Toplam yorum: 3.083.119
Bu ayki yorum: 2.800

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Zaman Çarkı'nın bütün kitaplarını iki aylık bursumla almıştım. Elimde koca bir kutuyla Kadıköy'den Küçükyalı'ya gelişimi hatırlıyorum, Haydarpaşa'dan trene binmiştim, Küçükyalı'da inip yokuşu ağır ağır çıkmıştım. 2010 civarı olması lazım. Ne güzeldi o yol, tren. Yani rüzgâr her şeyi alıp götürmeyecek.

Ben bunu öykünün tekinde yazdım, basıldığında okunabilir ama tekrar kurgulayayım. Ben bir zamanlar nişanlıydım, ilk kez. Taksim'e gitmiştik, nişan alışverişi için sanırım. Müstakbel metrukum bir işini halletmek için beni yarım saatliğine azat etti. Dükkanlardan birine girdim, bakınmaya başladım. Kızın biri de öbür tarafta bakınıyor. Üç kitabı beğendim, eski baskı şeyler. Entropi sonucu milyon yıl içinde bir araya gelebilirlerdi ancak.

Kasaya gittim. Kız da geldi o sırada. Ben hâlâ kitaplara bakıyorum.

"Ama..."

Dükkan sahibine baktım. Bir kıza, bir bana çeviriyordu başını.

"Farkında mısınız, aynı kitapları seçmişsiniz."

Yıldız Ecevit'in Orhan Pamuk'la ilgili kitabının ilk baskısı, Roland Barthes'ın bir kitabının ilk baskısı, diğerini hiç hatırlamıyorum.

Kıza dönüp bakmadım bile, gözümün ucundan gülümsediğini gördüm. Parayı verdim, çıktım. Bu kadar. Bu kadar olmamalıydı diye düşünmeye başladım, yeni yeni. Kitapları nereye koydum, bilmiyorum. Bulsam ne olur, yine bilmiyorum. Parıltıyı avuçlarımdan yere düşürmüşüm gibi hissediyorum. Bir noktada yaşadığımı hissediyorum, yaşam bana göründü. Ben onu kaçırmışsam da oradaydı. Hiçbir şeyi kaçırmamışsam da oradaydı. Yani rüzgâr her şeyi alıp götürmeyecek.

Necati Tosuner'e geliyorum. Bütün kitaplarını zamanın birinde almıştım ama bu bana hediye edilmiş. Eski bir sevginin izleri var, ilk sayfada kurşun kalemle yazılmış bir not. Rüzgâr bazı şeyleri alıp götürecek ama her şeyi değil. Gerçi bu benim elimde değil, neyin gidip gitmeyeceğini bilemiyorum. Denk gelirsem biliyorum. Buna denk geldim. Raflara bakarken çekip aldım, notla karşılaşınca okudum. İyi oldu.

Tosuner'in kısa cümleleri, kısa sözcükleri, kısa diyalogları ve dolayısıyla küçük parçalardan kurduğu bir öykü dünyası vardır. Bir çocuğun gözünden görülmeye başlanan ilk dünya/öykü, çocukluğun yalın kurgusundan ibaret bir anlatı biçiminin tercih edildiği izlenimini uyandırabilir ama sonraki öykülerde yokuşlardan yuvarlanan zamanın karşısında korkuyla durmayan, ruhuna yaşlılığı dokundurmayan karakterlerin de aynı dille oluşturulduklarını, aynı dili kullandıklarını görürüz. Tosuner yaşlılığın öykülerini yazıyor diyemiyorum, denk gelmeyen duyguların yarattığı acıyı yazıyor. Bu.
Ayten'in Kerem'li Öyküsü'nde Kerem bir çocuk, sokak köpeklerinin havlayıp havlamadığının çetelesini tutuyor, apartman duvarının önünde gazoz içiyor ve dünyayı kendince, kendi sözcükleriyle yaratıyor. Funda'ya aşık. Funda, komşunun büyük kızı. Kerem'in saçlarını okşayıp geçiyor, bir iki laflıyorlar. Anne, Funda'nın evli olduğunu söylüyor. Kerem, "Evliyse evli," diyor. Ayten Teyze bu aşktan haberdar, çocuğun sözlerinden kendi yaşamına çıkıyor. Tuncay'ı çalıştığı şirkette görmeye gidiyor. Tuncay evliyse evli, yine de görecek. Kerem'in aşkını anlatacak, daha önceden anlatmış. Biraz sohbet edecekler, gülüşecekler ve Tuncay, Ayten'den kendisiyle birlikte İstanbul'a seyahat etmesini isteyecek. Pazar günü dönecekler. Olsun, seviyorlar birbirlerini. Belli.

