Toplam yorum: 3.084.706
Bu ayki yorum: 4.391

E-Dergi

hasanahmet Tarafından Yapılan Yorumlar

13.02.2007

PAMUK VE BABASININ BAVULU YETERİ KADAR KONUŞULDA ZANNINDAYIM. BENİM İFADE ETMEK İSTEDİĞİM BAŞKA BİR HUSUS. VE DAHA ÇOK PAMUKLA DEĞİL YAYINCISIYLA ALAKALI... ORHAN BEY GİDERKEN KENDİ BAVULUNU DOLDURDU MU DOLDURMADI MI BİLEMEYECEĞİM. FAKAT HER FIRSATTAN AZAMİ İSTİFADEYİ ŞİAR EDİNMİŞ OLAN YAYINCISININ BAVULUNU TIKA BASA DOLDURDUĞU/DOLDURACAĞI ORTADA. VAR OL PAMUK-BANK!
13.02.2007

BABAANNEM GİBİ BİR HOCA! / HASAN AHMET GÖKÇE

KİMİN OLDUĞUNU HATIRLAYAMADIĞIM BİR SÖZ VAR. ADAMA SORUYORLAR ETKİLİ HİTABET NEDİR? CEVAP ÇOK ENTERESAN: "SOKRATES GİBİ DÜŞÜNÜP BABAANNEM KADAR RAHAT İFADE EDEBİLMEKTİR!" İŞTE ÜSTÜN DÖKMEN TAM ANLAMIYLA BUNU YAPIYOR. DÜŞÜNCE GÜCÜNÜN SOKRATES GİBİ OLUP OLMADIĞI TARTIŞILIR; FAKAT ÜRETTİKLERİNİ BABAANNEM KADAR RAHAT VE ANLAŞILIR İFADE ETTİĞİ GÜN GİBİ ORTADA. SAĞ OL DÖKMEN HOCA.
13.02.2007

CİHAN OKUYUCU’DAN GAZEL ŞERHLERİ / HASAN AHMET GÖKÇE

Zaman, günbegün kendisini eskitedursun halis edebiyat, ‘eski’ olarak vasıflandırılan ürünlerini gün yüzüne çıkarmaya devam ediyor. ‘Güzel şeylerin hep eskide kalmadığı, eskiyen şeylerin güzelleştiği’ varsayımının aydın parantezinde iyice benimsendiği bir zaman diliminin ardından gelen bu süreç, ‘eski’ ile ‘eskimeyen’ arasındaki sınırları hayli geniş ve görünür kılıyor. Daha düne kadar, ‘belirli zümrelere ait’ ve ‘kopuk’ sıfatlarıyla birlikte anılma talihsizliğine uğrayan Klasik Türk Edebiyatı da fırsattan istifade, bu umut verici sürecin mahsullerini topluyor.

Her nasılsa, söz konusu mahsulleri toplamakta hayli geç kalan Klasik Türk Edebiyatı’nın insanın ürperten, tir tir titreten ve kendisinden kaçıran bir havası vardır. Bu alanda, ‘Failatün’ tekerlemesinden öte bilgi birikimine sahip olmayan sözde aydınların estirdiği olumsuz hava, yüzlerce takvim yaprağının baş ve işaret parmakları arasında sıkışmasıyla ancak dağılabildi ne yazık ki. Üstelik bu talihsiz gecikme, pek çok insanı, söz konusu ‘şiirden bahçe’nin ağır kelimelerden oluşan avlu duvarlarının dışında bıraktı. Oysaki o surların hemen arksında, insanın başını döndürecek kadar nefis kaside gülleri, okuyanın ciğerine işleyecek gazel çiçekleri vardı.

Neyse ki bugünlerde, yeni nesil edebiyat akademisyenlerimizin, bilinçli ve özverili çabala¬rıy¬la bahsini ettiğimiz bahçe duvarlarının yerinde yeller esiyor. Birçok edebiyat araştırmacısının dikkatli ve profesyonel bakış açısıyla kaleme aldığı onlarca eser, Klasik Türk Edebiyatı hakkında genel bilgiler vermekle kalmıyor, aynı zamanda bize estetik zevkin ve lirizmin do¬ruk¬¬ların¬da seyahat etme imkânı da tanıyor.

