü bir dünya - bizim gerçek hayatlarımızda yetmeyen ÖZGÜRLÜĞÜN. Bizzat masalların içinden çıkmadığını er ya da geç anlamaya başladığımız özgürlük. Kazanmak için Taşyerovlarla, Hopgeldiolarla hem de sertçe mücadele etmemiz gereken özgürlük - çünkü kavga alanında kolayca kabul etmeyecekler yenilgiyi." (s. 286)

Kült bir kitap, şiddetle tavsiye ederim.
Eşit davalar eşit muamele görmelidir, Justitia'nın elindeki terazi kişiye göre ölçmez, diğer elindeki kılıç da herkesin kafasında sallanır ve adaleti korur. İkinci aşamadır bu, ilk aşamada hukuk uygulanır, temel hakları gözeten medeni hukuk ve ceza hukuku gibi ayrımlar daha doğru kararların alınması için bir nevi uzmanlaşma olarak görülebilir. En başa dönersek tanrısal kaynaktan doğan adalet anlayışını görürüz, adaletin ve hukukun bütünlüğü tanrının gölgesi altındadır. "Adaletin tanrılaştırılması, 'ilahlaştırılması', yani dini bakış açısıyla ele alınması arkaik kültürlerin kültürlerarası bir benzerliğidir." (s. 11) Dayanışma, topluluğa sadakat gibi olgular ilk olarak Mezopotamya'da görülür, Mısır'da daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar. Ma'at hem adalet tanrıçası hem de doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin tümüdür, insanların birbirlerine ve ilahi düzene uymaları adalete dair bu inanca bağlıdır. Pratikte Ma'at'ın bir rahibi "adalet bakanı" olarak görülmektedir, ölülerle dirilerin yargılandığı iki ayrı mahkemenin ortaya çıkışı erken döneme konumlandırılıyor. Eski İsrail'de muhtemelen Ma'at öğretisine benzer bir anlayış var, Tevrat'taki emirler Tanrı'nın adaletini nesnellikle ortaya koyuyor. Antik Yunan medeniyetinde Hesiodos'un Theogonia'sında görüldüğü üzere adalet tanrısal bir kökene sahip, Themis hukukla adaletin muğlak bütünlüğünü temsil ediyor. Hikâyeyi biliyoruz, tanrılar titanları tepetaklak ettikten sonra Zeus'un onayı ve gücü yeni bir adalet anlayışını ortaya koyar, üstelik bu kez kavram alt gruplara ayrılır ve farklı tanrıçalar tarafından temsil edilir. Adaletin tersine aristokrat kültürü pek ilerlememiş gibidir, Höffe'ye göre Odysseus'un eve döndükten sonraki eylemleri, mahkemeyi devreye sokmak yerine 108 kişiyi kendi kişisel yargısıyla öldürmesi Zeus tarafından affedilir, Hesiodos da Homeros'taki bu zihniyete isyan eder. Haksızlık yapanların işleri kötü gitsindir, kafalarına yıldırımlar yağsındır ama daha en başta Zeus adaleti uygulamamaktadır, kadıyı kime şikayet etmelidir. Platon'la birlikte adaletin dünyevi olduğu, "ilahi" olarak adlandırılsa da dinî bir bağlantının olmadığı fikri geçerlilik kazanır. Tanrı tarafından görevlendirilen bir kral yerine filozof-kral adaleti tesis etmelidir, insanların en erdemlisi de krallığa bağlı ve kendini dizginleyen insandır. Aristoteles'le birlikte teolojinin yanında metafiziğin de devreden çıktığını görürüz, ayrıca ticareti düzenleyen adalet kavramının detaylarını da Aristoteles verir. "Doğal olan" ve "yasal olan" adalet kavramları günümüzün toplumlarının hukukuna temel teşkil eder, "doğal hukuk" ve "pozitif hukuk" olarak isimlendirildi sonradan.

