“Kapak Kızı”, Ayfer Tunç’un okuduğum ilk romanı oldu. Aynı zamanda yazarın “Kapak Kızı – Yeşil Peri Gecesi – Osman” üçlemesinin de ilk kitabı.
Yazar her ne kadar sözcük ekonomisti olmadığını söylese de laf kalabalığı yok; kitapta her sözcük, her cümle olması gerektiği kadar ve olması gerektiği için yer almış. Ayrıca anlatımında hiç acelesi yokmuş gibi bir üslup seziliyor. Fakat bu, romanın sürükleyiciliğine, akıcılığına, kendini okutan yapısına engel teşkil etmiyor.
Yazar, kar yağışı altında beyaza durmuş Ankara’dan İstanbul’a giden bir trenin yemekli vagonunu, orada çalışanları tasvirle başlıyor. Roman da bu yemekli vagonda “Ayın Kızı Şebnem”in hırçın, cesur karakteri ve bir o kadar da dramatik hikâyesi etrafında birbirleriyle daha önceden tanışmamış ancak Şebnem’i bir şekilde kendi hayatlarında konumlandırmış kahramanların bir araya gelmesiyle kurgulanıyor.
Yazar bir garson, bir banka müfettişi ve bir radyo programcısının dilinden ve iç dünyalarından geriye dönüş tekniğiyle kendi hayatlarında “Ayın Kızı Şebnem”in onları derinden etkileyen yönlerini bazen yadırgayarak bazen eleştirerek bazen de beğeni ve takdirle karşılayarak irdeliyor. Bir nevi romanın asıl kahramanının gıyabında bu üç kahramanının yaşamlarında onun yerini aktarıyor.
Gelin biraz da kitaptan alıntılar üzerinden romana mercek tutalım:
***“İşini iyi yapan, iyi yaparken çok sıkılan ama yine de belirlenmiş hedeflere ulaşmadan hayatını değiştirmeyi düşünmeyen insan.”
Banka müfettişi Ersin”in zihnini meşgul eden sorunlardan biridir bu düşünce. Yazar, “Şebnem” bağlamında bir araya getirdiği kahramanlarına hayatı sorgulatıyor. Yaşamdan beklentileriyle yaşamakta olduklarının aynı yönde ilerlemediğini fark ettiriyor onlara. Bu iç hesaplaşmalarda okuyucuyu olarak farkında olmadan siz de olaya dâhil oluyorsunuz. Zaman zaman hepimiz için geçerli olan bu sorgulamalar, bizi olduğumuz yerde saydığımız hissini yaşatır ya hani... Yazar; trenin yolda kalması, kar nedeniyle ilerleyememesi ile bir anlamda bunun altını çiziyor.
***“Hayatın tek doğrusu yoktu, hayatın sayısız doğrusu, sayısız yanlışı vardı, her hayat tekti, benzersizdi.”
Romanda hem radyo programcısı Selda’nın hem Ersin’in hem de garson Bünyamin’in hayatlarındaki doğru ve yanlışlarla mücadelesi de aktarılıyor. Aileyle, akrabalarla, eş ve dostla ilişkiler... Bu ilişkilerdeki bencilliklerin bir diğerine yaşattıkları; sevginin ve saygının yokluğu, azlığı veya aşırılığı; bu duyguların ikinci, üçüncü kişilerdeki karşılığı; şüphenin insanın içini kemiren sinsiliği... İnsan ruhunda derin yaralar açan duyguları ve bu duyguların zaman içerisinde doldurulamayan boşluklara dönüşümü, kurgunun satır aralarına ustaca yerleştirilmiş.
***“Korkaklığın kendisini ulaştırdığı nokta işte burasıydı, ortalama biri olup çıkmıştı sonunda.”
***“Oysa güvenli bir hayat istemek, ortalama olmak demekti.”
Bazılarımız hayatta emin adımlarla ilerlemek için herhangi bir sıkıntı olduğunda en az zararla atlatmanın yoluna bakarak hatta bir sorun gördüğünde mümkünse kenarından dolaşıp hiç bulaşmadan sıyrılmaya çalışarak devam ediyor yolculuğuna. Bazılarımız ise gözü kapalı atılıyor maceraya. Yaşayacaklarının sonunu bilemese de en azından özgürce kendi istekleri doğrultusunda şekillendiriyor hayatlarını. Güvenli, temkinli ama ortalama bir hayat mı? Yoksa mücadeleci, belirsiz, çetin ama ne istediğini bildiğin, sıra dışı bir hayat mı? İnsanın tekâmülü, olgunlaşması için ve en azından geriye dönüp de “keşkeler” biriktirmemesi için mücadeleyi göze alması gerekiyor. Beklentilerimizin gerçekleşme olasılığı, onlar için mücadele etmemiz ve gayrette olmamızla doğru orantılıdır aslında. Ayfer Tunç’un Ersin ve Selda üzerinden bize vermek istediği bir başka mesaj da bununla ilgilidir.
