Toplam yorum: 3.087.413
Bu ayki yorum: 7.100

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Üç hikâye, hikâyelerin epigrafı niteliğinde aynı izlekteki üç metin karşılıyor bizi. Hikâyeler ayrı olsalar da epigrafik metinlerin oluşturduğu yapı, kitabı bir bütün halinde tutuyor.
Levi'nin geçmişe dönük yüzünü, sadece bu yüze ait olan ayrıntılarda böyle buram buram hissederim. Gidilemez bir şehirdir veya gitmeye niyetlenen, ne ki bir türlü adımını atamayan bir gidemezdir öykülerdeki. Bakalım meselam.
İlk öyküde bir Gracinda var, Rio ikâmetli bacımız.
"'Döneceğini biliyordum' demişti Gracinda 'çünkü bu şehre gelecektin istesen de istemesen de ve beni bir kez daha görme hasreti yıllarca peşini kovalayacaktı.'"
Ne diyeyim şimdi; günlük yaşamın zaman hırsızlarından mı bahsedeyim, özlediklerimizin orada, uzakta ama istediğimiz zaman görebileceğimiz bir yerde olduğunu bildiğimiz için inceden hissizleştiğimizi mi söyleyeyim? Bu ilk öyküde gayet, bol bol var hepsinden. Ha, epigrafından Tezer Özlü geçen bir öykü ve yazarı, dediğini göre en başta bir dil yolcusu. Mario Levi'nin cümlelerini biliyorsak hak veririz. Ben düşünüyorum ki bu cümleler yığılıdır, iç içe geçmişlerdir ve bir yandan girip bambaşka bir yandan çıkarız. Matruşka gibi düşünelim, giderek büyüyen Matruşka.
"Ama sonuç ne olursa olsun hep bir yerlerde kaldığımızı, kendi hayaletimizce kovalandığımızı ve tüm çabalarımıza karşın bireysel serüvenimizde sürekli olarak bir sürgünü ve tutsaklığı yaşamaya zorunlu olduğumuzu hiç unutmamamız gerekiyor."
İkinci öykü. Eşref Bey bir edebiyat öğretmeni. Hikâyeleri var falan. Onun da geçmişinde gidilememiş bir yer var, Raşel. Raşel bir yerdir, bir apartman dairesidir, bir sahildir.
Biri Eşref Bey'in yerine gidiyor bu kez. Kendisinin genç bir dostu. Raşel'le konuşuyor, Raşel de bir şehre gidemeyen. İstanbul gözünde tütüyor. 6-7 Eylül olaylarında İsrail'e gitmiş. Gidiş o gidiş. Eşref Bey, duvara asılmış çerçevelerin en parlaklarından, ve tozlu. İstanbul'sa bir daha görülmeye korkulacak bir yer. Neresinin değişmesinden korkmayız ki? Soru sorarak anlatıp şekil yaptım. Süper. Kızlar... Heh heh.
"Yıllar sonra ulaşılan sonuç ne olursa olsun geriye hiç olmazsa bir küçük savaş kalabiliyor. Ve sanımca bir insanı en çok bu savaş anlatıp tanımlayabiliyor."
Son hikâye. Hiçbir şey yazmıyorum, zira şu bölümden sonra kitabı bir kenara atıp yatağa uzandım ve bir sigara yaktım. Yok lan, oda kokarsa anneden bir ton azar işitirim. Sigara falan yakmadım ama düşündüm.
"(...) Tüm bu sözcüklerden sanırım şu sonucun çıkarılması gerekiyor: Aramızdaki her şey bir incelikti Sevil, sana anlatamadığım ve belki de hiçbir zaman anlatamayacağım bir incelik. Benzeri yenilmeleri yaşadığım insan ilişkilerinde de hep aynı incelik sözkonusuydu. İncelik, uyumsuzluk, korkaklık ya da aynı anlama çekebileceğin binbir olumsuz nitelik."
Kitabın epigrafı, Kavafis'in Şehir şiiri kitabın kendisi kadar güzel.
Lunapark Kapandı'da da bir gidemeyiş vardı en kralından. O tabii tuğla gibi roman olduğu için karakterlerin her bir olayını öğrenip gidemeyişlerine bir yorum yapabiliyoruz. Burada öyle değil. Levi'nin hikâyelerinde küçük küçük isteyişler var; görmek, koklamak, son bir kez daha görmek. İnsanlar gitmiyor, gidemiyor ama. Özlemle yetiniyorlar.
