Toplam yorum: 3.078.622
Bu ayki yorum: 5.500

E-Dergi

mlatifastan Tarafından Yapılan Yorumlar

Kırmızı Pazartesi, Nobel Ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1981 yılında yayınlanan bir romanıdır. Yazarın çocukluğunun geçtiği kasabada yaşanan gerçek bir olaya dayanan roman, ilk satırından itibaren Santiago Nasar'ın başına gelecekleri okuyucuya söyler. Ancak ilk satırda sonunu bilmemize rağmen kitap sürükleyiciliğinden hiçbir şey kaybetmemiş.

Kitap Santiago Nasar'ın öleceği bilgisi ile başlar. Ancak okuyucu en çok meraklandıran ve okumaya teşvik eden yanı; Santiago Nasar'ın niye öleceği, kimin öldüreceği, neden öldüreceği gibi sorulara cevap bulma isteğidir. Yazar konuyu, olayı araştıran birinin ağzından okuyucuya anlatır.

Kırmızı Pazartesi, kısa bir romandır ve sakin bir hafta sonunda rahatlıkla bitirilebilecek bir uzunluktadır. Yazarın sade ve akıcı üslubu kitabı okumayı kolaylaştırmaktadır. Daha ilk satırlarda sonunu bilmemize rağmen bu sona giden süreci merak ettirmesi ve hikaye ilerledikçe bundan bahsetmesi kitabın sürükleyiciliğini artırmaktadır.

Kitabın içeriği ve üslubu haricinde beni en çok etkileyen yanı bunun gerçek bir olaya dayanması olmuştur. Küçük bir kasabada yaşayan insanların, yaşanacak bir cinayete vermiş oldukları tepkiler beni hayrete düşürmüştür. Bu roman bana daha önce okuduğum "Kitty Genovese Cinayeti"ni hatırlattı. Kitty Genovese gece vakti evine dönerken saldırıya uğruyor ve çevredekilerden yardım istiyor. Ancak saatler geçmesine rağmen kimse yardım etmeye gelmiyor, saldırgan Kitty Genovese'yi öldürüyor. Polis ve ambulans sonrasında olay yerine geliyor ve yapılan incelemelerde tam 38 kişinin olayı gördüğü veya yardım çığlıklarını duyduğu, olaya tanık olduğu ortaya çıkıyor. "Seyirci Etkisi" olarak adlandırılan bu durumda insanlar, zaten birileri haber verir, zihniyetiyle sorumluluk almaktan kaçınıyor ve yaşananlara seyirci kalabiliyor. Benzer bir durumu bu romanda da görüyoruz.

Gabriel Garcia Marquez'in bu kitabını keyifle ve heyecanla okuyacağınızı düşünüyorum. Hepinize keyifli okumalar.
Merhaba sevgili kitap dostları;

Bu yazımda size Irvin Yalom’un Nietzsche Ağladığında isimli romanını yorumlamaya çalışacağım. Yalom yarı gerçek, yarı kurgu olarak yazdığı bu kitabında deha filozof Friedrich Nietzsche ile Psikanalizm’in kurucusu Sigmund Freud’un yakın arkadaşı ve hocası olan Josef Breuer’in karşılaşmasını ve birbirlerine konuşma terapisi yolu ile yardım etmelerini anlatıyor.

Bu kitabından evvel Yalom’un “Günübirlik Hayatlar” ve “Divan” kitaplarını okumuştum. "Divan" kitabını hem konusu hem de işleniş biçimi olarak daha çok beğendiğimi ifade etmeliyim. Buna rağmen böyle bir kurguyu düşünmüş olması bile “Nietzsche Ağladığında” kitabını okumak için gayet yeterli bir sebeptir.

Kitap 19. yüzyılın son dönemlerinde Viyana'da geçiyor. İşinde başarılı bir doktor olan Josef Breuer buna rağmen evde mutsuzdur. Eşiyle arası gittikçe açılmaktadır. Kendini işine daha fazla vermeye ve evden daha fazla uzaklaşmaya başlamıştır. Yakın dönemde hastası Bertha P. ile yakından ilgilenmesi ve karısının buna tepki göstermesi doktoru yeni bir sıkıntıya sokmuştur. Öte yandan Friedrich Nietzsche ise tamamen başka sebeplerden ötürü bir bunalım içerisindedir. Nietzsche’nin arkadaşı olan ve bazı sebeplerle filozofun yaşadığı bunalımın nedenlerinden biri olan Lou Salomé’nin Dr. Josef Beuer ile buluşmasıyla hikaye başlar. İsminden dolayı hikayenin Friedrich Nietzsche'yi anlattığını düşünürken sayfalar ilerledikçe Breuer'in de gözyaşları olduğu anlaşılır.

