Toplam yorum: 3.080.123
Bu ayki yorum: 7.001

E-Dergi

Sevinç Karagöz

24 yıllık ortaöğretim kurumlarında (lise) Türk Dili ve Edebiyatı Uzman Öğretmen olarak görev yapıyorum. Okul dergi ve gazetelerinde editörlük çalışmaları yürütüyorum. Ayrıca bireysel olarak redaktörlük ve editörlük de yapıyorum. Görev yaptığım okulda öğretmen ve öğrencilerle katılımın gönüllülük esasına dayalı olduğu kitap sohbetleri düzenliyorum. Kitap okumanın insan yaşamına, bakış açısına getirdiği zenginlikleri öğrencilerime ve çevreme kavratmak için çaba gösteriyorum.

Sevinç Karagöz Tarafından Yapılan Yorumlar

1949’da Japonya’nın Kyoto şehrinde doğan Haruki Murakami’nin babası Budist bir din adamı, annesi ise bir tüccarın kızıdır. Gençliğini Kobe’de geçiren Murakami, üniversiteyi Tokyo’da Vaseda Üniversitesi’nden drama eğitimi alarak tamamladı. Eşiyle birlikte bir süre caz bar işleten yazarın kitaplarında, kahramanları vasıtasıyla okuruna sunduğu klasik müziğin kaynağının nereden geldiği de anlaşılabiliyor.

Bir beyzbol maçı izlerken roman yazmaya karar verdiğini söyleyen Murakami, Batı edebiyatıyla yakından ilgilenmiş; sürrealizm, postmodernizm, realizm, büyülü gerçekçilik, bildungsroman, pikaresk roman tarzlarında yazdığı romanlarla Japonya’da birçok ödülün sahibi olmuş. Birçok dile çevrilen kitaplarıyla popüler yazarlar arasına girmiş. Yine yazdığı bir romanı senaryolaştırarak beyaz perdeye aktarmış.

Sahilde Kafka, birçok okurun hızlıca okuyup bitirdiği, ancak sonunda biraz hüsran yaşadığı bir roman. Evet, ben de seri bir şekilde okuyup bitirdim, ancak sonunun hüsran olduğunu söyleyemem. Temelde insanın var oluş mücadelesi içinde birçok badireler atlattıktan sonra bazen başladığı noktaya geri dönüşünü ama bu dönüşünde farklı, olgunlaşmış bir benlik algısıyla dönüşünü bir kurgu eşliğinde işlemiş yazar. Başkahramanın evden kaçışı ve sonunda tekrar eve dönüşü; işte bu yolculuğun anlatısı.

Romanda pek çok kahraman var, ancak 15 yaşındaki Kafka Tamura başkahramanımız. Diğer önemli kahramanlar Nakata, Hoşino, Oşima ve Saeki Hanım ve bir de Karga –Çekçede Kafka, karga demek- adlı delikanlı (Hayali biri de olabilir; Kafka’nın üstbenliği de olabilir.) Hepsinin arka planında hayata aykırı düşmüş yönleri var. 15 yaş itibariyle babası tarafından lanetlenmiş olan Kafka’nın bu lanetiyle yazar, bizi Freud’un da Oedipus Kompleksi (Karmaşası) diye adlandırdığı Kral Oedipus’un mitolojik anlatısına götürüyor. Bu nedenle “Sahilde Kafka”yı okumayı düşünenlere, okumadan önce Sophokles’in “Kral Oedipus”unu okumalarını tavsiye ediyorum.

Kafka Tamura, birçok yönden doğal kabul edilmeyen olaylarla çevreleniyor. Bu noktada insanın kafası karışıyor, sahip olduğu genel ahlak kaideleri çerçevesinde okuduklarıyla çelişkiler yaşıyor. Romanda ensest ilişki, eşcinsellik, cinsellik fazla vurgulanarak normal ile normal olmayan, hayal ile gerçek arasına sıkıştırılmış durumda.