Geçmişin yüceltilmiş özleminin Tanpınar'la, İleri'yle birlikte üç güzelinden biri Levi. Hepsi ayrı olsa da Levi biraz daha ayrı, onun öykülerinde sokaklar, apartman daireleri vardır çünkü. İleri'nin apartmanlarının, semtlerinin aksine; apartmanlarla, şehirlerle özdeş insanlar mevcuttur. Kişisel yalnızlık diye bir şey türetip mantıklı olmasını beklesem tokadı basar mısınız? Ben basmam, Levi anlatıyorsa mümkün değil.
Wells'i biliyoruz. Öykülerini bilmiyoruz. Ben bilmiyordum, görmüş oldum. Çok güzelmiş. Üç beş tanesine biraz daha yakından bakalım.
Mor Mantar Başı: Azıcık sünepe bir beyefendinin şans eseri birkaç mantar bulup yemesi, sonra kafayı yiyip karısına, sevmediği tanıdıklarına gider yapması. Komedi gibi, biraz da Stephen King'in kafayı yiyen garsonunun olduğu hikâyenin biraz daha özü, basiti. Süper.
Felaket: Çok zor durumda kalan adamın ani kurtuluşu, sürprizli. Bunu ele almamın sebebi şu:
"Bu olaydan okurların onun tamamen umutsuz olduğunu düşünmemeleri için söz edilmiştir."
Ahmet Mithat Efendi tadında bir cümle, tabii onun kadar okuyucuyla yüz göz olma olayı yok. Arada bir iki tadımlık cümle var böyle. O zamanlar bunlar mevcutmuş demek ki.
Genel olarak bakınca öykülerin bazılarında muazzam bir olaya şahit olan bir tek kişinin olayı anlatması tekniği var. Dolayısıyla gerçeklikten emin olamıyoruz. Zaten o kaygı da güdülmediği için daha güzel. Ben mesela bir adam, "Cennete gittim, şöyle şöyleydi," dese ve oraları süper anlatsa hemen inanırım. Çünkü neden inanmayayım. Yani. Winslow adlı eskici gibi bir adam var, bir öyküde kahraman kendisi fakat başka bir öyküde de adı geçiyor. Neden bu ayrıntıyı verdim, bilmiyorum. Böyle ortak kişili metinleri çok seviyorum, sanırım ondan.
Deniz Avcıları: Stephen King'in Raft'ını bildik mi? Orada bir raftta mahsur kalan gençler vardı. Burada da denizden gelen acayip hayvanlar var, onlarla mücadele. Bu da gayet güzel.
Kristal Yumurta: İşte en somut benzerliği kurabileceğim öykü bu. Clark Ashton Smith'in Ubbo-Sathla'sına gidelim. Paul Tregardis, eskici gibi bir yerde bir küre mi diyeyim bilemedim, yuvarlak bir şey bulur. Dumanlı süt rengi diye bir şey var mı bilmiyorum, onun renginde bu yuvarlak şey. Kürede bazı şekiller görür, bakar da bakar. Meğersem Zon Mezzamalech isimli bilinmeyen çağlardaki bir büyücünün hayatını yaşıyormuş kürede. Çok acayip şeyler görüyor tabii, ilk zamanlara kadar gidiyor ve Ubbo-Sathla'nın çamur deryası halindeki Dünya'da hükümranlığında buluyor kendini. Sonra ortadan kayboluyor.
Bu yumurta da şeklen aynı. Işık doğru açıda düştüğünde içinde başka dünyaların görüntüleri var. Meğer orası bir yermiş ama söylemeyeceğim, heh heh. Alın okuyun arkadaş. Bay Cave de bu yumurtaya bakıyor da bakıyor, bağımlısı oluyor derken öykü süper.
Bıçak Altında: En baba öykülerden biri de bu.
Pollock ve Porrohlu Adam: Bir lanet öyküsü, lanetten kaçmaya çalışan bir adam var. Thinner gibi. Amma lakin ki tam öyle değil; Robert E. Howard'ın Cehennem Güvercinleri öyküsünde yılan gönderme olayı vardır. Voodoo gibi işlere girip yamuk yaparsan ayvayı yersin, kıçından ısırıverir yılan. Nalları dikersin. O öykü ABD'de geçiyor, burasıysa Sierra Leone. Burada da yılan gönderme olayı var. Atalar Amerika taraflarına göçmeden buralardaki ritüellere güzel örnekler var. Bu öykü de güzel.