Varoluşçu bir psikoterapist olan Irvin Yalom kitabını da bu bakış açısı ile kaleme almıştır. Yaşamın anlamlandırılması, bireyin yalnızlığı, kendi var oluşunu bulma gibi konuları kitabında ustaca işlediğini söyleyebilirim. Özellikle Josef Breuer’in Friedrich Nietzsche ile yaptığı sohbetlerde kendini bulma arayışını anlattığı kısımları ve diyalogları çok beğendim. Kitabın sonlarına doğru Doktor Josef Beuer ile karısı Mathilde arasında geçen diyaloğun bir kısmını özellikle beğendim. Çok fazla detaya girip de kitabı henüz okumamış olan okuyucuların tadını kaçırmak istemiyorum ama bahsettiğim kısımda eşi Mathilde’nin Josef Breuer’e verdiği cevapları iyi analiz etmenizi öneririm. Ayrıca Friedrich Nietzsche’nin ağzından anlatılan kısımlarda filozofa ait aforizmaların ve sözlerin bir kısmı etkileyici ve düşünmeye sevk edici türdendi. Üslup olarak da kitap sade ve akıcı bir dile sahip.

Yukarıdaki paragrafta kitapla ilgili olumlu görüşlerime yer verdim. Bu kısımda ise olumsuz görüşlerimi paylaşacağım. Çoğunuzun bildiği üzere Friedrich Nietzsche tanrıtanımaz bir filozoftur. Tanrı’yı öldürmüş ve kişisel kurtuluşuna bu yolla ulaşmaya çalışmış biridir. Yahudi kökenli olmasına rağmen Irvin Yalom’un da tanrıtanımaz olduğu bilinmektedir. Yazarın önceki kitaplarında görmediğim bir şekilde bu kitabında tanrıtanımazlığa yönelik alttan alta bir övgü olduğunu sezinledim. Yazarın bu durumu hayatı anlamlı kılmak, dinin boyunduruğundan kurtulmak, yaşamdan keyif almak vb. için ödenmesi gereken bir bedel olarak gördüğünü düşündüm ve bu düşünce şekli beni rahatsız etti. İnsanın dini bütün bir şekilde de hayatını anlamlı kılabileceğini, yaşamdan keyif alabileceğini, kendini gerçekleştirebileceğini düşünüyorum. Ayrıca Friedrich Nietzsche’nin yaşadığı bunalımda Tanrı’yı reddetmesinin ciddi bir payı olduğu fikrindeyim.

Yazımı tamamlamadan evvel son olarak kitaptan altını çizdiğim sözlerden bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum.

“Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.” (s.103)

“İnsanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesidir.” (s.156)

“İnsan ruhu, yaptığı seçimlerle belirlenir!” (s.255)

Keyifli okumalar..
"Tutunamayanlar" Türk edebiyatının ilk post-modern romanı olarak nitelendirilir. 1970 TRT Roman Ödülü'nü kazanmıştır. Çoğu yazar ve eleştirmene göre Türk edebiyatının dönüm noktası olarak kabul edilir. Kitapla ilgili söylenmiş sözler içerisinde en çok hoşuma giden Berna Moran'ın "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" sözü olmuştur.

"Tutunamayanlar" Oğuz Atay'ın ilk romanıdır. Otobiyografik özellikler taşıdığı söylenir. "Tutunamayanlar" romanını ithaf ettiklerinden biri olan Sevin Hanım, diğeri Ural Beydir. Ural Bey intihar eden bir arkadaşıdır ve Oğuz Atay'la yapılan bir röportajda; "Selim Işık kimdir?" sorusuna; "İntihar eden bir arkadaşım, Ural var (...). Belki ben varım. Adlarını yazmanın sakıncalı olacağı birkaç arkadaşım var." diyerek cevap vermiştir. Yazarın karakterlerine çoğu zaman etrafındaki insanlar ilham vermiştir.

