Toplam yorum: 3.078.056
Bu ayki yorum: 4.934

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

20.12.2011

Eşsiz bir üslupla, etkileyici bir samimiyetle ve coşkuyla harmanlanmış bir sevgi ile kaleme alınmış, tüm siyer kitapları içinde ayrıcalıklı bir yeri sahip Necip Fazıl’ın ‘gaye eserim’ dediği şaheseiyle karşı karşıyayız. Eserini 30 yaşında hayat yolunu değiştirmesine vesile olan Arvasî hocasına ithaf ettiğini belirten Necip Fazıl, 1950’de kaleme almaya başladığı Allah Resulünün mübarek hayatlarını, ancak 1969'da nihai şekline ve ismine kavuşmuştur. Kitap, siyer kitaplarının alışılmış anlatımlarından farklı bir üslubu yansıtıyor:
Tefsir, hadis, siyer ve nakil olarak en emin kaynaklardan devşirili ve kaynaklarını tek tek göstermek tasasından uzak bu eser, sadece iman sahiplerine hitap eden bir özellikle yazdığını okuyucuya ifade ediyor. (s.5) Kitabı okuyup bitirdiğinizde ‘acaba Necip Fazıl bir Kur’an Meali yapsaydı nasıl olurdu?’ diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Kitapta dikkati çeken konulardan birsini de Üstad’ın özellikle Efendimize bir kaç yerin dışında ismiyle hitaptan kaçındığını, Efendimizi anarken‘Gaye - İnsan ve Ufuk – Peygamber’ şeklinde ifade de bulunduğunu görüyoruz.
Kitabın bir başka özelliği de yalın bir siyer kitabının dışına çıkarak ilgili konularda bilgi ve açılımlarda bulunmasıdır: Özellikle akıl-hakiki aptal değerlendirmesi, (s.9-22); Kabe (s.92); Hatice (s.106-108), Manevî Miraç (s.243), Yahudi ve münafık (s.263), oruç (s.273), zekat (s.422), şiir ve şair (s.463), Allah sevgisi (s.490) ve Kur’an tefsir ve meali (s.509) konuları dikkate şayandır.
Kitaptan bazı alıntılar şöyle:
Senin bana inandırdığın ve seni bana inandıran Allah, öz dilinle hitap etmiş ve Sana demişti ki: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!” Sana, işte bu Allah kelâmının sonsuz kılavuzluğu içinde inanıyorum! Sana inanmış, inanmakta ve inanacak olanlar, deniz kıyılarında kum misâli… Ben de bu hudutsuz yığında bir kum tanesiyim.
Sana inanan herkes, göz alabildiğine geniş bir sed üzerinden eşsiz bir manzara seyreder gibi, Seni, oldukları yerden, yerlerinin görmek ve bilmekte verdiği imkanların gözlüğünden seyrediyor. Bense Allah’a hamd ediyorum ki, seni, o kum tanesine, uzun zaman çilesini çektiğim birtakım idrak mahremiyetlerinin “Yakın”a açılmış yakıcı penceresinden gösterdi Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım! (s.8)
Hakikî aptal, o boş kâğıdın üzerine hiçbir şey yazmamış olan değil, saçma - sapan, kör - topal, yalan -yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yani, aptallıktan yola çıkıp akla varmamış ve yarı yolda kalmış idrâk cücesi...
İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflâs eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi... (s.9)
Akıl, ancak sırları fazla kurcalamamak, mıncıklamak, örselememek, gizlinin ve kendisinin hududunu tanımak hikmetine erince akıl...
Esseyyid Abdülhakim (Arvâsî) Hazretleri:
“Hiç yemeğin tadı, tuzu, tek kelimeyle lezzeti, çatal ve bıçakla aranıp bulunabilir, kesilip ayıklanabilir mi? Ancak zevkle, zevk anlayışıyla bulunur.”