"Adalet Kavramı Üzerine" adlı bölümde adaletin içeriğini, yapıtaşlarını ele alıyor Höffe. David Hume gibi liberal filozoflara göre kıtlık, adaletin uygulama koşullarından biri. Doğal kaynaklar sınırlı olduğu için birçok adalet problemi ortaya çıkıyor, Habil ve Kabil örneğinde övgü uğruna mücadelenin de bir tür kıtlık olduğundan bahsedilebilir. Adaletin görevi bu tür çatışmaları önlemekse bütün bireylerin kişisel çıkarlarıyla birlikte toplumsal çıkarlarını da gözetmek, yetkili bir toplumsal yapıya, yani devlete ihtiyaç duyuyor. Bunun yanında bireyin eğitilmesi, ahlak sahibi olması da gerekiyor. "Sadece ahlak dışında kalan güdülerle, örneğin cezalandırma korkusuyla hukuka uygun davranan kişi, henüz daha alt aşamada yani temel aşamadadır." (s. 27) Adil kimse başkalarının durumundan avantaj sağlayacak durumu olsa da bunu yapmaz, adil hükümdarlarda olması gereken de bu özelliktir ki Kutadgu Bilig'den Aziz Augustinus'un metinlerine dek pek çok kaynakta teolojik bağlamlar farklı olsa da incelenmiştir, desteklenmiştir. Yakın Çağ'la birlikte kurumların adaleti ve güçler ayrılığı ilkeleri ortaya çıkar, yine de bireylerin de kişisel adalet duygularının korunması gerekir, böylece devletin otoriterleşmesine karşı çıkılır, adaletsizliklerin önü çeşitli eylemlerle engellenir. Sonlara doğru sivil itaatsizliğin işlendiği bölümlerde Höffe protestoların hukuki kaynaklarını irdeler, hukukun dışına çıkan erklere karşı insanın ortaya koyabileceği tepkilerin meşruiyetini ele alır. "Adalete Karşı Güvensizlik" bölümünde iktidarın pozitif hukuku kullanarak adaleti ortadan nasıl kaldırabileceği derinlemesine incelenir, ayrıca faydacılık da ele alınarak Marksizm özelindeki durumu üzerinden özgeciliğe varılır. Kolektif refah için kişisel refahın da sağlanması gereklidir.

Doğal hukuk ve pozitif hukukun ayrı ayrı incelendiği bölümler var, doğal hukuka itirazları özetlemek gerekirse ilk itiraz amacının belirsiz olması. İnsanların hukuki teamüllerinden, kendi aralarında oluşturdukları yapıdan doğuyor ama pozitif hukuku da aşan ahlaki bir otorite olması adalet kavramını belirsizleştiriyor. İkinci aşamada olumlu bir zorlayıcı karakterinin olmaması, özel durumlarda tam olarak neyin talep edileceğini bildirmemesi ve devletin pozitif hukukla bağ kurması sonucu "silahsız" bir hukuk haline gelmesi var, tabii her topluluk için aynı anlama gelmemesi, sınırlarının belirsizliği de bir diğer olumsuzluk. Aristoteles'in temel ilkelerinden sonra doğal hukuk Kant tarafından sınırları belirgin hale getiriliyor, Kant'a göre açıklamasız, yalnızca akla dayanan bir disiplin. İnsanla ilişkilendirilmeksizin dahi katı bir akıl hukuku bu, ampirik öncesi ve ahlaki ilkelerin bütünlüğü içinde mevcut. Kant'a göre normatif doğayla ampirik doğa arasında hiçbir ilgi yok. Roma dönemindeki görüşlere bakalım, onurlu yaşamak, başkalarına zarar vermemek ve herkese kendisine ait olanı vermek üç temel görüş olarak karşımıza çıkıyor. Başkalarına zarar vermemek konusunda Kant'ın vurguladığı gibi tüm toplumdan sakınmak gerekse dahi bu ilke geçerli, ya bu ilkeye uyarak sosyal ilişkiler kuracağız ya da tüm ilişkilerde çekimser kalacağız. Başkalarına haklarını verme mevzusuyla birlikte bu üç ilke Sokrates'in "haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramak yeğdir" görüşünü geçersiz kılıyor çünkü sırayla kendine saygı duyma, başkalarına saygı duyma ve kamusal alana saygı duyma edimleri ortaya çıktığı için birey ne zarar veriyor ne de zarar görüyor. Höffe'ye göre bu durumun sağlanması için uluslar ötesi bir hukuki statünün varlığı şart, son bölümde evrensel adaletin nasıl tesis edileceğini uzun uzun anlatıyor. "Küresel Adalet" bölümünde değinildiği gibi Kant'ın evrensel barış ve hukuk düzeni görüşleri günümüzün dünyasında önem kazanmış durumda, "Federal Dünya Cumhuriyeti" bu idealin temelinde duruyor. Yerel farklılıkları yok etmeden inşa edilecek yapı genel geçer bir düzen ortaya çıkaracak, merkezi bir devletten çok dünya federasyonu diyebiliriz. Hukuk bir kıtlık problemiyse kaynakların paylaştırılması önem kazanıyor tabii, "vatandaşlık maaşı" gibi fikirlerin gün geçtikçe güçlenmesi hukuku ekonomiyle güçlendirme girişimi olarak görülebilir. "Bununla birlikte etkenlerin çoğu, toplum refahı yerine iktidarını koruma ve kişisel zenginleşme peşindeki bir iktidar elitinden çok tüm vatandaşlara isnat edilmelidir." (s. 104) Aksi halde geleceğin kaynakları bugünden tüketilecek ve sonraki nesiller yaşaması çok daha zor bir dünyaya gelecekler, şimdinin ve geleceğin sırtından geçinmek korkunç sonuçlara yol açıyor, daha da açacak. Adalet mekanizmalarından çok daha fazlasına ihtiyacımız var gibi görünüyor, kiniklerin de söylediği gibi yasalardan çok felsefenin, insan olmanın bilgisini öğretmek gerekiyor ki insan suç işleyince neyle karşılaşacağını bilip korkmaktansa suç işlememesi gerektiğini, iyi bir insan olmanın erdemini bilsin, böylece problem çok daha etkili bir şekilde çözülecek.