***“Başkalarının doğrularını bu kadar benimsemek, hayatını bir dersler silsilesi haline getirmişti sonunda.”
***“İyi aile çocuğu olunca, yanmadan öğreniyorsunuz ateşten uzak durmayı. Ama hiç değilse bir kere yanmak lazım.”
Yazar; Selda karakteri üzerinden kötülüklerden, deneyimden yalıtılmış, bir başka deyişle steril çocuklar yetiştirilmesine bir gönderme yapıyor bir anlamda. Çocuklarımızı sürekli bir koruma içgüdüsüyle yetiştiriyoruz. Onların sorunlarla mücadele etmesine imkân vermiyoruz. Bizim doğrularımızı ve bizim yanlışlarımızı sorgulamasını yaptırmadan onlara monte ediyoruz. Her biri kendi kimliğini oluştururken aslında anne babalarının birer kopyası haline geldiklerinin farkına varamıyorlar. Ne zaman ki evden, yuvadan kopuyorlar; işte o zaman uçmak için kanatlarının olmadığını ya da varsa da uçabilecek kadar güçlü olmadığını görüyorlar. Bazen o zamana kadar edindikleri birikimin gerçek hayatta karşılığını bulamıyorlar. Sorumluluk verilmemiş, ufku dar bireyler; güvenli bildiği yoldan ayrılmadan başkalarının doğrularının arkasından ilerlediği için kendini gerçekleştirme noktasında hüsrana uğruyor, hayatlarının bir döneminde mutlaka bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu durum, özellikle Selda’nın ve Ersin’in yaşadığı büyük boşluğun sebebi olarak karşımıza çıkıyor.
*** “Hani vardır ya böyle korkular... Hakkımda ne düşünürler korkusu...”
*** “Hiçbir şeyi takmadan hayatına biçim vermiş bir kadın vardı bu fotoğraflarda.”
Başkaları benim hakkımda ne düşünür korkusu, çoğumuzun kâbusudur aslında. Hayatının yönü hakkında karar verecek olan da seçtiği yolda ilerleyecek olan da bu yolda gerektiğinde zorluklarla mücadele edecek olan da bireyin kendisidir. Başkaları ancak seyreder, o da bir süreliğine... Bir süre sonra unutup gidecektir. Başkalarını dikkate almak yerine “Ben ne istiyorum, ben ne düşünüyorum?” demeyi öğrendiğimiz zaman ancak kendi benliğimize yolculuğumuz başlayacak ve kendimizi gerçekleştirmeye başlayacağız. Ancak yazar bu olguyu Şebnem karakteri üzerinden anlatırken, kahramanın hayata ve insanlara meydan okuduğunun altını çiziyor. Ersin ve Selda açısından bakıldığında Şebnem, varlığını kanıtlamak için kendini yok ediyor. Onlara göre Şebnem’in gözlerindeki “Ben varım, başkaları umurumda değil!” edası, yanlış bir mecrada yer alıyor.
*** “Kabullenmeyi, razı olmayı kolay kılacak bir yol, kendini kandırmak.”
Bünyamin’in karısı Cennet’le olan anlaşmazlıkları, ondan şüphe duyarak çıkmazlarda bocalaması, arada Şebnem’in fotoğrafını hatırlayarak zihnini rahatlatması ve son noktada her şeyi kabullenmeyi seçmesi; Ersin ve Selda’nın dışında yemekli vagonda takip ettiğimiz bir diğer hayat parçası olarak karşımıza çıkıyor.
*** “Bir cümle olabilir miydi bir hayatı değerli kılan? Yoksa tek cümleye sığdırılmış hayat çok mu boştu? Hayatın nesi doğruydu, nesi yanlış? Ya da bu türden soruları sormak doğru muydu?”
Velhasıl yemekli bir vagonda, ortak noktaları Şebnem olan ama bundan habersiz Ersin ve Selda’nın geçmişlerine, iç hesaplaşmalarına, Şebnem’le ilgili anılarına gidip geliyor; dergi kapağında Şebnem’in resmini görerek ondan çok etkilenen Bünyamin’in eşiyle ilgili sorunlarına değiniyor; arada da vagona girip çıkan müşteriler ve orada çalışanlara şöyle bir uğruyoruz.
Roman boyunca yazar, okuyucuda büyük bir “Şebnem” merakı oluşturuyor: “Gıyabında o kadar konuşulan, düşünülen Şebnem; ne durumda ve neler hissediyor? Böyle güzel, etkileyici ve zeki bir kız, neden bir dergide çıplak pozlar verir?” Ayfer Tunç, aklınızdaki soru işaretleriyle sizi bir sonraki kitaba yönlendiriyor. Merakınızı giderebilmek için “Yeşil Peri Gecesi”ni okuyun, diyor sanki. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de merakımı giderebilme hissine karşı koyamıyorum.
Serinin ikinci kitabını okumak niyeti ve isteğiyle iyi okumalar dilerim.