Örümcekler Vadisi: Yine Stephen King, Yağmur Mevsimi. Örümceklerden nefret ederim. Ürpertici.
Bende bir takıntı var; böyle baba yazarların çoğu kitabını almazsam okumaya başlamıyorum onları. Arka arkaya devirmeliyim ki o yazarın tadı beynimde yer etsin. Capote böyle. Yedi sekiz tane var sanırım, ucundan giriştim. Sonra da diğer kitaplarını okumaktan vazgeçtim. Ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Neyse.
Evet, kitap. Kitap güzel. Bence filmin çok büyük bir payı var kitabın bu kadar tanınmasında. Yani çok fırtınalar koparmış sanırım, lakin ben giderek hissiz bir öküze döndüğüm için bende tesiri kısa sürdü; bir iki yerde içim bir hop etti, ne de güzel yazmış, helal dedim içimden. O kadar. Kürk Mantolu Madonna'nın bir tık altında ürperdim. Bence buradaki "hanım", Holly Golightly, çok süper bir insan. 14 yaşında evlenmiş, kocası alkolden gebermiş, işe giriyor, patron tacizinden sonra kaçıyor. Yaşlı bir çiftçiyle evleniyor, ondan da kaçıyor. Sonra büyük şehire geliyor, takılmalık abla olarak hayatını kazanıyor. Hediyeler, para, bilmem ne.
Audrey Hepburn ne kadar güzel ama filmi o açıdan gömüp atmış bence. Ben anlamadım o olayları pek, kendimden de bunu beklediğim için hiç şaşırmadım. Neyse, Holly'nin bir iki tribi var, bence muazzam. Cevaplamak istemediği bir soru sorulduğu zaman burnunu kaşıyor, direkt sallamıyor. Anahtarını kaybettiği, kaybedeceği için bir fotoğrafçının ziline basıyor sürekli.
Bir mantık hatası var, çeviriden kaynaklı da olabilir gerçi. José diye bir arkadaş var, bir yerde İngilizceyi pata küte konuştuğu belirtiliyor. Adam sular seller gibi konuşuyor sonra.
Holly bir yerde tutuklanıyor gibi bir şey oluyor, Paul da Holly'nin planlarının gerçekleşmeyeceğini, Brezilya'ya gidemeyeceğini söylüyor. Gitse bile vatanına bir daha asla dönemeyeceğini söylüyor. Holly'nin dediği şu: “Ne olur yani, zorlu küçük. Neymiş sanki, vatan dediğin rahat ettiğin yerdir. Ben hâlâ arıyorum.” Anladın mı, sürekli arayışlarda Holly. Bu yüzden sürekli yer değiştiren sevgileri, duyguları ve hayatı var. Kedisini azat ettiği bir bölüm var, orada da kimseye hiçbir söz vermediğinden bahsediyor. Kendisini bağlayan hiçbir şey yok. Bu yüzden de çekip gidebiliyor.
Böyle kitapları okurken, eğer iyi bir okuyucuysanız ve yazı işleriyle uğraşıyorsanız kitap yorumu dışında okuma ve yazma olayıyla alakalı söyleyeceğiniz üç beş şey oluyor. Zaten bir yazarın kendi yazı serüvenini anlatması, bir anlamda kendi otobiyografisi olmaz mı? Kuramsal olaylar bir açıdan bunun dışındaysa da aslında olayın içindedir; yazarın neyi nasıl yazdığı, yazarla ilgili bir fikir oluşturur. Tabii buradan Pamuk'un "gerçeklik-kurmaca" zıtlığına geliyoruz. Neyse, adım adım gidelim. İşte, söylenecek üç beş şey oluyor. Ben de uğraşan biri olarak biraz fikir belirteceğim.
"Saf" demek, böyle içinden akarsular akar ya, foşur foşur. Aktığı gibi yazmak yani. "Düşünceli"yse o akarsuya bent yap, baraj yap, şekiller yap, çok acayip aksın. O. Kullandığın anlatım teknikleri falan. Pamuk diyor ki bu ikisini süper şekilde birleştiren iyi yazardır. Evet. Çok güzel demiş. İşte bu kavramları ilk kez kullanan Schiller var, bilmem kim var. Öyle eski eski adamların kitaplarından düşünceler var.