"Felsefi Bir Giriş" deniyor, hukukî terimleri bilmeden anlamak biraz zor, bazı yerlerde bilmediğim kavramlarla karşılaşınca sözlüğü açıp açıp okudum, girişin girişi niteliğinde hukuk bilgisine sahibim artık. İyi metin, iyi çeviri, iyi yayınevi, ilgililere duyurulur.

Gerhard'a göre "kadın hareketi" ve "feminizm" Almancada farklı anlamları ve siyasi görüşleri yansıtırlar, bunun yanında ikisi de kadınların yaşamın her alanına eşit katılım sağlamasıyla ilgili. Kadın hareketleri tarihsel fenomenlerle birçok farklı şekilde okunabilen sosyal hareketler, feminizm bu anlamı kapsamakla birlikte siyasi bir teoriyi de ifade ediyor. Amaçları arasında köklü değişimler, eleştirilere argüman üretme gibi statükoyu tehlikeye düşürecek eylemler var, dolayısıyla iktidarın farklı kimlikler atfedip savaş açtığı farklı feminizm hareketleri farklı savunmalar türetmiş, eylemler de o ölçüde farklılık göstermiş ama maksat aynı. "Feminizm" terimi ilk kez 1880'lerde Hubertine Auclert tarafından  "erkekçiliğe" karşı siyasi yol gösterici bir ilke olarak kullanılmış, ardından "feminist" sıfatını taşıyan kongreler düzenlenmiş, farklı ülkelerdeki feministler birbirlerinin kongrelerine giderek desteklerini sunmuşlar. Terim Batı dünyasında hızla yayılmış, kadın hareketi anlamında kullanılmaya başlanmış ama Almancada günümüzde bile radikallik anlamı içeriyormuş. Aşağılama anlamıyla ve iftira niteliğinde kullanılması olumsuz bir yan etki olarak görülebilir, gündelik dile yerleşmesi 1970'lerin kadın hareketlerinin sonucu. Bu hareketlerin örgütlü biçimleri özellikle 1789'dan sonra "cinsiyet özelliği sınıf ayrımının ötesinde siyasi bir kategoriye ve burjuva toplumunun liberal düzeninin bir tür kurucusuna dönüşünce" türemeye başlamış, kadınlara haklarının verilmemesi ekonomik ve sosyal açıdan cinsiyet ayrımının kadınların yaşam ve özgürlük alanlarını iyice daraltması sonucu ortadan kaldırılması gereken en büyük sorun olarak görülmüş. Kısacası her dönemde kadınlar çeşitli biçimlerde görmezden gelinmiş ve kadınların iktidarla mücadelesi o iktidarın doğasına göre biçimlenmiş.

Öncülerin başarıları üzerinde durarak kahraman kadınların yaşamlarını detaylarıyla anlatıyor Gerhard, bu kadınlar değişen her rejime karşı taviz vermeden durarak varlıklarını "dayatmışlar" resmen, görmezden gelinemeyecek hale geldikleri zaman kazanımlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış. Tabii erk hemen yerleşik normlara sığınarak muhalif sesleri kısmış, örneğin 1793'te eşit miras hakkı dile getirilince devrimci yasa koyucular ailenin kutsallığı görüşüne sarılarak bu hakkı engellemişler. Pek çok alanda seslerini yükseltmeyi bilmiş kadınlar, ortak servete katılmaktan köleliğin kaldırılmasına dek çeşitli alanlarda eserler verip eylemler düzenlemişler. Kendi aralarında süren tartışmalar da var, eşit haklar konusunda olduğu kadar mücadele yöntemleri ve kadınlığın tanımı da tartışma konusu olmuş, düşünsel temeller de çeşitlenmiş.