"Tutunamayanlar" için üç grup okuyucu olduğu söylenir. İlk grupta kitabı duyan ama hiç okumayanlar; ikinci grupta kitaba başlayan ama bitiremeyenler ve üçüncü grupta kitabı okuyup bitirenler yer alır. Ben kitabı iki kez okuyan bir okur olarak üçüncü grupta yer alanlardanım. Kitabın hem kalınlığından hem de kulaktan dolma "okunması çok zor, anlaşılmaz, yazar aklına gelenleri yazarak kitap çıkarmış" benzeri yanlış bilgilerden ötürü çoğu insan ya kitaba hiç başlamak istemiyor ya da başlarda kitabı anlamayacağını düşünerek yarım bırakıyor. Tabii ki okunuşunun kolay olduğunu iddia etmiyorum. Özellikle noktalama işaretlerinin olmadığı bir bölüm var ki ilk bakışta "Ben ne yapacağım?" diyebiliyorsunuz. Ancak biraz okumaya başladıkça noktalamalar olmadan akıcı bir şekilde ilerleyebiliyorsunuz. Biraz sabrederek kitabı okumaya devam ederseniz, bitirdikten sonra hissedeceğiniz doyum duygusu çok yüksek olacaktır.

"Tutunamayanlar" günümüzde çok popüler bir romandır. Çoğu dizide, filmde, duvar yazılarında, sosyal medyada "Tutunamayanlar"a ve Oğuz Atay'ın diğer kitaplarına atıfta bulunulur. Kitabı okuyan insanlar bu sahnelere, paylaşımlara denk geldiklerinde ayrı bir mutluluk ve kitabı yeniden okumaya karşı bir özlem hisseder.

Son olarak kitabı okurken en etkilendiğim, en beğendiğim alıntılarımdan birkaçını paylaşarak yazımı sonlandırmak istiyorum.

"Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim" dedi: Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: "Seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda..." (s.113)

"Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok." (s.425)

"Seni tanımadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırdım derdi."(s.460)

“…beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim…” (s.473)
Merhaba sevgili kitap dostları, bu yazımda size Harry Potter ve Sırlar Odası kitabı hakkındaki düşüncelerimi, yorumlarımı anlatmaya çalışacağım.

Serinin ilk kitabında Harry bir büyücü olduğunu öğreniyordu, ardından Hogwarts'a kayıt oluyor ve hem arkadaş ediniyor hem de büyüler öğreniyordu. Ailesinin katili Lord Voldemort'u tanıyor ve hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışıyordu. Arkadaşları Ron ve Hermione ile bazı maceralara giriyordu. Kitabın son kısmında ise Karanlık Lord ile bir kez karşılaşıyor ve ikinci kez onu mağlup ediyordu.

Serinin ikinci kitabı yine ilki gibi Privet Drive dört numarada başlar. Kahramanlarımız artık 2. sınıftır. Karanlık Lord kanlı canlı ortada yoktur ancak hizmetkarları sayesinde yeni bir kötülük hazırlamıştır. Harry ve arkadaşları kendilerine karşı hazırlanan komplodan sağ kurtulmaya çalışır.

Filmi izleyenler kitabı okurken aslında ne kadar fazla bölümün filmde yer almadığını fark edecekler. 3. bölümde (Kovuk) Harry Ronlarda kalırken evdeki sihirli eşyalar ve bahçelerdeki yercüceleri kısmı, 8. bölümde (Ölüm Günü Partisi) Nerdeyse Kafasız Nick'in ölüm günü partisi, 9. bölümde (Duvardaki Yazı) sihir tarihi profesörü Binns'in sırlar odası hakkında sınıfa verdiği bilgiler gibi bazı bölümler filmde hiç yer almadı veya değiştirilerek yer aldı. Kitabı okuduğunuz vakit aslında hikayenin başka kısımları olduğunu ve filmlerin bazı noktalarda nasıl kitaptan ayrıldığını daha iyi göreceksiniz.

Harry Potter hayranı olarak Felsefe Taşı'nı bir solukta okuduğum gibi bu kitabı da bir solukta çabucak bitirdim. Çocuk kitabı gibi görünse de Harry Potter herkese hitap ediyor ve bu büyülü dünya okuyan herkesi kendine çekiyor.

Hepinize keyifli okumalar dilerim. Muziplik tamamlandı!
Merhaba sevgili kitapyurdu okuyucuları, bu yazımda size 7 kitaplık muhteşem Harry Potter serisinin ilk kitabı olan Harry Potter Ve Felsefe Taşı'nı yorumlamaya çalışacağım.