Sıcak Bir Gün, ah! Yazar evini taşıyor, yeni bir eve taşınma telaşı. Telefonu açtır, Esra telefon eder belki. Esra'yı çağır, belki gelir. Kızı üzme, öpmeye kalkma bir daha, kaçtığı zaman canın yanıyor. Aradaki yirmi beş yaşın bir önemi var mı, aşık olmuşsun. Kız da çıkıp gelmiş evine, biraz çekingen ama sana duyduğu yakınlık içini ısıtıyor. Öpmeyeceksin. Öpmeye kalkıyorsun, kendini tutamıyorsun. Kız hiçbir şey demeden geri çekiliyor, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ediyor. Evlenmeli mi? Adam iyi, adamın annesi de sevmiş kızı. "Kızım," diyor yazar, pes ediyor. Kız ağlıyor, yazar kanepeyi açıyor. Kız uykuya dalmadan önce adamın kendisini çok mu sevdiğini soruyor. Aslında çok mu sevdiğini sormuyor, adamdan çıkan derin bir, "Ah!" her şeyi susturuyor. Ne kadar kısa ve ne kadar ıskalanmış bir tutku.

Yol, diyelim siz yine yaşadığınız yerdesiniz. Yaşınız hayli var. Karşı pencerede hoşlandığınız biri var, uzun süredir görüyorsunuz onu ama konuşamıyorsunuz. Karşı apartmanın yöneticisi de o birine takık. Ondan erken davranmak istiyorsunuz, bakkalda denk geldiğiniz zaman kendinizi davet ettirip karşıdaki eve giriyorsunuz. Giriyorsunuz, o sokaktaki son gününüz. Taşınıyorsunuz. Her şey biraz gecikiyor, eskiyor.

Halı. Bakın, Tosuner'in Anlatıcılığına Giriş 101. Şiirli. Anlatıcının kendisiyle konuştuğu bölüm diğer öykülerde ara ara var. Anlatıcılığı zaten... Pencereden bakıp her şeyi gören birinin sözcükleri, yağmurun kimlere, neden yağdığını oluşturuyor. Sezilir ki hikâye anlatılacaktır, önemli olan sadece hikâyedir, yorgun ve buğulu gözlerle birlikte.

Mesut Bey ve Dilek Hanım herhalde on beş dakika kadar sohbet ediyorlar, bir çay içimi. Ben bunu beceremeyeceğim, anlatmayayım da mutlaka okunmasını söyleyeyim. Bu kadar naif bir öyküye rastlamak zor. Tosuner ne güzel dünyalar kurmuş, bir bakılmalı.

Dört öykü daha var anlatmadığım. 1999 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı Tosuner'e kazandıran öyküler, keşke okunsa!
Zombi nedir, nerelerde bulunur, önce bunun hakkında konuşmak lazım. Zombi, bilindiği gibi bir oturuşta iki insan yiyebilen, yemek ayırmadan kası kemiği lüpleten bir kişi/kurum/kuruluştur. Koşanı olduğu gibi yürüyeni, hatta oturduğu yerden çelme takarak düşürdüğünün beynini hüpleteni vardır. Kan dolaşımı olmadığı için vücudu çürüyeninden virütik enerjiyle dolup yakışıklılığını koruyanına, muhtelif çeşidi mevcuttur. Huyu suyu belli, dünyayla bir meselesi olan zombiler elbette arketipik bir korkunun ürünüdür, bu açıdan vampirlerle ve sair pek çok mahlukla akrabadır. Lakin geçmişleri Afrika'nın kara inanışlarından doğduğu için biraz karanlıktadır, popüler kültürde ortaya çıkışları yüz yıldan biraz daha öncesine dayanır. Daha da önemlisi, pek çok çeşidi olmasına rağmen tek bir prototipi vardır ve Luckhurst, araştırmasının hemen hemen yarısını bu kaynağın belirmesine ve türetilmesine ayırmıştır. Pek kapsamlı bir araştırma gibi gelmedi bana; daha çok ilk örnekler üzerinden yürüyen ve zombilerin yıllar içinde sembolize ettiği konuları irdeleyen bir çalışma bu. Yine de literatürdeki onca vampir kitabına rağmen geniş bir boşluğu doldurması takdire şayan.