Evet, akıl, lezzeti çatal ve bıçakla yakalamaya çalışmanın âleti... (s.22)
Akıl gözü olmadan hiçbir şeye bakamıyacağımıza göre, demek ki, başlıca usûl mecburiyetini yerine getirdik. Akıl gözü, kendi körlüğünü bile gözüyle görmeli ki, kabul etsin. Bu derecesi olur mu körlüğün? Akla de ki: “Senin son ve en büyük fatihliğin, kendi kuvvetinle kendi kendini avlaman, kelepçelemen ve teslim olmandır!”
Onun içindir ki, dediler: “Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...” (s.23)
Büyüklerin ölçüsü: “Kadınların, erlerine hizmet, muhabbet ve izzet göstermeleri, Hazret-i Hatice'nin sünnetidir.” (s.106)
Zeyd oğlu Abdurrahman:
— Âdem Peygamber demiştir ki: «Ben Kıyamet ve hesap gününde bütün insanların efendisiyim! Yalnız bir tek Peygamberin değil... O'nun ismi Ahmed'dir; ve bana karşı iki faziletle üstün kılınmıştır. Bu faziletlerden biri O'nun zevcesidir; daima kendisine bağlı kalacak ve kendisinin hayrına çalışacak olan zevcesi... Benim zevcem ise benim zararıma çalıştı. İkinci fazileti de, Allah'ın O'na en fazla yardım etmiş bulunması ile O'nun şeytanını İslâm'a getirmesidir. Benim şeytanım kâfir kaldı.»(s.108)
İmanın tam olduğu yerde ispat yoktur. (s.231)
Her sıyrılış, mutlaka arkasından bir atılış çeker. (s.240)
İlk defa kendi Peygamberine ihanet eden ve sonra bu hain ruh etrafında hususî surette mayalaşan ve ırklaşan mel'un kandan gelmektedir. Yahudi'nin tarifi budur.
Münafık, İslâm şevketi önünde acze düşen ilimli küfür ruhunun tebdil gezmeye başlayanıdır.
(s.263)
Oruç, Allah için bütün gün aç ve susuz kalmanın ulvî rejimi... Nefs denilen içimizdeki şeytanın, senede bir ay, gündüzleri aç ve susuz, demir parmaklıklar içine alınması ve bütün çığlıklarına arka çevrilmesi...
Oruç, nefsi kırbaçlamanın en tesirli vasıtası... Ve maddî ve manevî sayısız nimetin kaynağı.
Aslî Kıble tecellisinin peşinden, nefsi kırbaçlamanın ibâdet şekli de farz oldu. (s.273)
“Ben Şairim, gaibi kurcalayan çilingir: Canlı cenazelerin başında Münker - Nekir...”
Doğruluk derecesini bilmediğim, fakat neticede her güzel şey gibi özünü mutlaka O'na bağlı gördüğüm bir hadis: “Allah'ın esrar hazinesi Arşın altındadır. Anahtarları da şairlerin diline verilmiştir.” Allah'a ve esrara, yani kendi iç gayesine, vücut hikmetine bağlı şiir ve şair, Allah'ın Resulü tarafından en büyük himayeyi gördü. (s.463)
O'nun bir velîsi sadece o nurun bir zerresine tevarüs etmekten ibaret veliliğin bir örneği, asırlarca sonra başını seccadeye koyacak ve diyecektir ki:
— Allah'ım, beni kızdırma; yoksa ne kadar merhametli olduğunu halka ifşa ederim; sana tapacak tek fert bulamazsın!