1848'den itibaren Marx ve Saint-Simon etkisi ortaya çıkıyor örneğin, kadınların o dönemde çıkardıkları gazetelerin etkisiyle mücadele tekrar canlanıyor. Flora Tristan ve yoldaşları "sosyal mutluluğun sırrı" konusunda "genel özgürleşmenin doğal ölçüsü"nün önemini vurguluyorlar, yeni bir aşk ve cinsel özgürlük tanımı geliştiriyorlar, "romancılık" gibi bazı alanlarda da üstünlüğü ele geçiriyorlar. Almanya'da çıkan Frauen-Zeitung nam gazete önemli, Alman kadınlarının oluşturduğu meclisler de önemli, özellikle direniş biçimleri dikkat çekici. Yahudi kadınlar aktif olarak katılıyorlar harekete, ilk girişimler maddi yetersizlikler yüzünden kısa süre sonra başarısız olsa da sonrakiler için altyapı oluşuyor, iyi. İşçi hareketlerine katılım düzeyi de yüksek, kadınlar sadece patronu değiştirmenin hiçbir işe yaramayacağını bildikleri için devrim için çalışıyorlar ve dernekleri tekrar kapatılıyor. "Avrupa çapındaki bu ilk kadın hareketinin devlet otoritesi tarafından ne kadar tehlikeli görüldüğü özellikle uygulanan ağır baskılarla açıkça belli olmaktadır." (s. 43) Öte yandan ABD'deki kadın hareketleri de Avrupa'da yankılanmaya başlıyor, oradaki hareketler seçkin erkeklerce desteklendiği için örgütler hızla büyüyor, Avrupa'daysa tam tersi.

Savaştan günümüze kadarki hareketleri de inceliyor Gerhard, 1970'lerdeki yeni dalgayı değerlendiriyor ve mücadelenin geleceğine dokunarak bitiriyor araştırmasını. Alana sağlam bir katkı bu metin, kadın hareketlerini ve feminizmin tarihini merak eden okurlar kaçırmamalı.
Kısaca tarih, karabiberle başlıyor. İngiltere'de birine karabiberin yetiştiği yere gitmesini söylemek hakaret gibi bir şeymiş zamanında, oysa karabiber hoş bir baharattır, yemeklere lezzet katar, daha da önemlisi o dönemde uzak ülkelerden getirilen çoğu şey gibi statü göstergesidir. Ticaret yolları Müslümanların eline geçtikten sonra fiyatı artmıştır, bu yüzden aynı durumdan ötürü tütün ithalatının Almanya'da yasaklanması gibi bir uygulamaya maruz kalmamışsa da keşiflerin yolunu fiyatı artan diğer pek çok metayla birlikte açmıştır. Vasco de Gama 1498'de Hindistan'a deniz yoluyla ilk kez ulaştıktan sonra tröst savaşlarının başladığı söylenebilir, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi diğer milletleri karabiber ticaretinin dışında tutabilmek için elinden geleni yapmaya başlıyor örneğin, tabii İngiltere'nin hızlı yükselişinin önünde duramayarak elini eteğini çekecek oralardan. Küresel ekonomik bölgeler ortaya çıktıkça Wolfgang Reinhard'ın deyişiyle "Avrupa yayılmacılığının küresel tarihi" başlamış olacak, 19. yüzyılda Avrupa'nın dünyadaki karaların üçte ikisini kontrol etmesiyle diğer güç odaklarını hızla geçtiği, o güne kadarki bütün ticari dengeleri bozduğu "Büyük Kırılma"ya kadar pek çok devletin mücadele ettiğini göreceğiz. O noktada bırakıyor Kleinschmidt, 1850'ye kadar olan biteni anlatıyor. Ekonomiye dair metaların ortaya çıkışını anlatan kitaplardan başka pek bir şey okumadığım için sıkı bir değerlendirme yapamayacağım, yazarın ele almadığı meseleler vardır herhalde, meraklı bir okur olarak anlatmaya çalışıyorum. Adam Smith okumadım, Karl Marx okumadım, on ikincil kaynaklardan öğrendiğim kadar. Her neyse, Kleinschmidt farklı düşünürlerin bazı şeylerin neden öyle olduğuna dair sundukları argümanları belirterek Weber'den, Wallerstein'dan, Acemoğlu'ndan ödünç aldığı kavramları dünyanın ekonomik seyrini açıklamakta kullanıyor, küresel kapitalizmin serpilmesini ekonomik bölgelerin ticaret ağıyla bağlanması, karşılıklı bağımlılık mekanizmalarının kurulması gibi dinamikleri birkaç açıdan incelemiş oluyor böylece. Beş etmen etrafına kuruyor tarihini: gönüllü ya da zorla göç, dünya ticaretini ve