"Zombiler, Hristiyanlıktaki semaya yükselişin çürümüş halidir." (s. 11) Çok şeydir zombi ama hep ötekidir. Siyahidir, köledir, sömürülendir ve içi boşaltılandır. İtkiyle hareket eder, özgür iradesi yoktur. Ölümle yaşam arasında sınır ihlali yapar, terk edilendir, öncesinde sevilen biri olabilir ama artık bir yabancıdır.
Kaybettiklerimiz. Araya mutlak bir ayrılığın girdiği insanları bir daha görmeyiz, paylaştığımız şeyler geçmişin donukluğunda öylece kalır, solmak için. Yaşam bir taraf için durmuş olabilir veya ayrı akışlara sahip olmuştur, zaman içinde başka biri oluruz ve eskiliğimiz giderek soluklaşır, yok olur, insanlar kaybolur, insanlar belirir. Bir demet külse eldeki, ancak ölüme sunulabilir. Ölüm her şeyi temizler, bu anlamda kurtuluştur ama zombilik müessesesi ölümü tedavülden kaldırdığı için kurtulamadığımız acıları her an karşımızda görebiliriz, acıyla anımsanan insanlarla bu yüzden karşılaşmak, iletişmek istemeyiz, bizden koca bir parça koparabilirler. Sol göğsün az altından. Yani yeri gelince herkes öldürür sevdiğini. Meşru müdafaa.
"Zombi"den "zombie"ye geçiş, biçimlendirme işlemi, Batı'nın sömürgeci politikasıyla birlikte başlar. Lafcadio Hearn nam bir gazeteci, Fransız Antilleri hakkında betimleyici yazılar yazması için 1887'de bölgeye gönderiliyor ve zamanında Plivius'un, Heredotos'un yaptığı gibi kitleler tarafından bilinmeyeni -ama aslında çok iyi bilineni- marjinalleştiriyor. Batıl inançlardan yola çıkarak bir "zombi" tanımı yapıyor, nefret ettiği medeniyetten uzaklarda belki iyi niyetle yapıyor bunu ama "Victoria devri antropoloji nosyonları" vasıtasıyla, o zamanlar bilim sanılan bir paradigma. Bu konuda William Seabrook'un No Place to Hide'ı daha etkili. Seabrook birader, devrin entelijansiyasıyla içli dışlı ve çok içiyor, deli gibi içiyor. Gertrude Stein'ın onun hakkında güzel bir değerlendirmesi var; içmeye devam ederse kendi zombilerinden birine dönüşeceğine dair. Adamımız gezmeye devam ediyor, kitaplar yazıyor ve yamyam kabilelerini, Yezidileri, Vodou kültünü anlatıyor. İlginç bir kesişme var burada; Luckhurst de Weird Tales etrafındaki zombi söylencelerinde konuya değinecek ama incelemeye göre Lovecraft ve arkadaşları, Seabrook'tan etkilenmiş. Zombi, edebiyatta da bir izlek olarak yavaş yavaş belirmeye başlıyor böylece. Zombilik, Haiti'de sıklıkla gerçekleşen dini ritüellerin sonucu olarak değerlendiriliyor, 1930'lardan itibaren çekilen filmlerde bu folklorun izlerini bulmak mümkün. Şamanik bir ayin sonucu dirilen, akılsız bedenler. Seabrook, bu yürüyen ölülerle ilgili anlatıları derliyor, daha çok Haiti Amerikan Şeker Şirketi HASCO'nun işçileri hakkındaki anlatılar bunlar. Seabrook mevzuyu rasyonelleştirmeye çalışsa bile ateş bir kez yanmıştır, bu akla aykırı söylenceler 1915'te ABD'nin Haiti'ye "uygarlaştırıcı" bir müdahalede bulunmasına yol açar. Kapitalist prangalara Jean-Paul Sartre da dahil olmak üzere pek çok entelektüel karşı çıkar, kontrol altına alınan zombilerin günü gelince emperyalist güçlerin ta kendisi olduğunun görüleceği söylenir.

Fransa Kralı XIV. Louis'nin 1685'te çıkardığı kanundaki maddeler oldukça ilginç: "Zenci Yasası" olarak bilinen bu maddelerde Yahudiler bütün Fransız sömürgelerinden kovuluyor, Afrika'dan gelen kölelerini Katolik yapmadıkları taktirde sahiplerinin ağır cezalara çarptırılacağı söyleniyor ve her türlü dini ayin yasaklanıyor. Tek bir torbaya konan "istenmeyenler" üzerinde uygulanacak soykırıma daha zaman olsa da uygulamaların temeli o yıllarda atılmış oluyor. Yerliler hakkında söylenen yalanları en iyi derleyen Galeano olabilir ama Luckhurst de işin düşünsel planını iyi özetlemiş. İnsan eti yiyen barbarlar, yamyamlar, yabancılar, zenciler, her şey birbirinin içinde eriyor ve hedef tek bir noktaya indiriliyor. Bunda sanatçıların payı büyük, devlet adamları da zaten bunu istediği için problem yok.