Bağlantılarla uzayalım. Saf olsun, düşünceli olsun, yazar bir ressamdır. Yani yazara ressamlık vasfını yüklemen lazım. Bir kitabı okurken -vapurda, trende, otobüste, koltukta, yatakta- her paragrafta, satırda, harfte farklı bir resim görmek gerekir. Ben kitabı okumadan önce resimlerden ziyade bir film gibi düşünürdüm kitapları, arka arkaya akan sahneler bütünü. Diyalogları gözümde canlandırmaya çalışırdım, tabii kulaklarımla duyduğumu da biliyorum. Yolculukların bir an önce bitmesini sağlayan da bu kişisel filmler değil midir? Mesela eğer betim mevcutsa eşyaları, manzarayı olabildiğince detaylı olarak görmek isterdim, öbür türlü odayı, parkı vs. kendimce canlandırırdım. Sanırım ben bu ikincisini tercih ediyorum. Kitapta da yer alan Goriot Baba'yı düşünelim. Ben Goriot Baba'yı lisedeyken okumuştum ve ilk yüz sayfada ölüyorum sandım, çünkü pansiyonun bulunduğu sokak, pansiyon, duvarlar, tabaklar, insanlar öyle uzun uzun anlatılıyordu ki artık canımdan bezmiştim. Zevksiz değil, söylemek istediğim şey; okuyucuya hissettirilmeden verilen ayrıntıların okuyucuda resimleştirilmesi bir tık daha üstte. Tamamen kendi hayatımıza, kendi düşüncelerimize, kendimize göre gözlerimizin önünde belirmesi. Süper bir şey. Burada devreye giren olay işte "gerçeklik-kurmaca" zıtlığı. Pamuk'a göre ikisiyle de yaşayabiliriz, zira insan zıtlıklarla yaşayabilir. Orhan Pamuk'a, "Sen Kemal misin pampa?" diye soruyorlarmış, bahsedeceğim şey tam olarak bu tür bir gerçeklik değil.