ekonomik alışverişi teşvik eden ya da engelleyen fikirler, nakliyat teknolojilerine odaklanan bilimsel gelişmeler, siyasetin ve şiddetin rolü, bir de ticari ve hukuki yapıları ortaya çıkaran kurumlar. En başta Amerika'nın keşfi geliyor, Yeni Dünya bulunmamış olsa dünya ekonomisinden söz etmenin mümkün olmayacağını söylüyor Kleinschmidt, Wallerstein'ın "küçük dünya ekonomileri" dediği odak noktalarının bağlanmasında keşif seferleri ve seferleri izleyen kolonyal politikalar çok önemli. Avrupa kıtalararası yolculukların risklerini alarak günümüzün dünyasını 1492'den itibaren şekillendirmeye başladığı sırada Çin, Hindistan, Osmanlı İmparatorluğu ve dünyanın diğer büyük güçleri daha lokal, belirli ticaret yöntemlerinden ayrılmayarak oldukça geride kaldılar. Uzunca bir süre dünyadaki ticaret hacminin yarısını oluşturan Çin ve Hindistan o zamanlar yeni yeni türeyen ticari kurumlardan yoksun olduğu, bilgi ve taşımacılık ağı konusunda geri kaldığı için üstünlüğü kaybetti, Osmanlı'nın uzunca bir süre pek bir şeyden haberi olmadı, zaten okyanuslardan uzak ve her türlü bilimsel gelişmeye görece kapalı olduğu için yapabileceği pek bir şey de yoktu gibi gözüküyor. Emrah Safa Gürkan'ı takip ediyorum, o bu konuda hiçbir ülkenin aslında geri kalmadığını, Avrupa'nın muazzam bir sıçrayışla çok ileri gittiğini söylüyor, Kleinschmidt'in anlattığı şey bu sıçramanın aşamaları. "Bunu vurgulamak, Avrupa merkezci dünya görüşüne biat etmek anlamına değil, 16. yüzyıldan itibaren 'sınırları genişletme dürtüsünün', ticari ilişki ve ağların kurulması ve sağlamlaştırılmasının, bilgi alışverişi ve teknoloji transferinin Avrupalı güçlerde Avrupalı olmayanlara kıyasla çok daha ileri düzeylere ulaştığı ve nihayet bunun çok-merkezli bir odaktan Avrupa'nın hükmettiği dünya ekonomisine geçilmesiyle sonuçlandığı gerçeğini hesaba kattığımız anlamına geliyor." (s. 10) "Ruh ve şiddet", "merak" gibi kavramlar bu ilerlemeyi mümkün kılan iki önemli etken, karşılıklı bağımlılık çağının başlamasıyla birlikte bir arada, barış içinde yaşayan merkezler ticari ve siyasi kıskaçlara alınarak yeni dünya düzeninin parçaları haline geliyor. Portekizliler ve Hollandalılar uzak diyarlarda, özellikle Hint Okyanusu'nda ticaret yapmaya başladıktan sonra Batı'nın yükselişi başlıyor, Doğu'nun düşüşü için bir süre daha geçmesi gerekecek. Yayılım politikaları başta yerel ticari sistemleri çok fazla etkilemiyor, Sven Beckert'ın Pamuk İmparatorluğu'nda anlattığı gibi özellikle Hindistan'da yerel üreticiler İngiltere'yi uzunca bir süre uğraştırarak işlerini sürdürseler de üstünlüklerini kaybettiler. Bunda ticaretin kralın elinden çıkarak özel kurumların uğraşına dönüşmesinin büyük etkisi var, yine Beckert'ın savı olan "savaş kapitalizmi" başlarda kralların eliyle sürdürülse de özel teşebbüslerin devleti fişeklemesiyle şirketlerin finanse ettiği yağma hareketine dönüşüyor adeta. Kleinschmidt'e göre seyri sadece "savaş kapitalizmi"nin ürünü olarak görmek doğru değil, pek çok etken var bunun yanında. Sigorta şirketleri örneğin, bankacılık sistemi 16. yüzyıldan çok önce kurulmuş olsa da yeni ticaret biçimini destekleyen bankacılık hareketleri de bir başka mevzu. Üretimin finanse edilmesi için gereken nakliye işlerinin gelişimi ilginç, Güney Amerika'dan getirtilen gümüş ve altın Hindistan'dan alınan baharatların karşılığı olarak kullanılıyor, bunun yanında pamuk sanayisinin gelişmesiyle bu küresel ağ tamamlanıyor ve dünyanın bir ucundan ithal edilen pamuk başka bir bölgede işleniyor, makineler icat ediliyor, ağır sanayi gelişiyor bir yandan. Muazzam bir ağ, Afrika'dan alınıp satılan milyonlarca insanın, fabrikalarda ve tarlalarda korkunç şartlarda çalışan işçilerle örülüyor.