İşin pulp kurgu boyutu geniş bir yer kaplıyor. Herbert West'ten Poe'nun öykülerine, oryantalizmden uzak diyarların korkunç dehşetlerine pek çok etken bir araya gelerek tipik bir zombi figürü yaratıyor: Karayipli Zombi. Edebi kaynaklar geniş, dönemin zenofobisinin yardımıyla zombilik giderek önem kazanıyor ve strigoi, yanında dünyanın öbür ucundan bir umacı arkadaşının belirmesine şahit oluyor. İlk filmlere geldiğimizde yerli zombinin nasıl tüketim toplumuna dönüştüğünü elli küsur film üzerinden görürüz. Her şey adım adım gerçekleşir; ritüeller ortadan kalkar, zombilerin yapısı değişir, koşmaya başlarlar, hatta düşünebilenleri ve dahi insana dönüşmek isteyenleri belirir. Naziler de zamanı gelince ötekinin kralı olarak ortaya çıkarlar ve zombi kültüyle birleşirler. İşin gerçekliği de ilginç bir şekilde giderek ikna edici biçimde kurgulanır; "teyit edilmiş hikâyeler" insanlara zombilerin gerçekten var olduğunu söyler ve "güvenilir" insanlar zombilerle karşılaştıklarını söylerler. Aklı başında, nelerin döndüğünü az buçuk tahmin eden bilim insanları kendi araştırmalarını yürütene kadar masallara inanılır.

İsrail'in duvarlarına tırmanan zombilerden bahsetmiyorum, o filmlerin okuması çoktan yapıldı ve kendi okumasını yapmak isteyenler için mesajlar çok açık. George A. Romero'dan bahsedip bitireceğim. Çekimlerinden taşıdıkları kodlara kadar pek çok açıdan ilgi çekici filmlerin yaratıcısı olan Romero, "modern" insanı, tatminsiz ve durmadan tüketen insanı zombilerle karşılaştırarak janra müthiş bir derinlik kazandırdığı için büyük bir adamdır. Alışveriş merkezinde yürüyen zombiler fikri şahane, bu bir. Hemen çağrışsın, Steven Wilson: "We're lost in the mall / Shuffling through the stores like zombies." İki, insanla zombinin karşılaşmasını sağlayan kaosun neferleri, nihiller de çok iyi bir fikir. Direkt çatışmanın katalizörleri, bu adamların yarattığı karmaşanın nedensizliğini seviyorum ki aslında nedenliliğini seviyorum. Bunlardan birine Carsten Jensen'in Türkçeye çevrilen son romanında rastladım, Taliban'ın tarafına geçip kendi askerlerini kendi eliyle kurşuna dizen Danimarkalı bir subay. Dengeleri değiştiren, planları bozan zıpçıktılar. Lazım bunlardan. Neyse, kapsamlı bir Romero incelemesi de var yani, hoşunuza gidecek.

İyidir ya, Luckhurst gayet iyi araştırmış.
Çocukluğunda okuduğu mitolojik metinde kurulan dünyayı kendi dünyasıyla parçalıyor. Tersi de geçerli. Minotor'un evini düşünürken spirallikten başı dönen Gospodinov, kendini Minotor'un yerine koyduğu için aynı noktalardan geçiyor, aynı noktalardan farklı adımlarla geçiyor. Bu farklı adımlar, birkaç noktada Doğal Roman'la kesişiyor. Dinozorlar gibi yok olmak, hayal gücünün baskılandığı bir toplumun parçası olmak, pek çok adım. Labirentin arkaik sanattaki tezahürü olan spiralliği unutmuş mudur Gospodinov, labirentlerin seçim yorgunluğu yaratmasını düşünürken? Hayır, o aynı noktaya gelirken de, farklı seçimlerle kendini parçalarken de her şeyi birleştirmeye çalışıyor. Gospodinov'u bir arada durmaya çalışan sayfalar yığını olarak imliyorum, adımını attıkça birkaç sayfa yere doğru süzülüyor ama eğilip yakalıyor hemen, üzerine yapıştırıveriyor. Gospodinov kendini/sayfaları toparlayıp başka başka metinler çıkarmaya çalışıyor, romanların giriş bölümlerinden saf, doğal bir roman/anlatı üretmeye çalışması gibi.