Okuduğum hiçbir romanı gerçeklik açısından ele almadım, daha doğrusu gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymadım. Bütün romanların bir şekilde gerçek olduğunu biliyordum, fakat söz gelimi çok sevdiğim bir yazarla tanıştığımda, yazara kitabım(n)ı imzalattığımda, bir iki konuşabilme şansı elde ettiğimde romanlarıyla alakalı hiçbir şey sormadım, sormak bana ayıp bir şeymiş gibi geldi. Çünkü adamın aylarca uğraşıp ortaya koyduğu bir gerçekliği sorgulamak, o gerçeklikle yaşam arasında dandik bir soruyla bağ kurmak, adama hakaret etmekle aynı anlama geliyordu benim için. Romanların başka bir yaşam olduğu doğrudur, fakat her romanın ayrı bir can taşıdığını düşünmek daha çok hoşuma gidiyor. Yazarla olduğu kadar okuyucuyla da alakalı bir şey; ben kurduğum bu dünyanın yıkılmasını asla istemediğim için bunlara inanıyorum. Elimde hiçbir şey kalmadığı zaman bir tek romanlar kalacak çünkü, romanlar ve müzik.

Kitaba devam edek. Romanın okuyucuda uyandırdığı gerçekliğin temel öğeleri: zaman, karakter, olay örgüsü.

Pamuk'a göre yazar, karakterlerle özdeşleşebildiği, bu yolla başarılı karakterler ortaya koyabildiği sürece romana inanış güçlenir. Burada benim dandik hikâyelerimden, yazmaya çalıştığım romandan öğrendiğim bir iki şeyi anlatmak isterim. Karakter her şeydir aga. Kurgunun kralını yap, tekniğin kralını kullan, karakterin başarısızsa dük gibi kalıyorsun ortada. Fransız dükü gibi. Şekilli şemalli, haritalı bir roman yazım tekniğin yoksa, "saf" bir romancıysan biraz, karakterinin nereye gideceğini, nasıl davranacağını, ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmen gerekir. Onu bir insan gibi tanıman gerekir, yoksa sırıtır.

Karakter yaratımıyla alakalı birçok teknik var. Kimisi anne kızlık soyadına kadar özellik kağıdı hazırlar. Bir şablon üstünden karakter yaratır. Bu işte "düşüncelilik". Pamuk da diyor ki, "Teyzeciğim, ben Kemal olduğumu söyleyemem, bazen de söylerim." Anladın mı? Kemal'de Orhan'dan parçalar elbette olacak. Romanda siyaset açısından da olaya bu yolla yaklaşıyor Pamuk. Ben o adamları anlayabilmek için, onların neler hissettiğini duyumsayabilmek için onları yarattım diyor. Bu durumda o karakterlerin Pamuk'tan ne kadar farklı olduklarını düşünebiliriz ki? Lacivert'i düşünelim mesela. Tamamen bir ayrılık yok, çok büyük bir benzerlik de yok. Ortası işte, en süperi.

Karakterle ilgili başka bir şey; Pamuk biraz da okuyuculara güvenin diyor yazar adaylarına. Küçük ayrıntılardan ruh hali çıkarmak, derin karakter tahlillerine yeğdir. Evet.

Eşyalar, eşyalar... Eşyalar insanı delirtmezse başka ne delirtir, bilmiyorum. 85. sayfada eşyalarla ilgili güzel bir bölüm var, buraya almayıp direkt oraya yönlendiriyorum.

Olay zaten olay, kurgulayışına göre... Zaman konusunda Aristoteles'ten örnek veriyor Pamuk. Şiir, romanlar, sonsuz bir andan parçalar sunar. Film demiştim yazının başında, kare kare düşünelim. Romanın yaptığı budur; zamanı parçalamak veya zamanı bir bütün halinde, geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde içermek. Proust örneği var, Tanpınar örneği var.

Son olarak "merkez" mevzusu. Saf olalım, düşünceli olalım, romanın bir "merkez" noktası var. Ne kuruyorsak o merkezin etrafına kuruyoruz veya merkezin dışına çıkmadan kuruyoruz. Merkezin yeri azıcık değişirse koca bir romanı baştan yazmaya girişebiliyoruz. Kitapta örneklerle anlatılmış bu. Benim merkezden anladığım şu oldu: Romanı bir şey anlatmak için yazıyorsak -ki kendimizi kendimize anlatmamız da buna dahildir- merkez işte tam olarak bu anlatmaya çalıştığımız şey. Saflık, düşüncelilik, her şey, her şey bunun içinde veya çevresinde. Kuracağımız her bir cümle, seçeceğimiz her bir kelime bu merkezle alakalı olacak. Tabii artık merkezler kayabilir, birden çok merkez bulunabilir. Edebiyat çok acayip bir şey, istediğini yap.