Kitapta Rus yazar Anton Çehov’dan bir alıntı var: “Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa sonunda mutlaka patlaması gerekir.” Oysa, kitapta birçok soru işareti bırakmış yazar. Bu yönüyle de eleştirebilirim. Mesela, Nakata’nın çocukluğunda başına gelen olayın nedeni belirtilmemiş. Sonradan da anlaşılabilir cinsten değil. Hiçbir şekilde çıkarım yapamıyorsunuz, muamma olarak kalıyor. Böylesi patlamamış tabancaları görüyorsunuz romanda. Yazarın kullandığı metaforlar daha doğrusu metafor yağmuru diyelim, büyülü gerçekçiliğin ya da fantastik gerçekçiliğin sonucu demek biraz hafif olur. Roman boyunca peşinizi bırakmıyorlar. Farklı âlemler, rüyalar, giriş taşı, âlemler arası yolculuk, iyiler ve kötüler, arafta kalanlar vs. bitmiyor, sonu gelmiyor. Büyülü gerçekçilikte yazar, bir metafor kullandığında bunu okura ne için kullandığını sezdirir; ancak, Murakami’de bu yönden bir nebze cimrilik var diyebilirim. Bir anlamda el yordamıyla anlamaya ve kavramaya, zihninizde bir yerlere oturtmaya çalışıyorsunuz.

Diğer yönden Nakata ve Hoşino’nun yolculuğu ya da yoldaşlığı beni gerçekten etkiledi. Nakata’nın nezaketi ve saflığı, yıllarca her türlü sorumluluktan kaçan Hoşino’yu değiştirip dönüştürüyor. Onun hayatına bir anlam katıyor. İkisinin arkadaşlığı, insanın içini ısıtıyor.

Kedileri çok sevdiğini söyleyen yazar, romanlarında kedileri de kullanıyor. Bu romanda da kedilere yer vermiş Murakami. Başlangıçta kedilerle konuşabilen Nakata’nın bu özelliği, sonrasında Hoşino’ya da geçiyor.

Yazarın müzik sevdasını “Sahilde Kafka” romanında da görüyoruz. Kahramanları vasıtasıyla bize bu romanda özellikle klasik müzik bilgisi ve konseri vermeden geçmiyor.

Yazar, kitapta farklı anlatıcılara yer vermiş. Bazen kahraman anlatıcı, bazen gözlemci bazen de ilahi anlatıcı sözü alıyor. Bu anlamda ustalıklı bir üslup oluşturmuş. Kahramanları birçok açıdan izleyebiliyorsunuz. Sizi okurken fazla yormayan, sade bir dil akışı ve cümle yapısı kullanmış. Böylelikle akıcılığı sağlamış.

Kitapla ilgili spoiler vermemek adına fazla detaya girmek istemiyorum. Eğer Haruki Murakami’den bir kitap okumadıysanız (bence 18 yaşını da aşmışsanız) bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Tabii yazarın üslubu gereği sonunda bazı soru işaretleri kalacağını göze alıyorsanız, heyecanlı bir serüven sizi bekliyor olacak.

Keyifli okumalar...
Kitabın yazarı Sinan Canan’ı ilk olarak Youtube’da “Açıkbeyin” kanalındaki sohbetleriyle tanımıştım. Videolarındaki samimi, yer yer esprili anlatımıyla takipçisinin ve sevenlerinin epey çok olduğunu biliyorum. Akademisyen, biyolog, sinirbilimci, araştırmacı, eğitimci ve yazar olarak çok yönlü bir kimliğe sahip. Kendi söylemiyle “Hayatın, tek bir işle uğraşmak için fazla uzun; insanın ise, tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık olduğuna” inanıyor ve bu yönde çalışmalarına elinden geldiğince devam ediyor.

Üç kitaplık bir seri olan “İFA”nın ilk kitabı “BEDEN” ismini taşıyor. “Beden”, iki bölümden oluşmuş. İlk bölüm “İnsan bedeni oturmak ve hareketsiz kalmak için tasarlanmamıştır.” denilerek “İFA-1: Hareket” başlığı altında yer alıyor. İkinci bölüme ise “”Doğada hayatta kalmak için uyumlanmış beslenme sistemimiz, modern dünyada aşırı beslenme sorunlarından dolayı başımıza büyük dert oluyor.” denilerek “İFA-2: Az, Çeşitli ve Aralıklı Yemek” başlığı atılmış.