Avrupa'nın sıçrama aşamalarının yanında diğer ülkelerin durumuna da bakıyor Kleinschmidt, "Büyük Kırılma" öncesinde Çin ve Japonya ticareti kasten kısıtlıyor, iktisat tarihçilerine göre "ekonomi politikalarının en büyük hatası". Yine Emrah Safa Gürkan'dan öğrendiğime göre yabancılar ülkenin içlerine kadar girip fesatlık yapmasınlar diye demiryollarını sökmüş Çin, İngiltere gibi Çin de taşkömürü yataklarına sahipmiş, sanayileşme için gereken enerjiyi sağlayabilirmiş ama uzak noktalara nakliyenin sıkıntılı olması nedeniyle kömür kullanılamamış. O sırada buhar makinelerinden endüstrinin çeşitli kollarına kadar sanayisini pek çok açıdan geliştiren İngiltere muazzam bir ilerleme göstermiş. Verimlilik ve üretkenlik de düşükmüş iki ülkede, emek tasarrufu yokmuş. Durumun özeti şudur herhalde: "Safevi İmparatorluğu'nda 18. yüzyılın başına dek, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nda, Hindistan'da ve Çin'de, devletin ekonomideki önemi çok daha az belirgindir veya iktisadi politikalarda öncelikler çok daha farklıdır. Çin devleti toplumsal huzuru, siyasi istikrar ve denetimi artırmak için, büyük ölçüde vergilerden gelen kaynaklarını, nüfusu destekleyecek altyapı geliştirmelerine ve kamu tesislerine akıtmıştır. Aynı zamanda Afyon Savaşları'na kadar askeriyeye de az yatırım yapılıyordu. Avrupa'da ise erken modern dönemdeki devletler rekabetinde silahlanmaya ve kraliyet temsiline azımsanmayacak kaynaklar aktı." (s. 43) Merkantilizmin de etkisiyle yenilikçi finans kurumları, askeri teknolojiler gelişiyor, bu gelişmeler sivil sektörlere de yansıyınca makas iyice açılıyor. Nüfus artışının payından da bahsetmek gerek, ekonomik hasılanın artışı nüfus artışıyla mümkün olmuş, her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da. Malthus'un nüfus ve kaynaklarla ilgili görüşleri sanayileşme öncesinde geçerliymiş gibi görünse de Avrupa'nın her açıdan gelişimi ve yeni kıtaların bulunması, sömürülmesi hesapların baştan yapılmasına sebep olmuş. Osmanlı bir "barut imparatorluğu" olarak askeri gücü sayesinde yayılmış olsa da ticaretin genişlemesi için tüccarları korumaktan ve desteklemekten çok onları denetleyip vergilendirmekle uğraştığı için geri kalıyor, Avrupalı şirketlerle kıyaslanacak kurumları yok, devlet sanayiyi teşvik etmiyor, Sırbistan ve Makedonya'dan getirilen gümüş iyi değerlendirilmediği için artı değer olarak dönmüyor. Bu da Osmanlı'nın özeti: "Sonunda Britanya, özellikle 1815'ten sonra Viyana Kongresi'yle gelen Avrupa'nın lider gücü olma konumu ışığında, ticari liberalleşme sürecine öncülük etti; siyasi ve ekonomik güce sahip konumuyla serbest ticaret ve uluslararası rekabeti savundu. Bur sırada örneğin Osmanlı İmparatorluğu tersi yönü seçerek korumacılığa doğru gitti." (s. 67)

Bilen için bilgi tazeleyici, benim gibiler içinse keyifle okunası.
Pizarro ve Cortés ölümü getirdiler, birkaç kâşif Florida'ya ulaştı, yerliler ne yapacaklarını biliyorlardı artık, çoğunu öldürdüler. Bazı kâşifler yerlilerin söylendiği gibi barbar olmadığına şahit oldu, böylece "uygarlar" ve "barbarlar" arasındaki savaşı barbarların başlatmadığı ortaya çıktı. 1538'den sonra seferler arttı, beyaz adamlar yerlilerle daha derin ilişkiler kurmaya başladılar, kabileler arasındaki savaşlarda taraf olup kardeşi kardeşe kırdırmaya başladılar bir süre sonra. İspanyolların tüfekleri dehşet saçtı, Natchezler bu sihirli, korkunç silah karşısında hiçbir şey yapamadılar, teslim olmaktan başka çareleri kalmadı. 