Toplam yorum: 3.078.222
Bu ayki yorum: 5.100

E-Dergi

[email protected] Tarafından Yapılan Yorumlar

31.10.2011

Avrupa’nın ortasında yer alan ve sürekli savaş yaşayan Almanya’yı “Ulusların Kadını” olarak niteleyen Princeton profesörü Harold James, Almanları ise” Nibelungen’un kaderi olan ölümün peşinde koşan” bir toplum (Fransız/İngilizler zafer peşindedir) olarak adlandırıyor.
Tepkilerin tarihi olarak değerlendirilen Almanya, 1806’ya kadar “300 kent devlet/prenslik ve 1500 şövalye/rahip/prens-rahip toprağı” ile kültürel anlamda benzersiz olarak değerlendiriliyor; Napolyon istilasına tepki ile savaşarak “Ulus-Almanya” sürecinin, savaşlardaki mağlubiyetlerine tepki ile de “Ekonomik Mucize-Almanya” halinin geliştiği anlatılıyor.
Avrupa’daki yönetim gelişmelerini geriden izleyen, kültürel burjuvazisini siyasal burjuvaziye dönüştürecek olan burjuva devrimini gerçekleştiremeyen ve yönetici seçkinlerini devamlı kılamayan Almanların, “mevcutlar içinden akla dayalı en iyiyi seçip örnek almak” şeklindeki geleneği ile “Aklın Kullanılması ile Yaratılan Tek Dünya Devleti” ni oluşturduklarını öne sürülüyor.
“Konsensus, federalizm, derin/yüce şeyler için ticari olandan vazgeçebilme ve yüksek kamu ahlakı” geleneklerini hep yaşatmış olan Almanların, Humboldt’un “bağımsızlık, akıl ve karakter” eksenli eğitim devrimi ile 1835’de 6km olan demiryollarını 1870’de 19000km’ye; 1950’de 500.000 olan otomobil sayısını 1980’de nasıl 23.000.000’a çıkardığı anlatılıyor.
Ferda Nihat Köksoy
31.10.2011

Alman Tarihi Profesörü olan Fulbrook, Almanya’yı, benzersiz yaratıcı kültürün (düşünürlerin, bestecilerin ve şairlerin ülkesi) ve benzersiz yıkıcı (iki dünya savaşı ve Nazizm) siyasal tarihe sahip, ismini bir kavim ve bölgeden değil bir dilden alan tek ülke olarak nitelendiriyor.
Doğal engellerden yoksun ve kıtanın ortasında olması nedeniyle (Britanya’nın tam aksine) “sürekli savaşlar ve kesintisiz askerlik” atmosferinde, “öldürücü açlık dönemlerini” sıklıkla yaşayan bu toplumun, 1800’lerin ortasına gelindiğinde “ülkesi olan ordu” denebilecek Prusya’yı ortaya çıkardığını anlatıyor.
Hem Habsburg hem de Kutsal Roma-German imparatorluklarının rekabetçi varlığı nedeniyle, yerel prensliklerin 19.yüzyıla kadar varlıklarını sürdürdüğünü; bu aşırı bölünmüş feodal yapının, bir yandan kilise topraklarının dağıtımının Papa’nın elinde kalmasına ve reformu yaratan isyana, bir yandan da “eşitler arasında birinciyi seçmek” geleneği ile şimdiki konsensus toplumunun ve federatif yapının oluşmasına neden olduğu işleniyor.
Ferda Nihat Köksoy
30.10.2011

Yazar, postmodernistlerin öznelciliğe, kültürcülüğe, görececiliğe, kuantumculuğa bağlamları dışında aşırı vurgular yaparak, subjektiviteden bağımsız ve fikirlerimiz/bilgilerimiz için kıyas/eleştiri noktası olması gereken hakikat/nesnellik algısının içini boşalttıklarına infial ediyor. Bu yaklaşımlarıyla bilime olan güvenleri azalttıklarına; yavaş yavaş insanlığı neredeyse birbirleriyle iletişim kurmaları olanaksız "kültür ve topluluklara" ayırdıklarına; insanları sıradanlaşmaya ve nihilizme götürdüklerine; kendileri ciddi hastalıklara yakalandıklarında ise "batı bilimine" sığınma ikiyüzlülüğü gösterdiklerine dikkat çekiyor.

Doğa bilimlerinin ölçme, kontrol edebilme, yanlışlayabilme, tekrar edebilme, istatistiksel ve rasyonel eleştiriden geçirebilme vasıflarıyla özgürleştirici ve özneleştirici olduğunu savunan Profesör Alan Sokal'a yürekten teşekkür ediyorum.
Ferda Nihat Koksoy
30.10.2011

İki tarihi gerçeğin milim milim araştırılması ile elde edilen bilgilerin romanlaştırlması olan kitap 1890'ların ABD'sinin gerçek bir fotogafını sunuyor. 1894 Chicago fuarının hazırlık safhaları ve bunu gerçekleştiren ekibin başındaki mimar bir yanda, inanılmaz soğukkanlı-şeytani cinayetler işleyen bir doktor diğer yanda. Oldukça ilginç olan ve dönemin ABD'sini anlamamıza gerçek pencereler açan roman, 500 sayfadan 400 sayfaya çekilebilseymiş (fuar öyküleri azaltılarak) harika bir kitap olurmuş.
Ferda Nihat Köksoy
19.10.2011

Roman, bir genel cerrahi hocası babanın, travma geçiren ve kendi çalıştığı hastanede acilen ameliyata alınan kızına itraflarını, bir kadın yazar duyarlılığıyla ve akıcı/dürüst bir şekilde işliyor. Rutin içerisinde ve hep kurallara riayet ederek geçirilen, isyan ve eksiklik dolu bir cerrah hayatının, rastgeldiği, ona çok uzak, acımasız ve sahici bir yaşamın parçası olan bir ayrıkotu (kadın) ile nasıl dönüştüğünün mükemmel anlatısı.