Kitap, 19. yy.a ait bir efsane olan “Çıplak Gerçek” ile başlayarak daha başında okuyucuyu kendine çekmiş. “Giriş” bölümünde; insanın biyolojik sınıflandırması, insanın tek bir tür olduğu, insanın biyolojik evrimi (İlginç bir şekilde İslam ile evrimi birleştirmeyi başarmış diyebilirim çünkü aklımdaki soru işaretlerinden bazılarının bilimsel karşılığını vermiş.), canlılar arasındaki akrabalık bağları biyoloji bilimi çerçevesinde ama okuyan her kişinin anlayabileceği bir sadelikle anlatılmış. Diğer bölüme geçilmeden önce de yazar okuyucuyu “Kaos Güzeldir” başlığı altında uyarıyor: “... ne yaparsak yapalım, rutinden kaçınalım; kaosu hayatımıza davet edip onu kullanmanın yollarını öğrenelim. ... Fazla programlı ve yeknesak bir yaşam, beden sistemimizle uzun vadede bozuşmamıza neden olabilir.”

“Hareket” başlığının altında öncelikle hareketsizliğin bizi neden hasta ettiğine vurgu yapılmış. Bir canlıda beyin varsa hareketin de olduğu belirtiliyor. Hareket aynı zamanda ömrü de uzatan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Atalarımıza baktığımızda onların da oturdukları yerde kalmadıklarını görüyoruz. Zihin ve beden sağlığımız için hareket etmek şart! Bedenlerimiz aslında harekete ayarlı. Bunun en iyi örneği de çocukluk çağlarımız. Fakat insanoğlu avcı-toplayıcı çağdan tarımın keşfedilmesine, tarımdan sonra da yüksek teknolojili dijital bir dünyaya evrilerek hareketten adım adım uzaklaşıyor. Bu, aynı zamanda beyinlerimizin de küçülmesine sebep oluyor.

Sinan Canan; bölümün devamında insana en uygun hareket türlerinden, kadın ve erkek bedenindeki hareket farklılıklarından, egzersiz ile bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiden, kaotik ve izometrik egzersizlerin ne olduğu ve bunların neden daha iyi olduğundan, bedenle öğrenmek arasındaki ilişkiden ve dijital sağlıktan bahsediyor.

“Az, Aralıklı ve Çeşitli Beslenme” bölümüne geldiğimizde şeker, yağ ve protein’in kısa hikâyesinin biraz da bilimsel olarak (mümkün olduğunca anlaşılabilir bir dille) anlatıldığını görüyoruz. Devamında yağ oranının fazla olmasının nedenleri, daha fazla kalori almamızın nedeni, atalarımızın beslenmesi, açlık hali ve açlığın yağlarla ilişkisi, yüksek yağlı düşük karbonhidratlı beslenme (YYDK), KETO ve YYDK diyetleri arasındaki fark, açlık hormonları (insülin, leptin, ghrelin, glukagon benzeri peptid-1, kolesistokinin, peptid, nöropeptid Y, kortizol, dopamin), sağlıklı beslenmenin kısa yolu (sağlıklı beslenmeyle ilgili basit kurallar), endüstriyel gıdanın sakıncaları, tat ve lezzet, GDO’lu yiyecekler, mevsiminde tüketmenin önemi gibi konular üzerinde duruluyor.

Kitabın dikkatimi çeken bir yönü de yazarın tıp konusundaki söylemleri. Tıbbın asıl işinin sağlığı korumak ve sürdürmek anlamında koruyucu hekimlik meselesi olduğunu belirtiyor. Modern tıbbın ise hastalıkların tedavisine odaklandığını ifade ediyor.