Joseph Campbell'dan uyduracağım; çocuklardaki karanlık korkusunun kaynağı rahme dönüş korkusuysa, yeni elde edilen gün ışığının yitirilmesi korkusuysa, spiral dediğimiz kendi kuyruğunu yutan yılandan hallice biçim, tefekkürün belirli aşamalarında ve "eterle uyuyan insanda" ortaya çıkıyorsa, karanlığın zihne dolması bu spiralin bir sonucuysa ve bundan kurtuluş yoksa, zaten kurtuluş istenmiyorsa, istemenin herhangi bir mantığı, mantığın herhangi bir işlevi, işlevin küçücük bir anlamı, anlamın bir anını bile kapsamadığı içkin yaşamı yoksa, Gospodinov sadece ait hissettiği şeyi, adını parçalıyor. Çocukluğunda bir tane verilmiş, ölümünde elinden alınmış, birçok varlığı içermiş ad. Giriş bölümünde doğanları görürüz; bir sinek. Bir adam. Bir adam daha. Dünyanın oluşumundan beri orada olan varlık. Henüz dünyaya gelmemiş bilincin ilk anı. Bir erkek daha. "Ben varız." (s. 14) Var olunuz "sen", parçalanmak için. Bir parçaya indiğin zaman, diyelim ki bilinçten bilince geçebilen, doğmamış olan parça olsun bu, öyküden öyküye geçmeye başladın. Hatıra sörfçüsü olarak dedenin hatıralarıyla başladın, savaşa gitmişti. Yabancı diyarlardaki yaban olarak büyücülerle, umacılarla birlikteydi deden -artık deden de o güruhtan biri, öykülerini aldığın kişisin- ve etrafında bombalar patlıyordu, sen Minotor olarak kurtuluşunu öyküleri yaşamakta bulduğun için çaldığın, uydurduğun, kurduğun öyküler özgürlüğün haline geldi ama özgürlüğün sana mahkumdu. Gospodinov, sen özgürlüğünü parçaladın.
Gofretlerden, limonatalardan, bulutlardan, her yerden başkalarının yaşamına geçiş. Bir aile anlatısına başlamak, her şeyi bir arada tutma çabasının en doğal haliydi, o yüzden kolaydı. Gospodinov başladı, savaş yüzünden açlıkla boğuşan ailenin azalma çabalarında, annesinin oğlunu değirmende bırakıp gitmesi, en büyük kardeşin fırtınada değirmene dönüp ağlayan, haykıran, karanlıktan ve değirmenden -klostrofobi, spiral, çocukluk- ölümüne korkan kardeşini kurtarması bu anlatının yaşamasına yol açıyor. Yunan eşleniğe dönersek Gospodinov metni başlıklarla parçalıyor. Elde var üç ama daha bitmedi; Ariadne'den nefret ettiğini söylemek için ayrı bir bölüm oluşturmuş olması dikkat çekici. Her neyse, sonuçta Georgi üç yaşındayken ninesine ölüp ölmeyeceğini soruyor. Hiç doğmamasına yol açabilirdi nine, bu yüzden cevap vermek zorunda. Buraya almıyorum, ninenin Platon'u bilmeden isimlerin doğum anıyla birlikte "geldiğini" düşünmesini alıyorum onun yerine. Georgi-Minotor bağlantısı sezgisel bir düzleme oturuyor böylece. Çağlar öncesinin insanlarıyla bizler arasında uzanan ince bir iplik var, rüzgârla titriyor, yağmurla ıslanıyor, karanlıkta bir başına duruyor ama uzak zamanlardan iki yönde de haber taşıyor. Gospodinov, haberleri parçalamıştır.

Homo ludens mitolojiyi yaratıyor, yazarın bunu yapması kolektif bilincin herhangi bir ideolojiye eklemlenebileceğini gösterir. Kızıl ülkenin törenleri oyundur; dünyanın en iyi ırklarından birinin dünyanın en iyi liderleriyle yükselmesi, daha iyiye ulaşma çabalarında bireye düşen görevlerin yüceliği, "paylaşılmak zorunda olan" duygulara yol açıyor. Toplumun dışında yer almak için mücadele etmek zaten güzel sanatların başlı başına bir dalıyken komünizmin egemenliğinde daha da zor, "daha iyi" uğruna bodrum katlarında sürdürülmeye çalışılan yaşamlar, farklı düşünceleri yok etmeye çalışan öğretmenler, iki yıllık askerlik, katılmanın zorunlu olduğu gençlik örgütleri, hepsi çok ciddiye alınmış bir oyunun parçaları. Gospodinov, çocukken yaşadığı bodrum katından görülen ayakkabıların üst kısımlarını hayal etmeye başlayarak kendi mitolojisini yaratır. Botlar, sandaletler, spor ayakkabılar, çamurlu olanlar, yırtıklar, her birinin hikâyesi vardır ve camdan görülmeyen bölümdedir, yukarıda. Bu, yaratma cesaretinin temel bir güdüye dönüşmesidir. Midesinin sağlığı için sülük yutan dedeyi Kronos'a benzetip kendi sülüklüğünü uyduran çocuk, uydurmaktan başka bir renk olamayacağını düşünür. Seksenlerin ve doksanların Bulgar coğrafyasında bir çiçeğin koklanması bile yönetmeliklerle açıklanırken bireysel oyundan başka bir çıkış yolu kalmıyor çocuk için, toplumsal oyun ölümden farksızdır. İnsan o zamanda ve o yerde kendi ölümünü bile ölememektedir. Gospodinov, daha özgününü üretebilmek için kendi ölümünü parçalamıştır, insandan insana geçip başkalarının hayatlarını yaşayarak.