Bu cür'etli eda, aşk içinde yanan ve gözü o ân hiçbir şey görmeyen o velîye, o velînin makamına mahsustur ve bizce benimsenemez. Bize düşen, ölçüleri zedelemeden aşkın ne büyük şey olduğunu düşünmektir. (s.490)
18.11.2011

Kitap, Müslümanların kendini muhasebe yönüyle hazırlanmış, içerden birisi tarafından tenkit yönüyle ele alınmış bir eser. Kitabı bir özeleştiri olarak görmek mümkün. Bu konuda Hayreddin Karaman Hocaefendinin ‘Müslümanların özeleştiri mekanizmasını işletemediklerini, bir kimseyi tenkit edildiğinde iyi niyetinden şüphe edildiği ve birtakım bahanelerle pişman edildiği, bu da Müslümanların cesaretini kırdığını, müslümanın amacının yıkmak, kırmak, uzaklaştırmak olmadığını, söylenilen sözün doğru olması, çağırdığınız yönün doğru olması, üslûbun sert, hatta monoton olması için sebep olmadığını, tenkit yapan insanın, karşısındakinin gönül gözünü de dikkate alması, gönlün kapısını açan anahtarı bulması gerektiği’ tavsiyeleri elbette ki önemlidir. Ancak kitabı okuduğunuzda muhalefet partilerinin hiç de kendilerini yormadan, kolaylıkla dağıtabilecekleri bir elkitabı gibi duruyor. Peki ne zaman adam gibi öz eleştiri yapacağız? Tenkit etmeyi, ‘düşmanın eline koz vermek’ zannederek bu işten vazgeçmek de doğru değil. Özeleştiri yaparken ölçülü olunmalıdır, ifrat edilerek kendisine düşman, rahatsız bir karakter de yaratılmamalıdır.

Kur’an, “Allah ile aldatılmayın!” ihtarında bulunuyor. Neden? Çünkü Allah ile aldatılanların en büyük sorunu, aldatıldıklarının farkında olma imkanından büyük ölçüde yoksun bulunmalarıdır. Çünkü derinden inandıkları ve içtenlikle teslim oldukları bir değer kendilerinin aleyhinde kullanılıyor. Bunu fark etmeleri kolay değildir.(Önsözden)
Kur’an’da, aldatışlar ve aldanışlardan dikkat çekilenler arasında en tehlikeli aldatış şu ikisidir:
1. Dünya nimetlerinin araç yapıldığı aldatış,
2. Allah’ın araç yapıldığı aldatış.
Araç kullanılarak sergilenen aldatış ve aldanışın en yıkıcı ‘Allah ile aldatma’dır. Kur’an şöyle uyarıyor:“Sakın, aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” (Lokman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 14)
*Dinler Tarihi, insanın, tanrısal güce katılmaya ve onu beşeri amaçlar için kullanmaya yönelik girişimleriyle doludur. (Paul Tillich) (s.11)
*‘İdris suretinde iblisler’ sözü Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’indir. (Maarifi 334) (s.32)
*Beni bir kez aldatırsan sana yazıklar olsun, beni iki kez aldatırsan bana yazıklar olsun. (Çinli Bilge Sun Tzu) (s.49)
*Kur’an, ölülerin gözüyle okundu. Kur’an’ın ezelî vahiyden hareketle, zamanlarının meselelerini çözümleme dehası göstermiş olan insanların gözüyle değil. (R. Garaudy, Yaşayan İslam, 122) (s.89)
*Şeytanlar, periler gibi varlıkları lâhavle ve zikirle kovmak mümkündür. Fakat engel Tanrı olursa onu hangi lahavle ve zikir uzaklaştırabilir? (S.Veled, Maarif) (s.91)
*İddiası, istediğinin engeli haline gelmiş kişinin kurtulması çok zordur.(s.101)
*Din, günahı olmayanların özel mesleği değildir. Allah’ın tüm kullarını kucaklayan rahmet kurumudur.(s.105)
*Takva, bir şeyi kendisine sıkıntı ve zarar verecek şeyden korumaktır. (Ragıb İsfehanî) (s.107)
*İslam’a imanımız korku imanı değil, basiret imanı olmalıydı. (Musa Carullah) (s.108)
*Kendini eleştirmeyenin eleştireceği başka bir şey olamaz.(s.110)
*İnsanların iş ve yönelimlerinin düzenini sağlayan sebeplerden biri sevgi, ikincisi adalettir. *İnsanlar, karşılıklı sevmeyi gerçekleştirebilseler adalet istemeye ihtiyaçları asla kalmazdı. Bu böyle olduğu içindir ki adalet, sevginin vekilidir; sevginin olmadığı yerde işi üstlenir. (Ragıb, ez-Zeria, 364) (s.131)
* Merhamet, karşılıklı bir faaliyet değildir. Merhamette esas faal olan taraf, veren taraftır. Öteki taraf, sadece alan, yararlanandır. Kur’an, sevgiyle paylaşım arasında irtibat kurmak suretiyle, sevginin merhametten farklı olarak yaratıcı bir güç olduğuna vurgu yapmıştır.