Özet olarak kitap, hem bedenen hem zihnen bizi geliştirecek bilgileri bulabileceğimiz bir başucu kitabı niteliğinde hazırlanmış. Bu alanda uzman birinin kaleminden bedeninizin bilinmeyenlerini okumak zihninizi, bedeninizi ve ufkunuzu açacaktır. İFA serisinin II. kitabı “İlişkiler ve Stres”te buluşmak dileğiyle keyifli okumalar...

Hayatının öznesini kaybetmiş bir baba ve henüz beş yaşındayken annesini kanserden kaybetmiş 10 yaşında bir kız çocuğu...

Calypso, annesini kaybettikten sonra fiziksel olarak olmasa da ruhsal olarak babasını da kaybetmiş bir çocuktur. Aynı çatı altında iki kişilik bir aile olmaya çalışır hatta bir yandan okuluna devam ederken bir yandan da küçük yaşına rağmen babasının ve ev işlerinin bakımını da üstlenir. Ancak bir süre sonra küçük omuzlarına bunca yük ağır gelir. Bedenen ve ruhen yorulmuştur.
Kendini kitapların dünyasında gerçeklerden kaçarak rahatlatmaya çalışmaktadır. Kitaplar ve evindeki annesinden kalan kütüphane odası onun sığınılacak bir limanıdır. Babası ise yıllardır limon üzerine araştırmalar yaparak kitap çıkarmayı hedefleyen biridir. Bir anlamda gerçeklerden kaçış yoludur. Aynı kaçış yolunu kızına da yansıtmaktadır. Ağlamak ve güvendiği birilerine sarılmak babası tarafından engellenmiş, bunun güçsüzlük göstergesi olduğu telkin edilmiştir.

Calypso’nun etrafı duvarlarla örülmüş dünyası, okuluna yeni gelen bir kız olan Mae ile değişir. Kendisi gibi kelimeleri ve kitapları seven biridir. Mae ve ailesi, özellikle de Mae’nin annesi sayesinde Calypso ve babasının asosyal yaşamı değişmeye ve dönüşmeye başlar.

Kızımın en sevdiği kitaplardan biri olduğu için özellikle okuduğum, sürükleyici ve duyguları seçilen kelimelerle bire bir hissettirebilen, gerçekten etkileyici bir kitap.

Kitabın bir başka güzel yanı ise içine klasikler arasına girmiş birçok güzel kitap adının da çok ustaca yerleştirilmiş ve özellikle bunları okuma isteği uyandıracak bir şekilde verilmiş olmasıdır. Bunu, kendi kızımda da gözlemlemiş oldum. Bu anlamda okudukça okutan bir kitap diyebilirim.

Her ne kadar çocuk ve gençlere yönelik olsa da her yaştan okuyucuya hitap edebildiğini rahatlıkla ifade edebilirim.

“Kapak Kızı”, Ayfer Tunç’un okuduğum ilk romanı oldu. Aynı zamanda yazarın “Kapak Kızı – Yeşil Peri Gecesi – Osman” üçlemesinin de ilk kitabı.

Yazar her ne kadar sözcük ekonomisti olmadığını söylese de laf kalabalığı yok; kitapta her sözcük, her cümle olması gerektiği kadar ve olması gerektiği için yer almış. Ayrıca anlatımında hiç acelesi yokmuş gibi bir üslup seziliyor. Fakat bu, romanın sürükleyiciliğine, akıcılığına, kendini okutan yapısına engel teşkil etmiyor.

Yazar, kar yağışı altında beyaza durmuş Ankara’dan İstanbul’a giden bir trenin yemekli vagonunu, orada çalışanları tasvirle başlıyor. Roman da bu yemekli vagonda “Ayın Kızı Şebnem”in hırçın, cesur karakteri ve bir o kadar da dramatik hikâyesi etrafında birbirleriyle daha önceden tanışmamış ancak Şebnem’i bir şekilde kendi hayatlarında konumlandırmış kahramanların bir araya gelmesiyle kurgulanıyor.