Yazar Joanne Kathleen Rowling, eşinden boşanmanın ve annesinin ölümü üzerine derin bir depresyon sürecine girmişti. Zaman zaman intihar etmeyi düşündüğünü bile söylüyor. Manchester'dan Londra'ya yaptığı tren yolculuğunda Harry Potter fikri aklına gelir. Yanında kağıt kalemi olmadığı için kitabı kafasında tasarlamaya başlar. Aradan geçen 5 yıl içerisinde kitabı tamamlar ve basılması için yayınevlerine gönderir. Hayatında yaşadığı zorluklar basım esnasında da kendisini gösterir. Tam 12 yayınevi kitabı basmayı reddeder. En son kitabı yayınlayacak olan bir yayınevinin sahibinin küçük kızı hikayeyi okur, beğenir ve Harry Potter efsanesi yayınlanır.

Annesi-babası karanlık büyücü Lord Voldemort tarafından öldürülen Harry, 11. yaş gününe kadar muggle teyzesinde kalır. Teyzesi ve eniştesi onu tamamen normal bir şekilde yetiştirir ve büyünün olmadığına inandırmaya çalışır. Fakat, Harry büyüdükçe bazı sıra dışı özellikleri olduğunu fark eder ancak bunları nasıl gerçekleştirdiğini anlayamaz. Sonrasında Harry'e Hogwarts mektupları gelir. Teyzesi ve eniştesi bu mektupları Harry almadan önce ele geçirir ve yok eder. Ardından okulun anahtarlardan sorumlu görevlisi Hagrid gelir, Harry'e bütün gerçeği ve onun büyücü olduğunu söyler. Harry Hagrid'le okul alışverişine çıkar ve 1 Eylül günü onu okula götürecek Hogwarts Express'e binmek üzere King's Cross tren istasyonuna gider. Harry trende sonraki 7 yıl boyunca bütün maceralarında ona arkadaşlık edeceği Ron ve Hermione ile tanışır. Okula varırlar ve sonrasında maceralar gelişmeye başlar. Ben bu yazıda kitabın geniş bir özetinden ziyade, neden film yerine kitabı okumalıyız ondan bahsetmek istiyorum.

Filmi veya dizisi çekilmiş neredeyse bütün kitaplar için klişe bir doğru vardır. Kitap her zaman film/diziden daha iyidir. Bu genelleme Harry Potter kitapları için de doğru sayılabilir. Tabii ki filmde bazı bölümler, kitapta olmayan bazı sahneler veya orjinalinden değişitirilip uyarlanan bazı kısımlar bize daha hoş görünebilir. Harry Potter serisinde de bunlardan bolca var. Bana göre, serinin 3. filmi olan Azkaban Tutsağı, kitaptaki kurgudan en fazla ayrılan, değiştirilen film olmasına rağmen yönetmenin yaptığı ustaca değişikliklerden etkilendim ve filmi de en az kitabı kadar beğendim. Yine de bunu her film ve her sahne için söylemem mümkün değil.

Birinci kitabı okumaya başladığınız andan itibaren aslında filmden farklı bir hikaye okuduğunuzu hissediyorsunuz. İlk bölümünden başlayan bu farklılıklar kitap ilerledikçe derinleşiyor. Fazla detay verip okurken alacağınız tadı kaçırmak istemiyorum ancak beni en çok etkileyen üç kısmı sizinle paylaşmak istiyorum. Birinci kısım Harry ile Malfoy'un tanışma anı. Filmde bu ikili okula kadar birbirlerini görmüyorlar bile. Ancak kitapta daha farklı bir tanışma sahnesi var. İkincisi kitabın final bölümünden bir sahne. Harry, Ron ve Hermione felsefe taşına ulaşmak için bir dizi zorlu görevlerden geçiyor. Filmde de bu görevlerin bazıları aynen aktarılmış ancak en sonunda bir tanesi var ki yönetmen bunu filme eklemeyi tercih etmemiş. Ve son olarak diğer bütün filmler için de geçerli olan, Harry Potter hayranlarının filmler boyunca yaşadığı en büyük hayal kırıklığı olan Peevees'in filmlerde olmayışı. Peevees Hogwarts'ın bir hayaleti. Diğer hayalet karakterler varken belki de en eğlencelisi, en ilginci Peevees yok.

Son olarak bu sihirli dünyayı daha iyi anlamak, bu eğlenceli hayal dünyasına bir de kitapların gözünden bakmak için Harry Potter serisini mutlaka okuyun. Hepinize keyifli okumalar dilerim, esen kalın. Muziplik tamamlandı.