1500'lerin ortalarından itibaren sahneye Fransızlar girdi, İspanyolların karşısında oldukça zorlandılar ama bir kısmı Florida kıyılarına ulaşabildi, karadaki savaşı Fransızlar kazandı ve kısa süre önceki yenilgilerinin intikamını almış oldular, Fransızların asıldığı ağaçlarda İspanyolların bedeni sallanmaya başladı bu kez. Keşiflerin hikâyeleri Batılıların kendi aralarındaki savaşlarla dolu başlarda, yardım isteyen tarafların yanında savaşlara katılan yerliler topraklarına nasıl bir lanetin çökeceğini bilmiyorlardı. Savaş kapitalizmi ülkeler arasındaki çatışmaları hızlandırdı, ardından meydan bir süreliğine Fransızlara kaldı. İngilizler kısa süre sonra ortaya çıkınca iki ülkenin barış anlaşmalarından bağımsız olarak devam eden savaşlar yeni kıtanın sınırlarını çizmeye başladı. Pocahontas'ı bu noktada anmak lazım, John Smith'in hayatını kurtardıktan sonra Avrupa'daki saraylara uzanan serüveni pek ilginç. Smith bir keşif gezisi sırasında esir düşüyor, Şef Powhatan'ın karşısına çıkarılıyor. Şef adamı öldürmek istemese de diğer şefler ve kabile büyücüleri adamın öldürülmesi için baskı yapıyorlar. İnfaz gerçekleşecekken Pocahontas baltayla Smith arasına girerek adamın hayatını kurtarıyor, sonrası şenlikler, dostluk. Bir süre sonra İngiltere'ye dönen Smith yıllar sonra Pocahontas'la Avrupa'da karşılaşıyor, hoş bir hikâye. 1613'te John Rolfe adlı bir subay Pocahontas'la evlenmek istediğini söylüyor, kız teklifi kabul ediyor, Hristiyan olduğunda o bölgede vaftiz edilen ilk yerli kızı o. Rebecca adını aldıktan sonra eşiyle birlikte İngiltere'ye gidiyor ve yüksek tabakanın ilgisiyle karşılaştığı bir etkinlikte Smith çıkıyor karşısına, hasret gideriyorlar, Smith bütün hikâyeyi I. Jacques'ın eşine anlatınca kraliçeyle tanışıyor Pocahontas, dost oluyorlar. Memleketine dönecekken 1617'de ölüyor, yirmi iki yaşında. Geriye erkek çocuğu kalıyor, onun soyundan gelenler birçok kez Virginia'nın valisi olmuşlar. Yerlileri mahvetmişler midir diye düşünüyor insan, İngilizler yeni kolonilerine bir dünya caniyi, serseriyi gönderdikten sonra eski koloniciler kuzeye kaçmışlar, yerlilerin yoğun olduğu bölgelerde bu suçlular hüküm sürmeye başlamış. 1622'de sabırları tükenen şefler kolonilere saldırarak yüzlerce İngiliz'i öldürdükten sonra ertesi yıl misilleme gerçekleşmiş, korkunç katliamların ardı arkası kesilmemiş sonra. Döngü bu, barışçıl amaçlarla yaklaşan Batılıların kötü muameleye maruz kalmadıklarını görüyoruz, yerliler dostluk gösteriyorlar, bunun yanında sömürüye odaklılar yüzünden sayısız savaş çıkıyor, kan davasına dönüyor bu savaşlar. Batılıların verdikleri sözleri tutmamaları bir süre sonra güven ortamının tamamen kaybolmasına neden oluyor, insancıl yöneticilerin yerleri değiştirilince yerlerine gelenler anlaşmaları sürdürmüyorlar, yerlilerin topraklarını ele geçirip sayısız bizonu öldürüyorlar. Verimli topraklar elden gidince savaşmaktan başka çare kalmıyor, yerliler sürekli gömüp çıkardıkları baltaları kuşanıp mavi gömleklilerin üzerine atılıyorlar. Zafer kazandıkları oluyor ama sürekli bir üstünlük kuramıyorlar ne yazık ki, ateş suyunun yerliler üzerindeki etkisini Beyaz Diş'te acı bir şekilde görmüştük. Yerliler içki içince sapıtıyorlar, birbirleriyle savaşıyorlar, çılgınlığa kapılıp aralarındaki ittifakları bozuyorlar. "Bizim getirdiğimiz savaş, hastalık, alkol ve başka kusurlarımız yüzünden onların çöküşleri başlamış oldu." (s. 131) Başta Fransızlarla çatışıyorlarsa da bir süre sonra Fransızların kılıcı ve yerlilerin "tomahawk" adlı baltası birlikte gömülüyor, taraflar uzunca bir süre savaşmadan birlikte yaşıyorlar, 1700'lerden itibaren çatışmalar yine artıyor, İngilizler de ortaya çıkınca işler iyice karışıyor. Yerlilerin çoğu Fransızlardan yana, omuz omuza savaşıyorlar ama İngilizlerin yayılmasına engel olamıyorlar, bunda İngilizlerin yerlileri ikna edip Fransızlara destek yollamalarını önlemesinin etkisi büyük. ABD kurulduktan sonra işler iyice kötüleşiyor, yerliler hayvan olarak görüldükleri için durmadan saldırıya uğruyorlar. 