Yani kısaca böyle bir kitap bu. Çok güzel.
Mesaadet Hanımefendi, yetmişlerini aşalı çok olmuş bir hanım. İstanbul'da, sahibi olduğu apartmanda üç torunu, oğlu ve geliniyle birlikte yaşıyor, bir de hizmetçiler var. Bir pazar sabahı başlıyor uzunöykü, öğleden sonra gibi bitiyor.

Başta Mesaadet'in sülalesine, İzmir'e gidiyoruz. Dürrüzadeler'den Mesaadet. Annesi Perran Hanımefendi. Sözlüsü Sermet Vasıf Bey. Aşık olduğu adam Rüştü Şahin. Ölü.
Ailecek zenginler, babasının mağazası var, deli iş yapıyor. Tarlaları varmış, satmışlar. Babasının dava vekilinin oğlu bu Rüştü Şahin. Zeki bir genç. Mesaadet'e aşık oluyor. Mesaadet de aşık buna. Yunanlılar işgal ediyor İzmir'i sonra, Rüştü Şahin savaşa gidiyor kendi isteğiyle. Dönemiyor. Sevmediği bir adamla evleniyor Mesaadet, İstanbul'a yerleşiyor. Sonra duygusuz, ruhsuz bir yaşantı. Seksene merdiven dayamış, huysuz bir kadın haline geliyor.

Kabaca böyle, şimdi derinlemesine bakarsak şöyle.

Burjuva ya Mesaadet, Rüştü'yle evlenmesi sıkıntılı tabii. Fakir bir aileden geliyor Rüştü. Perran Hanımefendi servet yönetmeye, aile yönetmeye alışık, duygularını kaybetmiş bir anne. Kızının Rüştü'yle evlenme düşüncesini aklından bile geçirmiyor. Mesaadet'se kurtulabilir bir insan o sıralarda, daha 17 yaşında bir kız. Rüştü'nün şöyle bir sözü var:

"'Mesaadet', demişti, 'böylece kaçsan evlensek, zengin kızı yoksula kaçtı olur. Eğer savaştan sonra asıl hak sahipleri yerine gelirse, sevdiği adamla evlendi, doğruyu yaptı diyeceklerdir. İlk söz gerçi önemli değil ama, ikincisi çok önemli. Bunu dedirtmeliyiz. Anca sevilenle yaşanılacağını da öğreteceğiz bilmeyenlere, birçok yapacaklarımızla birlikte. İzmir'in dört bir yöresinde dağ ateşleri yanıyor. Orta Anadolu'da kadınların, çocuklarının ölümüne ağlamaya vakitleri yok. Sen bir beni tutturmuşsun. Canının çektiğine, her şeyin hemen olmasına alışmışsın. Bekleyeceksin, herkesle birlikte mutlu olacağız.'"

İşte sınıf çatışmasına vurucu, kısa bir örnek. Ailenin Rüştü Şahin'e bakışı olumsuz değil, olumlu hiç değil. Tamamen kayıtsızlar. Bir ara Rüştü'nün babası, çocuğunun zeki olduğundan, Darülfünun'a yollamayı düşündüğünden bahsediyor, Mesaadet'in babasının cevabı şu: "Kardeş, biz okuduk da mı zengin olduk? Onun da eli ekmek tutsun, bak biz nasıl tuttuk." Rüştü'nün tuttuğu yolun bir çıkışı var kendi düşüncesine göre. Döndüğünde her şey değişmiş olacak, asıl hak sahipleriyle paylaşılacak zenginlikler, paralar falan. Bu rüyanın iki ayrı yıkılışı var. Biri, Rüştü zaten savaşta ölüyor. Mesaadet'in gitmemesi için yalvarmalarına, "Gitmezsen de savaş kazanılacak," demelerine aldırmıyor, gidiyor. Davasına inanmış bir adam, ne ki dönmek kısmet olmuyor. İkincisi de dönenler... Savaştan dönenleri büyük bir heyecanla izliyor Mesaadet, fakat Rüştü aralarında değil. Bir süre sonra dönmeyeceğini anlıyor, yıkılıyor. Reküyem Fore Dırim. Zafer kazanıldıktan sonra savaştan dönenlerle ilgilenilmiyor, sanki zaferi onlar kazanmamış gibi. Meydanlarda coşkulu konuşmaları yapanlar yine zengin kesim, işgalde malları yağmalanmasın diye toprağa hazine gömenler. Düzen aynen devam ediyor. Rüştü dönseydi bile istedikleri gibi olmayacaktı belki.