Yazar bir garson, bir banka müfettişi ve bir radyo programcısının dilinden ve iç dünyalarından geriye dönüş tekniğiyle kendi hayatlarında “Ayın Kızı Şebnem”in onları derinden etkileyen yönlerini bazen yadırgayarak bazen eleştirerek bazen de beğeni ve takdirle karşılayarak irdeliyor. Bir nevi romanın asıl kahramanının gıyabında bu üç kahramanının yaşamlarında onun yerini aktarıyor.

Gelin biraz da kitaptan alıntılar üzerinden romana mercek tutalım:

***“İşini iyi yapan, iyi yaparken çok sıkılan ama yine de belirlenmiş hedeflere ulaşmadan hayatını değiştirmeyi düşünmeyen insan.”

Banka müfettişi Ersin”in zihnini meşgul eden sorunlardan biridir bu düşünce. Yazar, “Şebnem” bağlamında bir araya getirdiği kahramanlarına hayatı sorgulatıyor. Yaşamdan beklentileriyle yaşamakta olduklarının aynı yönde ilerlemediğini fark ettiriyor onlara. Bu iç hesaplaşmalarda okuyucuyu olarak farkında olmadan siz de olaya dâhil oluyorsunuz. Zaman zaman hepimiz için geçerli olan bu sorgulamalar, bizi olduğumuz yerde saydığımız hissini yaşatır ya hani... Yazar; trenin yolda kalması, kar nedeniyle ilerleyememesi ile bir anlamda bunun altını çiziyor.

***“Hayatın tek doğrusu yoktu, hayatın sayısız doğrusu, sayısız yanlışı vardı, her hayat tekti, benzersizdi.”

Romanda hem radyo programcısı Selda’nın hem Ersin’in hem de garson Bünyamin’in hayatlarındaki doğru ve yanlışlarla mücadelesi de aktarılıyor. Aileyle, akrabalarla, eş ve dostla ilişkiler... Bu ilişkilerdeki bencilliklerin bir diğerine yaşattıkları; sevginin ve saygının yokluğu, azlığı veya aşırılığı; bu duyguların ikinci, üçüncü kişilerdeki karşılığı; şüphenin insanın içini kemiren sinsiliği... İnsan ruhunda derin yaralar açan duyguları ve bu duyguların zaman içerisinde doldurulamayan boşluklara dönüşümü, kurgunun satır aralarına ustaca yerleştirilmiş.

***“Korkaklığın kendisini ulaştırdığı nokta işte burasıydı, ortalama biri olup çıkmıştı sonunda.”
***“Oysa güvenli bir hayat istemek, ortalama olmak demekti.”

Bazılarımız hayatta emin adımlarla ilerlemek için herhangi bir sıkıntı olduğunda en az zararla atlatmanın yoluna bakarak hatta bir sorun gördüğünde mümkünse kenarından dolaşıp hiç bulaşmadan sıyrılmaya çalışarak devam ediyor yolculuğuna. Bazılarımız ise gözü kapalı atılıyor maceraya. Yaşayacaklarının sonunu bilemese de en azından özgürce kendi istekleri doğrultusunda şekillendiriyor hayatlarını. Güvenli, temkinli ama ortalama bir hayat mı? Yoksa mücadeleci, belirsiz, çetin ama ne istediğini bildiğin, sıra dışı bir hayat mı? İnsanın tekâmülü, olgunlaşması için ve en azından geriye dönüp de “keşkeler” biriktirmemesi için mücadeleyi göze alması gerekiyor. Beklentilerimizin gerçekleşme olasılığı, onlar için mücadele etmemiz ve gayrette olmamızla doğru orantılıdır aslında. Ayfer Tunç’un Ersin ve Selda üzerinden bize vermek istediği bir başka mesaj da bununla ilgilidir.