Gazel Bahçesi’nde Bir Seyir

İşte bu lirik seyahat imkânlarından birisi, geçtiğimiz günlerde Sütun Yayınları tarafından okurların beğenisine sunuldu. ‘Gazel Bahçesi’ adını ve Profesör Dr. Cihan Okuyucu imzasını taşıyan kitapta, Klasik Türk Edebiyatının en zirve örneklerinin verildiği gazel türünün seçme şiirlerine, nezih, derin olmakla birlikte anlaşılır ve akıcı bir dille yorumlar getiriliyor. Tamamı, yirmi farklı gazelin şerhinden oluşan kitapta Okuyucu, gazellere getirilmiş açıklamalarla yetinmiyor. Şiirleri, kaleme alındığı zamanın sosyal şartlarından, şairlerinin hayatlarına kadar birçok malumatın rehberliğinde şerh ediyor. Okuyucu, özellikle gazel türü şiirleri seçmesini, ‘gazelin estetik unsurları ve manzumları ile Divan Şiirinin esas temsilcisi ve her bakımdan kalbi’ olmasına bağlıyor ve ekliyor: “Günümüzde hem dil hem kültür olarak klasik şiirden bir hayli uzaklaşmış bulunuyoruz ve bu durum, ister istemez şiir şerhini bir zaruret haline getiriyor.”

Gazel Bahçesi’nin Bülbülleri

Gazel Bahçesi’nde yer alan şiirlerin büyük çoğunluğu, meraklıları için, anlaşılırlık sınırlarında dolaşıyorsa da yer yer Klasik Edebiyatımızın mazmunlarla örülü coğrafyası, okuru hayli zorluyor. İşte bu noktada, yazarın yılların birikimi olan ‘Hoca’lık sıfatı devreye giriyor ve içinden çıkılmaz gibi görülen nice beyitler, Okuyucu’nun nazik fırça darbeleriyle muhatabının gözlerinin önünde bir Hoca Ali Rıza tablosu gibi açılıyor. Şüphesiz bunda gazel şerhlerinden önce yapılan açıklamaların yeri çok büyük. Belki de Gazel Bahçesi’ni kendi kategorisindeki diğer birçok kitaptan ayıran da bu. Çünkü Cihan Hoca, kitabında şiirleri şerh etmenin yanında, şiirlerin şairlerine yer veriyor. Verilen bilgiler, şairleri tüm hatlarıyla tanıtmıyor şüphesiz. Ancak şiirleri anlayabilmemiz için ilk elden kaynaklık ettiği de su götürmez bir gerçek. Zira bu açıklamalar, ele alınan gazellerin hangi çağda ve ne şartlar altında yazıldığı hakkında bize genel hatlarıyla malumatlar sunuyor. Kimi zaman ‘Su su…’ diye inleyerek Kerbelâ acısının tercümanı olan Fuzûlî’den kimi zaman, Kanunî devrinin İstanbul’unu en güzel şekilde anlatan Bâkî’den dem vuran kitap, sayfaların satır aralarında şairlerin kişisel özelliklerine de yer veriyor.

Manzum söyleyişler

Gazel Bahçesi’nin -bence- en orijinal tarafı, gazellerle birlikte sunulan manzum söyleyişler. Okuyucu, bütün hayatını şiire adamış olmanın ödülünü, bu manzum söyleyişlerle fazlasıyla alıyor. Zira çoğu kez, şiirin bize ne söylediği hakkında değme ediplerin bile şaşırıp kalacağı beyitleri, tereyağından kıl çeker kolaylığıyla yeniden söylüyor. Üstelik bu günün diliyle tekrar ısıtarak. Öyle ki, bir bakıyorsunuz, “Murg-veş el üzre tut âşıklara rağbet et / Bu taravet ahir ey kaddi çenâr elden gider” gibi ağır mısraları, mahir bir üslupla, “Âşığı el üzre tut henüz yeşil iken dal / Kuşları gözetmede gel çınardan ibret al” hâline dönüştürüveriyor, bir bakıyorsunuz Klasik Türk Edebiyatı’nın bilge şairi Nabi’nin alabildiğine girift bir söyleyişle kaleme aldığı “Nukreden hâli olan pençe-i merdüm Nâbî / Çeşm-i halka görünür dânesi yok dâm gibi” beytini bizlere, “Nâbi! Yoksa eğer avucunda paradan eser / Halkın gözünde elin, yemsiz tuzağa benzer.” şeklinde sunuyor.