Hikâyeler. Savaş sırasında Macaristan'a giden dedenin orada aşık olduğu kadın, dedenin anlattığı öyküleri yaşayıp anılardaki insanlarla konuşabilen anlatıcı için oldukça önemlidir, hikâyenin ilginçliğinin yanında anlatıcının obsesif empatik olduğunu öğreniriz. Üfürülmüş bir rahatsızlıktır bu da, patolojik vakaların en güzeli. Calabi-Yau Uzayı köklerini buraya salmıştır bence; boyutlar, zamanlar arasında sayısız geçişi bu empatik bozukluk -bozukluk?- sağlamaktadır. Kolektif bilinci düşünün, kaosa mütevazı bir bakış haline gelir her şey. Kendi bilincinden yola çıkması yeterli anlatıcının, gidebileceği yerlerin sınırları ortadan kalkıyor. Kime ait olduğunu bildiğimiz hikâyeler de çıkıyor arada, diğerlerinden kurtulup ayrı bir yere yerleşiyor. Dumanı tüten uydurukluklardan birinde, "Ah!" dedim, yıkıp geçti. Bir kadını unutmak için yapılan rastgele seksin yan etkilerini taşımak istemeyen adam, rastgele gezmeye başlar. Ülkeler, kıtalar birbirinin ardınca sıralanır, aylar süren bir yolculuk. Adam geri döner, gittiği yerleri haritada işaretler ve olduğu yere çöker; işaretli noktalar unutulacak kadının adının ilk harfini oluşturmaktadır. Gibi olaylardan insanlar neyi bekler, okur olarak bu kitaba karşı nasıl konumlanmak gerekir, hiçbir fikrim yok. Belki de ilk kez hüzne dair bir fikrim yok, bu kitabın hüznü nasıl biçimlediği hakkında bir fikrim yok, düşünmek dahi istemiyorum. Gospodinov, okurunu parçalamıştır.

Bütün koşullar uygundu, bir daha hiçbir metinde bu kadar kaybolacağımı sanmam.
Sivrisinek katilini arıyor, roman yazarını arıyor, Pirandello da işe karışıp ortadan yok oluyor, şehir kimi arıyor? Şehir odağını aramıyor. Liriklere bağlıyorum: "There's nowhere to set my aim/So I'm everywhere" Sokak lambalarından sokaklara, her şey birbirinin üzerine inşa edilmiş ve iki yıl öncesinden devam ediyorum, şimdi. Yarıda bıraktığım çok yazı var, bu da onlardan biriydi. Artık değil. Yine tamamlanmayacak ama noktayı doğru yere koyacağım bu sefer. Sivrisinek Şehirde'de de yerini bulamamış bir nokta var, oradan oraya sürükleniyor ve anlatıcı/yazar noktayı bulamıyor. Kağıdın altında? Belki masanın altına saklanmıştır. Konabilecek en muazzam yere ulaşma isteği varsa eğer, Cimşer'in yıllardan sonra ilk kez sola saptığını söyleyen cümlenin sonuna gelmesi uygun. Olabilecek en güzel nokta, alışkanlıkların kırıldığı.
Komünist rejimin hiddetiyle karşı karşıya kalan Gürcü yazarlardan biri Ahvlediani, bir dolu öykü ve üç romanı var. Dedalus bir iki bastı, geri kalanını basacaklar umarım. Basmalı, bu şenliği bastıktan sonra gerisi de gelmeli. Yazarın en iyi romanı olduğu söyleniyor, benim de ikinciye okuduğum nadir romanlardan. O kaotik evrene tekrar girmek istedim. Tekrar içinde yaşamak istediğim kurgu sayısı az, bu onlardan biri. "Her şey, her şeyi hatırlatıyor bize. Cansız varlıklar bize canlı varlıkları hatırlatıyor. Soyut hisler belli objeleri çağrıştırıyor. Her şey birbirine karışıyor. Her şey kaosa doğru sürükleniyor." (s. 105) Yazarın karaktere dönüştüğü, taşın dünyayı anlattığı, daha nelerin ne olduğu bir şey. Ney? Neler? Çok!

Çok şey. İnsanların ve eşyaların birbiriyle büyük, kocaman çizgilerle bağlandığı. Bağlananların birbirinden duyduğu sızı, mutluluk ve onca duygu. En dışta bir amaç, unutulabilir. Yazar kendini bile unutmak, bir sabah sisi gibi dağılmak istiyor. Odasında oturuyor. Kül tablası dolu. Sayfalar önünde, başka hiçbir şeyin önünde olmamasını istiyor ve eline konan sivrisineği öldürüyor. Öldürmemeliydi, belki de öldürmedi, kim bilir? Sivrisinek katilini arıyor, bunu herkes bilir, bilmeyenler de kısa sürede öğrenir. Okurlarsa bunu.