***“Başkalarının doğrularını bu kadar benimsemek, hayatını bir dersler silsilesi haline getirmişti sonunda.”

***“İyi aile çocuğu olunca, yanmadan öğreniyorsunuz ateşten uzak durmayı. Ama hiç değilse bir kere yanmak lazım.”

Yazar; Selda karakteri üzerinden kötülüklerden, deneyimden yalıtılmış, bir başka deyişle steril çocuklar yetiştirilmesine bir gönderme yapıyor bir anlamda. Çocuklarımızı sürekli bir koruma içgüdüsüyle yetiştiriyoruz. Onların sorunlarla mücadele etmesine imkân vermiyoruz. Bizim doğrularımızı ve bizim yanlışlarımızı sorgulamasını yaptırmadan onlara monte ediyoruz. Her biri kendi kimliğini oluştururken aslında anne babalarının birer kopyası haline geldiklerinin farkına varamıyorlar. Ne zaman ki evden, yuvadan kopuyorlar; işte o zaman uçmak için kanatlarının olmadığını ya da varsa da uçabilecek kadar güçlü olmadığını görüyorlar. Bazen o zamana kadar edindikleri birikimin gerçek hayatta karşılığını bulamıyorlar. Sorumluluk verilmemiş, ufku dar bireyler; güvenli bildiği yoldan ayrılmadan başkalarının doğrularının arkasından ilerlediği için kendini gerçekleştirme noktasında hüsrana uğruyor, hayatlarının bir döneminde mutlaka bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu durum, özellikle Selda’nın ve Ersin’in yaşadığı büyük boşluğun sebebi olarak karşımıza çıkıyor.

*** “Hani vardır ya böyle korkular... Hakkımda ne düşünürler korkusu...”

*** “Hiçbir şeyi takmadan hayatına biçim vermiş bir kadın vardı bu fotoğraflarda.”

Başkaları benim hakkımda ne düşünür korkusu, çoğumuzun kâbusudur aslında. Hayatının yönü hakkında karar verecek olan da seçtiği yolda ilerleyecek olan da bu yolda gerektiğinde zorluklarla mücadele edecek olan da bireyin kendisidir. Başkaları ancak seyreder, o da bir süreliğine... Bir süre sonra unutup gidecektir. Başkalarını dikkate almak yerine “Ben ne istiyorum, ben ne düşünüyorum?” demeyi öğrendiğimiz zaman ancak kendi benliğimize yolculuğumuz başlayacak ve kendimizi gerçekleştirmeye başlayacağız. Ancak yazar bu olguyu Şebnem karakteri üzerinden anlatırken, kahramanın hayata ve insanlara meydan okuduğunun altını çiziyor. Ersin ve Selda açısından bakıldığında Şebnem, varlığını kanıtlamak için kendini yok ediyor. Onlara göre Şebnem’in gözlerindeki “Ben varım, başkaları umurumda değil!” edası, yanlış bir mecrada yer alıyor.

*** “Kabullenmeyi, razı olmayı kolay kılacak bir yol, kendini kandırmak.”
Bünyamin’in karısı Cennet’le olan anlaşmazlıkları, ondan şüphe duyarak çıkmazlarda bocalaması, arada Şebnem’in fotoğrafını hatırlayarak zihnini rahatlatması ve son noktada her şeyi kabullenmeyi seçmesi; Ersin ve Selda’nın dışında yemekli vagonda takip ettiğimiz bir diğer hayat parçası olarak karşımıza çıkıyor.

*** “Bir cümle olabilir miydi bir hayatı değerli kılan? Yoksa tek cümleye sığdırılmış hayat çok mu boştu? Hayatın nesi doğruydu, nesi yanlış? Ya da bu türden soruları sormak doğru muydu?”
Velhasıl yemekli bir vagonda, ortak noktaları Şebnem olan ama bundan habersiz Ersin ve Selda’nın geçmişlerine, iç hesaplaşmalarına, Şebnem’le ilgili anılarına gidip geliyor; dergi kapağında Şebnem’in resmini görerek ondan çok etkilenen Bünyamin’in eşiyle ilgili sorunlarına değiniyor; arada da vagona girip çıkan müşteriler ve orada çalışanlara şöyle bir uğruyoruz.