Bütün bu ustalıklar bir araya gelince bizlere, ellerimizi iki ayasını göstererek açıp dudaklarımızı zemine paralel uzatarak “Şah vâkıf gerek ahvale / Vükelâya kalırsa vay hâle!” demekten başka bir şey düşmüyor.
06.02.2007

Hayatın kalbe düşen gölgesi: ‘Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları’

Ali Ayçil, yeni deneme kitabında insanın dünyayla girdiği dengesiz ilişkinin haritasına, bir yeraltı suyunun, yumuşak toprağımızı biz farkına varamadan ayaklarımızın altından nasıl yavaş yavaş kaydırdığına; kısacası, ceviz sandıklar ile para kasaları arasında uzun yıllardır süren didişmenin bizde oluşturduğu kırılmaya değiniyor.

“Kendi kendime kaç kere söyledim: Sen tıpkı çocukluğumdaki çantaya benziyorsun, hiçbir farkın yok o çantadan; çünkü senin hayatın, içine her şeyin doluştuğu, her şeyin doluşturulduğu bir çanta gibi. Bir türlü fazlalıkları ayıklamayı beceremedin. Bu yüzden gittikçe ağırlaştı hayatın; gittikçe ağırlaştı; tıpkı çocukluğumdaki o çantaya benziyorsun sen.” Şair Ali Ayçil, hayatının sıkıştığı iki noktayı ve buradan fırlayan trajik yönün şahsına yansımasını böyle anlatıyor. İlk kitabı “Arasta’nın Son Çırağı”nın ardından uzunca bir süre suskunluk yaşayan genç şair, sessizliğini “Türk’e yaraşır bir naz etme biçimi” olarak sıfatlandırabileceğimiz ‘Naz Bitti’ adlı şiir kitabıyla bozmuştu geçtiğimiz yıl. Mustafa Kutlu’nun, “Şiirini kendine has kılan, yolunu mecrasını bulduğunu gösteren unsurlar var şiirinde.” dediği Ali Ayçil, bu kez şiir değil, bir deneme kitabıyla çıktı karşımıza: ‘Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları’

Dünyayı tanıma serüveninin tutanakları

Ayçil, ‘Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları’ adlı ilk deneme kitabındaki yazılarında; hayatın insan yanımızı acıtan taraflarına, insanın kendisini kuşatan dünyayla girdiği dengesiz ilişkinin haritasına, bir yeraltı suyunun, yumuşak toprağımızı biz farkına varamadan ayaklarımızın altından nasıl yavaş yavaş kaydırdığına; kısacası, ceviz sandıklar ile para kasaları arasında uzun yıllardır süren didişmenin bizde oluşturduğu kırılmaya değiniyor. Denemeyi, ‘bir müptedî olan şairin, gerçek dünyayı tanıma serüveninin tutanakları’ olarak değerlendiren Ayçil, şair yanıyla kendi denemesinin ortaya çıkış serüvenini şu şekilde özetliyor: “Bir şairin deneme yazması ilk değil. Benden önce de yazanlar oldu. İnsan dünyaya bulaştıkça, dünya insanın ruhunda izler bırakır. Bu dengesiz karşılaşma, sanıldığından çok daha ağırdır. İşte ben denemelerimde, insanın kendisini kuşatan dünyayla girdiği bu dengesiz ilişkinin haritasını çıkarmaya çalıştım.”

Ayçil’in denemelerinde ‘şehir’ önemli bir öğe. “İnsan kendi şehrine mahkumdur. Erzincan beni hem tamir hem de tahrip etti.” diyen yazar, açık yüreklilikle “A. Hamdi Tanpınar’ın her birini bir büyü gibi anlattığı ‘Beş Şehir’ini okumak, beni kıskançlıktan çıldırtır.” itirafında bulunuyor; sonra da ‘Dağların Şehre Vuran Gölgesi’nde, sıkı bir Erzincan tahliline girişiyor: “Kimse, gelecek olan kıyamet uğultusuna hazırlıksız yakalanmak istemez. Ama yine de hiç kimse Erzincanlılar kadar, o uğultuyu, derin bir sükunet içerisinde hayatlarını incelterek beklemeyi beceremez. Bütün ahali, ölüme, evlerinin bahçe duvarlarından sarkan güllerle yakalanmak ister gibidir. Kim bilir, belki de bağa bahçeye bunca düşkünlüğün altında, böylesine gizli bir arzu yatmaktadır: Uğurlayacak kimse kalmadığında, bir çiçek tarafından uğurlanmak...”