Unutmak, anımsamak ve tekrar unutmakla ilgili bir metindir. Eşyalar, kişiler, onca şey bir yük haline geldiğinde yapılacak en iyi şey. Dalgalanmada güç bulmak. Amaç varsa eğer, hatırlamak ve unutmak ve tekrar hatırlamak.

Sivrisinek mavi gözlü, kurutulan bataklıktan kurtulan son canlı. Esintiye aşık olup şehre geliyor ve vantilatörlerin, otomobillerin, insanların rüzgarında adamı arıyor. Adam onu öldürecek, sivrisinek asıl yaşamına o zaman kavuşacak. Adam da acımasız olmayı öğrenir belki ya da kendinden başkasını düşünmeyi öğrenir, sivrisinek için sivrisineği öldürür. Öldürebilirse. Bütün bunlar her zaman tetikte olan anlatıcının araya girmesiyle, beş duyu organının ve ötesinin yardımıyla şeyleri biçimleyen yazarın tedirginliğiyle parçalanır. Derinden parçalanır. Anlatıcı Cimşer olduğu zaman şunu der: "Ne zaman parçalandığımı bilmiyorum, sivrisinekçiğim. Biri beni parçalayıp böyle bıraktı. Bir daha toparlanamadım. O, beni kim parçaladıysa, sanırım gitti. Her duygum, her günüm, her arzum, parça parça oldu ve hepsi, bir başına, amaçsız biçimde ortalıkta dolaşıyorlar. Birbirlerini bile tanımıyorlar. Bir zamanlar bir arada olduklarını da bilmiyorlar." (s. 113) Bu dağınıklık nasıl toparlanır, toparlanmaz. Bölümler bir araya geldiğinde bütünden fazlasıdır, ayrı durduklarında müstakil meram. Yetersizliğin gölgesi belirir, yazar o gölgeyi alıp masasının bir köşesine koyar. Onca şey, evrenin her bir zerresi biraz mürekkebe, biraz kağıda nasıl sığsın? "Ah, yazdıklarımı okuması için ateşe armağan ettiğim zamanlar, ne iyi zamanlarmış! Ateş çok iyi bir okurdur, çok dikkatli bir musahhihtir aynı zamanda ve her türlü hatayı düzeltir." (s. 17) Yazdıklarını ateşe atanları anlıyorum, daha iyisi için ateşin yorumu gerekir. Sayfaları neyle dolduracağını bilmeyen, masasının başında kendisini bir başkası gibi hayal eden, hayal etmekle kalmayıp karakter haline getiren yazar/anlatıcı metaforlardan medet umar, bir şeyi başka bir şeyi benzetme, başka bir şeyle açma çabası bir akışsa kendisi de kapılacaktır buna. Belki kapılmak isteyecektir ama bir taştır o, yerinden kıpırdayamayacaktır ve etrafında olup bitenlere, insanların başka taşları alıp denize fırlatmalarına imrenerek bakacaktır. Bir masa başında insan en fazla nereye gidebilir? Uzağa, evrenin ötesine. Gider gibi yapar. Gidecektir o halde.

Konudan iyice saptığını söyler yazar, sıklıkla da sapacaktır. Lia, Cimşer ve sivrisineğin hikâyesidir bu. Cimşer'i az çok bildik, Lia'yı bilelim. Çocuk. Her sokağın kendi göğü olduğunu iddia eder, kendisi gibi hayalci olmayan abisiyle anlaşılamamanın mutsuzluğunu yaşar. Bu sokak olayı ilgimi çekti. Çıkmaz sokak yatay düzlemde iyi, dikeyde bir ağacın göğe uzanan dalları sokağı çıkar hale getirir mi? Düşündüm.

Sivrisinek zehrini aktarır, Lia'yla Cimşer'i birkaç kez karşılaştırır ve onları birbirine aşık eder. Her şeyi birbirine aşık eder, belki de uzamın dağılmamasının sebebi bu aşktır. Neyse, öldürülemez bir türlü. Cimşer sivrisineği öldüremez ama Lia'ya kavuşacaktır. Kavuşsundur. Kabaca bir aşk hikâyesidir ama kabalığa cık cıklamak, defetmek gerekir. Holst'tan daha ötesidir, utanmadan bunu söyleyebilirim; Ahvlediani'nin kurmacası en olmaz yerlerden en olmaz şeyleri bağlar, çözer. Tam bir curcunadır bu metin, kaotik bir masaldır.