Mesaadet'in yalnızlığı da bir başka boyut. Aşık olduğu, bütün kalbiyle sevdiği adamın ölüsü bile gelmiyor geri. Konuşacağı kimse yok, yarı deli bir dadı olan Edadil'den başka ki onunla bile konuşulmuyor. İşte bu noktada kaybediyoruz Mesaadet'i; umutla dolu o genç, güzel kız bedenen olmasa da ruhen çöküyor. O artık bir ölü kadındır.

"Deli, tutkun Mesaadet, İzmir'de bırakılmıştı. Boş bir konakta, bakımsız, örümceklenmiş piyanosuna yaslanıyordu. Ben, vapurun güvertesinde, gözlerime basan yaşların buğuları ardında acıyla izliyordum onu. İzmir'de kalan küçük Mesaadet'e çok yazık oldu diyordum kendime."

İstanbul'a gitmeden önce babası tarafından sözlendirilmiştir, üç dört dil bilen bir bürokrat beyle. Arada sevgi yok, görev icabı yapılmış çocuklar var. "Kokusuz çiçeklere benziyorsun," diyen bir koca... Mustafa Kemal'in beğenisini kazanmış bir kadın Mesaadet, Atatürk, "Gazi" onun için. Öylesine güzel bir kadın. Kokusu Rüştü'yle beraber kaybolmuş.

İstanbul günleri bir servetin yönetiminden ibaret. Servetin yönetimi, zenginlikler ve incelikler. Burjuva incelikleri, adetleri, Mesaadet'in her şeyi olur. Kocası erken ölür, bir serveti yönetmek ona kalır. Yaşlılıktan yatağa mahkum olmuştur beş yıldır. Hizmetçisi vardır, uzunöykünün ortalarında ayrı bir bölüm vardır, italik. O bölümde Mesaadet'i dışarıdan, hizmetçinin gözünden görürüz. Kendi cümleleri, kendi düşünceleri yoktur artık, bir garip, huysuz kadındır Mesaadet. Harikalar odasında her şeye söylenen bu kadın, büyük abdestini yapmak için hizmetçisine muhtaçtır. İnsanlara muhtaçtır daha doğrusu, kaba insanlara, "köylülere" muhtaçtır.

Bir de Nedim var, torun. Komünist galiba. "Burjuvaların acıları olmaz," diyor, "Başkalarının yoksulluğu üstüne şato kurulmaz," diyor. Mesaadet beğenmiyor kendisini, o ne bilir yoksulluğu havalarında. Kendi de bilmiyor ya, çürümüşlüğünün son evresinde olduğunu gösterir bu.

Kitabın kapağında İstiklal Madalyası var, Rüştü Şahin'in.

Füruzan'a özgü spiral anlatı var yine. Çağrışımlarla bir geçmişe gidiyoruz, bir şimdiye geliyoruz. Bir bakıyoruz, Rüştü var yetmiş yaşındaki Mesaadet'in odasında. Bir bakıyoruz, meğer annesi olmuş Mesaadet. Süper.

Ellerinden öpeyim Füruzan, büyük keyif aldım okurken. Okuyun bence.