Hikâye ile deneme arasında

Altı bölümden oluşan ‘Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları’nın ‘Kendi Dilinden Hüsrev’in Anlattığıdır’ başlıklı bölümünde, hikâyeci yanı iyiden iyiye gün yüzüne çıkan Ayçil, denemelerinin gayesini şu cümleyle açıklıyor: “Benim denemelerimde yapmaya çalıştığım, zehir bulaşmış bir ırmağın öldürüp kıyıya attığı bir balığı, üstündeki ıslaklık kurumadan resmetme çabasıdır. Çünkü o an, gerçeğin en yaralayıcı anıdır. Değerlerin kaybedildiği bütün anlar gibi.” Yine bu bölümde ‘Hayatta hiçbir rastlantı aşk kadar pahalıya patlamamıştır.’ diyen Ayçil, kitabını, “Dua” ve “Efendim” başlıklı iki yazının bulunduğu ‘Yakarış’ bölümüyle bitiriyor: “Artık içimiz bütün rüzgârlara açık. Ne bir sınır ne bir elek var dünyayla aramızda. Bizi saklı tutan perdeyi yine biz yırttık; makasımız hâlâ keskin, ama iğne yok yanımızda. Şimdi yakarıyoruz: Bizi dünyadan sen sakla! Yani biz bardağa dökülen suya bakınca, her seferinde: ‘Ey su, nasıl da berraksın’ diyebilelim, hayretle. Bir çocuk konuşunca herkes sussun; ‘bu ne güzel tanışıklık’ diye geçirsin içinden. Belki böyle böyle yeniden iz tutar ayaklarımız.”

‘Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları’ iki ipucu veriyor: İyi bir denemeci ve iyi bir öykücü... Başarılı bir denemeci duruşu çizen Ayçil’den, sonraki zamanlarda öykü ile denemenin ayrıştırıldığı berrak eserler beklesek yeridir. Öyküye devam eder mi bilinmez; ama deneme ırmağında kalıcı izler bırakacağından kuşku yok.
05.02.2007

BİZ BÖYLE GÜZELİZ TANITIM YAZISI

Hasan Ahmet GÖKÇE


Hani deyiş meşhurdur: “Okumak, çoğu kere hayata dokunmaktır.” Kimin olduğunu hatır¬la¬ya¬ma¬mış olsam da itiraf etmeliyim ki söyleyen pek de haksız değildir. Zira neresin¬den olursa ol¬sun hayata dokunabiliyor olmak, bir okur için hiç de azımsanmayacak bir tecrübedir. Ve da¬hi kitap kurtlarının bir ömür boyu bıkıp usanmadan deneyip durduğu, bu tecrübeler sil¬si¬le¬sin¬de seyret¬mekten başkası değildir. Lakin kimi zaman bu yolculuklar esnasında hayatın doku¬nul¬mazlık sınırlarında da dolaşır okur. Ama illa ki bu sınırların da kendine göre bir tadı, do¬ku¬su; rengi, kokusu vardır. Aslında, hemen her sınır için geçerlidir bu; yani ki her kitap için. Fark¬lılık okuyandadır. Yahut okurun kitap vadisinin derinliğinde.

Aslına bakılırsa, okumaların kıta sahanlığını belirleyen de, kıyı çizgilerinin üzerinden geçen de ‘yüzünde göz izi’ olan kitaplardır. Ve bu izin bırakılması pek kayda değer bir uğraştır. Ev¬ve¬lemirde yüzüne göz izi bırakılabilmiş kitaplar, okuyanın bir hayat boyu oluşturmaya ça¬lış¬tı¬ğı ‘zihnin yapılandırma’ macerasının ilk elden bulgularıdır. Kırk kat bohçanın içinde de olsa, okuru büsbütün ele veren, işte bu göz izleridir. Sıkı bir kitap kurdu, bir başkasının oku¬ma birikimini, Hansel’le Gratel misali, ardında bıraktığı göz izleriyle takip edebilir.

Sizi bilmem ama ben, yer yer dönüp kendi göz izlerimi takip ederken, mizahın, okuma yolcu¬lu¬ğumda hayli hatırı sayılır bir yeri olduğunu görür; hayatımın hemen her karesinde kendimi mi¬zah denilen neşeli faytonun yolcusu olarak bulurum. Belirli dönemlerde kendisini kaçırmış olsam da kıyısından köşesinden, ardından arkasından yakalamış, hep bir yelerinden bu çok renkli faytona asılmışımdır. İşte bu çıngırdaklı yolculuklar, çok uzun metrajlı olmasa da, ciddi okumaların astığı yüzüme neşe, dip not artığı makalelerin satır aralarına birer tebessüm, paslanan zihnime cila olmuştur birçok kez.