19. yüzyılda yeni tüfekler kullanan, kurşun işlemeyen metal plakalarla savaşmaya başlayan askerler karşısında yerlilerin şansı kalmıyor pek. Şefler durumu teker teker kabullenip kendilerine gösterilen alanlarda yaşamaya başlıyorlarsa da geçmişin cenneti andıran toprakları çok uzakta artık, o topraklardan demiryolları geçiyor, bizonların özgürce dolandığı alanlara sayısız bina dikiliyor, yerlilerin yeni yaşam biçimine uyanları ata topraklarını terk ederek Batılıların arasına karışıyorlar, geri kalanları numunelik. Savaş sahneleri, Geronimo ve Oturan Boğa gibi şeflerin kahramanlık hikâyeleri detaylıca ele alınmış. Yerliler yazılı kültürle çok geç tanıştıkları için keşiflerden öncesine dair pek az bilgi var, bu kitaptaki tarihleri geçtiğimiz yüzyılın başına, tehlike yaratamayacak kadar azaldıkları zamanlara kadar geliyor. Tanıklıklar ve Batılıların belgeleri yanlı olsa da yazarlar Geronimo'nun söylemlerine de yer vermişler, sempatiyle yaklaşıyorlar yerlilere, hoş. Amerika'ya nasıl geldikleri konusunda antropolojinin sunduğu bilgiler malum, Bering Boğazı üzerinden göç ediyorlar, aynı şekilde atlar da ters yönde göç ediyor, Asya yerlileri verip atları almış sanki. İki kıtadaki at binme ustalığı benzer, bazı kabileler Moğolları andıran vücut özelliklerine sahip. Aztekler de ilkel Komançilerle aynı kökenden geliyormuş ama nasıl koptukları hakkında bir bilgi yok yine. Çok ilginç bir şey daha, Batılı öncülerden biri iletişim kurduğu şefe bir törenin ne zaman yapılacağını sorduğunda şef bir kuştan bahsediyor, söğüt dalını Yüce Sandal'a getiren kuştan. Tufan öyküsünü anlatacak misyonerler henüz gelmemişler oraya, yerlilerin kendi inançlarında var. Güvercin geliyor, tufanın sona erdiğini bir söğüt dalıyla bildiriyor. Koca geminin inşası, fırtınalı yolculuk, isimler hariç hemen her şey aynı, bu sebeple Kızılderililerin Kayıp On Kabile'den biri olduğuna dair teoriler üretilmiş. 

Kültürleri çok zengin. Hemen hemen bütün gereksinimlerini bizonlardan elde ediyorlar, bu yüzden üst üste yığılan bizon leşlerini gördükleri zaman üzüntüden kahroluyorlar. Batılılar sağ olsun. Çadırlarını, giysilerini, yaylarını bizon derilerinden imal ediyorlar, üretim aşamaları etraflıca anlatılmış. Postlarını uzunca dikiyorlar ki savaşçının ardında bıraktığı izler silinsin ve toz kalksın, düşmanın kafası karışsın. Erginlik ayinleri oldukça vahşi, günlerce aç ve susuz kalıyorlar, vücutlarına sapladıkları sivri nesnelerin verdiği acıyı duymayana dek ayakta kalmaları lazım. Kahramanlık ve onur en önemli şey belki, isim verme adetleri çok tanıdık, kahramanlık sonucu aldıkları ismi büyük ihtimalle ölene kadar taşıyorlar. Korkaklara takılan tahkir edici isimler cesaret timsali davranışlar gösterilmediği sürece değişmiyor, bu yüzden kabilenin esenliği ve kendi onurları adına küçük yaştan itibaren sorumluluklarla yetiştiriliyorlar. Silahlarına bakıyorum, yaylarını öyle güçlü yapıyorlar ki oklar omuz bölgesine gelmediği müddetçe bizonu delip geçiyor. Tomahawk en meşhur silah tabii, bu baltalar barış çubuğu olarak da kullanılabildiği için sembolik bir öneme de sahip. Topuz ve bıçak diğer silahlar, bıçaklarla kafa derilerini kesiyorlar, deriyi kaldıracak kadar zamanları yoksa saçları kesmekle yetindikleri de oluyor. İşaret dilleri av sırasında sessiz kalmalarını sağlıyor, en önemli silahları sessizlik olabilir. Toprağı "dinleyerek" av hayvanlarının uzaklığını kestirebiliyorlarmış. Birbirleriyle savaşan kabilelerin yanında barış içinde yaşayanları da var, Apaçiler ilk gruba dahil. Beyazlar geldiği zaman birlik olabilmişlerse de her şey için çok geçmiş artık, örgütlenemedikleri için parça parça yok edilmişler. 

Çadırlarının yerleşimi, savaş taktikleri, saçlarının örgüleri, şarkıları, ayinleri, onlara dair hemen her şey. Kızılderililer. Ugh!