Pasif direniş, dedim, böyle bir şey olmalı. Neye karşı? Çıkmazını çok iyi bildiği toplumsal yaşama karşı mı? Pasif yaşamı düşünüyorum, direniş diğerlerine karşı olacaktır. Sürdürülemeyecek kadar ağır bir yaşam, etrafındakileri de merkeze çekiyor ve o durağanlıkta dönüşümler başlıyor. "Sonunda bunu görüyorum; hissediyorum; yaşamımın önceden belirlenen amacını algılıyorum. Ben razıyım. Diğerlerinin bunu kabul etmesini sağlayacak daha ulvi görevler olabilir ama benim bu dünyadaki görevim, Bartleby, sana kalmanı uygun kılacak bir ofis odası sağlamak." Wall Street vandallara karşı yapılan duvarla ortaya çıkmıştı, içerideki özel alan işgalcilerine karşı değil. Yine bir çıkmaz: Bartleby günde beş sent bile harcamaz, en fazla odalardaki kurabiyeleri götürür ki yaşamak için beslenmeye ihtiyacı var ama işe yaramadığı müddetçe sırf uzayda kapladığı alan için bile tahkir edilecektir ve edilmeye mahkumdur; insanlara mahkum olduğu gibi. En temel ihtiyaçları için insanlar arasında var olmak zorunda.
Anlatıcı Bartleby'nin işvereni. Ofiste çalışan iki tip daha var, birbirinden garip karakterler. Bartleby'yi dövmeyi teklif eden için Bartleby kolay; bir aylak, işe yaramaz bir adam. Katipliği doğru düzgün beceremiyor, hatta hiçbir iş yapmıyor. Diğerlerine benzemediği için suçlu.

Anlatıcının ilk dönüşümü ne olursa olsun Bartleby'yi korumak üzerine. Yokmuş gibi davranan bir adamın zararı dokunmaz, düşündüğü ilk şey bu. Etraftakiler ipin ucunun kaçtığını düşündükçe patron da fikrini değiştiriyor. Odadaki hayalet herkesin dilinde ve hayaletlik mantığa aykırı bir kurumdur, uydurulacağı bir norm yoktur, dolayısıyla ortadan kaldırılması gerekmektedir. Yedi günlük mühletin sonunda adamımız hala gitmemiştir, yapmamayı tercih etmeye devam etmektedir. Üstelik iş yerini ev olarak kullanmaya başlamıştır, gidecek bir yeri yoktur. Nihayetinde son bir gün daha müsaade verilir.

Bartleby yerinde kalmaya devam etmektedir.

Anlatıcı ofisini taşımaya karar verir, baş belası katip gayrimenkullük mücadelesini kazanmıştır ama bu kez merdivenlere bir bina gibi çöker. Haneye tecavüzden hapse atılır ve orada ölür. Hikâyesi kısaca bu. Anlatıcı, hapiste dahi adamın iyi şartlarda yaşamasını sağlamaya çalışır ve ölümünden sonra geçmişine dair bir söylenti duyar. Bartleby önceki işinde teslim edilmemiş mektupları tasnif edip yakılmak üzere yollar. Ölüme en yakın iş bu; amacına ulaşamamış hayatları ayıklamak gibi. Kendi gibi yani.

Borges, ünlü kitaplığından çıkan versiyonuna yazdığı ön sözde Kafka'nın eserlerinin Bartleby'ye ilginç bir ışık düşürdüğünü söyler. Kafka'da rastlanan ilginç davranış bozukluklarına Melville'de de rastlanır ama bir noktayı gözden kaçırmamak lazım; Kafka Die Verwandlung basılacağı zaman kapakta böceğe dair bir şeyin kesinlikle olmaması gerektiğini söyler. Yani görülen ne bir pipodur, ne bir böcektir, çağın çok daha büyük bir problemi söz konusudur. Melville bunu onlarca yıl önce sezmiş ve öncü olarak eserlerinde yer vermiştir. Bireyin kimliği -kim olma hali- her zaman güncel bir problem olarak kalacak.

Bartleby Melville'in topluma şamarı indirme anlatısıdır. Etrafında neyi nasıl yapması gerektiğini söyleyen sittin tane adama derdini en iyi bildiği yolla anlatmıştır yazar. İncil'ine aldığı notlarda yarattığı adam, öteki kimliğinin gölgesidir. Matta'dan: "Zira aç idim, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri aldınız; çıplak idim, beni giydirdiniz; hasta idim, beni aradınız; zindanda idim, yanıma geldiniz." (Matta 25, Ayet 35-36) İçeride bir yerlerde yine kutsal kitaba göndermelere rastlarsınız, tanrı kelamının ödünç alındığı bir hikâye.

"Bartleby, Melville'in son başarısıdır. Simge bir geminin tayfası veya hukukçunun yazıhanesi olsun, algıladığımız hep aynı: Cehennem'den bir kesit, içinde Cennet'e bir bakış -biri kara, biri beyaz iki duvar arasından- Melville'in yazısından mitler, birbiri üstüne yerleştirilmiş, farklı açılardan saydam, aynalar gibidir... okuyucuyu yansıtırlar."