Aslına bakarsanız mizah, süratle ayaküstü etkinlikler coğrafyası haline gelen ihtiyar dünya¬mız¬da sığınılacak nadir tebessüm limanlarından biridir. Lakin gelin görün ki, reel dünyadaki bayağılaşma oranıyla at başı koşturan yayın dünyasındaki sıradanlaşma, mizahı da kollarına almakta hiç de uyuşuk davranmadı. Son dönem mizah yazınını şöyle bir göz önüne getirip ‘Gülmek’ parantezine alırsanız, letâfetin, hazır cevaplılığın, estetiğin ve dahi düşünce adına ne varsa hemen hepsinin yerinde yellerin estiğini üzülerek fark edersiniz. Salt bir güldürme kaygısının hâkim olduğu mizah anlayışı, maalesef, okuma hayatımızın en neşeli parantezini de yerle bir etti.

Neyse ki insan, hayat şiirinin hemen her mısrasını olduğu gibi ‘oku’ mısrasını da kimi zaman ‘Oh!’larla örgüleyebiliyor. Ve işte bu noktada, yukarıda çizdiğim karamsar atmosferi amudî olarak delip geçerek okuruna nefes alma imkânı tanıyan bir kalemlerden biri devreye giriyor: Ahmet Turan Alkan.


Muzip Bir Tebessüm…


Ahmet Turan Alkan tiryakilerinin, ismini okur okumaz yüzlerinde muzip bir gülümsemenin ya¬yıldığını görür gibiyim. Öyledir, Alkan, ismiyle dahi okurunun yüzünde kısa metrajlı bir mü¬te¬bessim çehre fotoğrafı oluşturabilme ayrıcalığını elde edebilmiş ahir zaman kalemşor¬ları¬nın piridir. Her ne kadar kendisi, bu yazıya vesile olan son kitabı ‘Biz Böyle Güzeliz’de “Kitaptaki yazılar, mizah edebiyatına ciddi bir katkıda bulunması düşünülmese bile, en azından yazarının ‘muziplik olsun’ kastıyla kaleme aldığı ve sair ciddi yazılara göre daha çok emek ve zaman gerektirdiğini fark edince enikonu şaşırdığı bir ortak özellik gösteriyor.” deme alçakgönüllülüğünü gösterse de Alkan okurları, yukarıdaki ‘şaşırma’dan kastın, okuru adamakıllı ‘şaşırtma’ olduğunu pekâlâ bilirler.

Tamamen ‘yazarından kaynaklanan sebeplerle’ altı ay kadar geç okuma bahtsızlığına uğradı¬ğı¬mız Biz Böyle Güzeliz, Alkan’ın gazetemizin pazar ekinde yayınlanan yazılarından müteşekkil. Daha ciddi konularda kalem oynatmak yerine, biz okurlarını ‘yemek tarifleriyle oyalayan’ Ahmet Turan Alkan’a, bu kitap için ne kadar teşekkür etsek azdır diye düşünüyorum. Zira çağdaş dünya ile kol kola ülkemizi ilerilere taşıma adına yazarlarımız oyuna, çobanlarımız koyuna gidince, mizahi yazılar da pılını pırtısını toplayarak kendi kabuğuna çekilmeyi yeğledi. Hal böyle olunca da kendi dünyalarında mizahi okumalara hatırı sayılır bir yer ayıran okurlar, Alkan’ın yazılarını şekerci dükkânı vitrinine yapışmış çocuklar gibi içini çeke çeke okudu.

Esasen sıkı takipçileri, Alkan’ın bu duruşuna pek de yabancı değillerdi esasen. Zira mizah vadisinde pek tecrübesiz olmadığının ve bu hususta değme yazarlara taş ocağı işlettirebileceğinin sinyal¬le¬ri¬ni ‘Kurşunkalem yazıları’nda vermişti.

Esasında kitaptaki yazılar, Alkan’ın yirmi küsur yıldır okurları adına kendi kendine sorduğu ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ yollu soruların cevaplarından başkası değil. Lakin bir farkla: Son on beş yıldır, gereğinden fazla yazdığını düşünen ve ciddi endişeler dile getirmeyi adet edinen Alkan değil karşımızdaki bu kez. Ne takım elbise ve çatık kaşla çıkıyor karşımıza, ne de ciddiyeti kendinden menkul konularda şeyler kaleme alıyor.

Kısacası Ahmet Turan Alkan, kendi ifadesiyle, ‘Biz Böyle Güzeliz’de gündelik hayatın akışında hep dokunup geçtiğimiz sıradanlıkları, sıra dışı bir şekilde hikâye ediyor. Ve her yazının ardından okura, “Yahu tam dilimin ucundaydı, söyleyecektim; ağzımdan aldın.” dedirtiyor.