“Allah, güzel düşünüp güzel işler yapanları sever.” (Örnek olarak bk. Kur’an; 2/195) Paul Tillich’in ifadesiyle ‘Sevgi imanın bir belirişi, bir uygulanışıdır.’ (s.132)
*Öz gönüllerini genişletemeyenler, İslamiyeti daraltmaktan korkmadılar. Ahval-i siyasiye de buna müsaade etti.
*Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dini yozlaştırıp küçültmeyi yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur. (Musa Carullah) (s.141)
*Dini Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler tarih boyunca hep dili kutsal saydılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği engizisyon papazlığının İncil’i tercümeye izin vermemesidir. (s.162)
* Kur’an’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır. (s.165)
*Namaz kılmak ne ise Kur’an okumak da odur, hatta Kur’an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse, Kur’an okumamak da odur, hatta Kur’an okumamak daha da yıkıcıdır.
Sadece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu sadece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir. (s.166)
*Avret yerlerinin örtülmesi namazın güzel görünmesini sağlayan(tahsiniyyât) hususlardandır. Eğer örtünme namzda mutlak emir olsaydı örtünme imkanı bulamayanın namaz kılması mümkün olmayacaktı. Oysaki durum bunun aksinedir. (Şatıbî, Muvafakat 2/15,16) (s.197)
*Halkı tanımak Hakkı tanımaktan daha zordur. (Şemsî Tebrizî) (s.241)
*Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber'e, "Ya Resulallah, falanca kadın gündüz oruç tutuyor, gece namaz kılıyor. Ama, diliyle komşusuna eziyet ediyor, onlara musallat oluyor" denilince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Onda hiçbir hayır yoktur; o, cehennemliktir" (Müstedrek, 4/126( buyurmuştur.
Keşke komşularını rahatsız etmeseydi de namazlarını kılmamış olsaydı. (s.247)
*Riba yasağı, ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmak zorunda kalan fakir kesimin istismar edilmesine karşı bir yasamadır. (Ebu Zeyd) (s.254)
*İnsanlığın büyük ıstırapları sadece matematik hesaplar ve finansal grafiklerle çözülemez. (s.261)
*Vatan babamızdan kalma tarla değildir. Onun üzerinde izale-i şüyu’ (hissedarlığın/ortaklığın giderilmesi) davası açamazsınız. (Osman Bölükbaşı) (s.300)
*Dünya tek bir devlet olsa, başkenti İstanbul olurdu. (Napolyon) (s.307)
*Yanlışlarla ve eksiklerle devam etmek, uçuruma gitmekten yeğdir. (s.328)
02.11.2011

Çocukluğundan itibaren kendi hayat hikayesini ayrıntılı bir şekilde anlatan Aydemir bu eserinde, akıcı bir Türkçe ile kaleme almış Birçok yönden dikkati çeken eserin çok okunmasında hem kullanılan dil ve üslubun hem de yazarın hayat hikayesinin çok renkli olması etkili olmuştur. Edirne’de doğan yazar, hayatının değişik dönemlerinde farklı siyasi görüşleri benimser, idealleri uğruna yolculuklar yapar, yargılanır, hapis yatar, devlet kademelerinde görevler yapar ve sonunda emekli olur. İşte yazar eserinde bütün bu yaşadıklarını, hayallerini, düşüncelerini ve seyahatlerini çok başarılı bir şekilde anlatmıştır. Okuyucular için dikkati çekebilecek en önemli şey; karşılaştığı zorluklar karşısında yılmayan, hep inancı doğrultusunda, kendisinin de var olduğunu ve bir şeyler yapabileceğini kanıtlamak isteyen bir insanın azmi karşımıza çıkmaktadır.