Roman boyunca yazar, okuyucuda büyük bir “Şebnem” merakı oluşturuyor: “Gıyabında o kadar konuşulan, düşünülen Şebnem; ne durumda ve neler hissediyor? Böyle güzel, etkileyici ve zeki bir kız, neden bir dergide çıplak pozlar verir?” Ayfer Tunç, aklınızdaki soru işaretleriyle sizi bir sonraki kitaba yönlendiriyor. Merakınızı giderebilmek için “Yeşil Peri Gecesi”ni okuyun, diyor sanki. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de merakımı giderebilme hissine karşı koyamıyorum.

Serinin ikinci kitabını okumak niyeti ve isteğiyle iyi okumalar dilerim.
“Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik, var olmuş bir zekânın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekânın var olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok.” Peyami Safa

Neden bu kitap? Peyami Safa denince akla hep “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” gelir ancak bu kitabı hemen hatırlayan pek çıkmaz. Bana göre “Türk Edebiyatının Kıymeti Bilinememiş Eserler” başlığı altında adı ön sıralarda yazılması gereken kitaplardan biridir.

Yazarın kaleme aldığı romanları içinde en fazla beğendiğini ifade ettiği romanı olan Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, anlatım tekniği ve olay örgüsü bakımından bütün eleştirmenlerce Türk edebiyatının en ciddi psikolojik romanı kabul edilmektedir.

Eser kâh korkudan ürperdiğiniz kâh bilimsel konularla dağıldığınız kâh rüya-hayal-gerçek anaforunda yolunuzu kaybettiğiniz kâh zihninizi takatsiz bırakan seyriyle sizi sizden alıp uzaklara savuracak bir düşünce kitabıdır bence. İlk etapta size roman gibi gelebilir ama bilinçaltınızdaki detayları maharetle bilincinize yansıtan muhteşem bir aynadır.

Modern roman özelliği de taşıyan bu eser, yazarının bütün eserlerinde olduğu gibi Doğu-Batı sentezini savunur. Peki, Doğu-Batı sentezi nedir? Yazara göre Doğu ruhu, Batı ise maddeyi temsil eder. Ve insan tek başına ne ruh ile ne de madde ile var olabilir. O halde ideal olan ikisinin sentezidir. Bu sentezi eserinde kahramanı Ferit üzerinde kurgular.

Tıp öğrencisi olan Ferit, karşılaştığı bazı olağanüstü olayları bilimsel yollarla açıklayamaz. Bunalımlar yaşar, krizler geçirir; kız arkadaşı Selma ile tartışmaları artar ve bir süre sonra onunla da arası açılır. Bu sıkıntılı günlerde aynı pansiyonda yaşayan arkadaşı Aziz’den büyük destek görür. Teyzesinden yüklü bir miras kalan Ferit, yaşadığı bu sıkıntıları atlatabilmek için Aziz’in de tavsiyesiyle Ada’da bir ev kiralar. Ancak kiraladığı bu ev, bir yıl önce gizemleriyle birlikte ölen Matmazel Noraliya’ya aittir.

Bundan sonrasını da size bırakıyorum. Ancak vakit geçirmek için okumayı düşünürseniz hemen vazgeçin! Özellikle zaman ayırmak, sadece kitaba odaklanmak, sakin kafayla, başka bir şey düşünmeden dikkatle okumak gerekir bu romanı. Yazarın muazzam bir kelime zenginliğine ve lezzetli bir edebi dile sahip olduğunu ifade etmeden geçmeyelim. Peyami Safa’yı okurken yepyeni kelimeler öğrenebildiğimiz gibi bir cümle içerisinde kullanılabilecek en doğru kelimeyi seçebilme yeteneğini de açıkça görebiliyoruz.

Hani bazı kitaplarda okuduğumuz cümleler bizi etkiler de altını çizer veya bir yerlere not alırız ya işte öyle cümlelerle dolu, tekrar tekrar okuyup da her bir kelimenin nasıl da hakkını vere vere yer bulduğunu düşüneceğimiz bir üslupla inşa edilmiş eserdir.

Psikolojiye hükmeden, ayrıca düşündüren eserler okumayı seviyorsanız bu kitabı hemen okuma listenize ekleyin!