Enver Paşa(s.190-6, 261-267), Doktor Nazım ve az da olsa İskilipli Atıf Hoca (s.374) hakkındaki değerlendirmeleri kitabın dikkati çeken yönleridir. Ayrıca Aydemir’in özellikle mahalle tasviri (s.12,13,15, 22, 27) Edirne ve Selimiye tasvirleri(s.29-30); İttihat ve Terakki(282-283) ve inkılap(s.446) hakkındaki değerlendirmeleri özellikle Turancılık(s.153-154,432) konusundaki geçirdiği aşamalar okunmaya değer bölümlerdir. Turancılık serüveni şu cümle ile özetlenebilir: Turancı olarak başladığı fikir serüvenini, eğitimini tamamlamak üzere gittiği Rusya'dan Türkiye’ye bir komünist/marksist olarak dönmüş, sonra Kemalist olarak tamamlamıştır.
Kitaptan özet bölümler şöyle:
Mahallede Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı. Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
- Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi:
- İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
- Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.(s.22)
“Allah hayırlara tebdil eylesin oğlum, devletle oyun olmaz.”(s.45)
Uyumak ve unutmak? Bazen uyku ve unutuş ne kadar kurtarıcıdır.(s.79)
“Tanrı’nın bize verdiği en büyük nimet, sahip olduğumuz halde, sahip olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmaktır.”
Damat namzedi, kendisine bildirildiği gün ve saatte sarayın bahçesinde, kendisine gösterilen yolda yürüyecektir. Bir balkonun veya cumbanın altından geçecektir. Fakat başını kaldırıp yukarı bakmayacaktır. Çünkü orada padişah, müstakbel damadı gözetlemektedir. Karar, padişahta kalan intibaa tabidir. Damatlık isteklisi, bu yüksek görücü önündeki yürüyüşünden sonra ağalar tarafından karşılanır. Mabeyn dairesine alınır. Meseleden hiç bahsedilmez. Eğer netice menfi ise, damatlık talibine atlas bir kese içinde padişahın 20 altın liralık ihsanı verilir ve namzet yolcu edilir. Mesele de biter.(s.279)
Din, hatta onun ilkelerine uymasak, isteklerini yapmasak bile, ruhumuzun dokusunda yaşayan ve yıpranmayan bir duygudur.(s.301)
Halbuki biz, bir Tunus, bir Cezayir, bir Fas istiklal mücadelesini Birleşmiş Milletlerde, Fransa’nın bir iç meselesi sayarak Atatürk’ün ruhunu incittik. (s.466)
Kitap şöyle sona eriyor:
Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber yaşamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düşman olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşamak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün olmasın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?
Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üstünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim hayat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrademizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başarabilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz ondan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.
Son hükmüm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.
Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.
Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Suların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dolduracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı: “Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir.”
Ve gene onun dediği gibi. “Huzurun bir pahası var…”
Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.(s.488)
27.10.2011

Okumaya bizi yaklaştıracak kitaplardan birisiyle karşı karşıyayız. Öncelikle ‘niçin okumalıyız?’ sorusunun cevabını insanımıza anlatmak, onları ikna etmek bu işin ilk aşaması olsa gerek. Bir başka ifadeyle ‘okumayı ihtiyaç hissettirmek’ öncelikli konudur sanırım. Bu nedenle okumaya bizi alıştıracak bu tür kitaplara ihtiyaç olduğunu aşikardır. Özellikle okumaya yeni başlayan, başlamak isteyen, içinde böyle bir arzu taşıyan dostlara tavsiye edilebilecek bir eser olduğunu belirtmek isterim. Aynen H.Ertuğrul’un ‘Kitap Okumada Yeni Teknikler’ adlı eseri de bu paraleldedir. Şimdi sözü fazla uzatmadan şimdi sizleri kitaptan alıntılarla baş başa bırakıyorum.
‘Ne olacak bu dünyanın hali?’ değil, ‘Ne olacak benim halim?’ demeye başlamadığımız sürece sorularımız ve sorunlarımızın cevabını bulamayacağız.
Medeniyeti kitaplar kurar. İnsan zihnini kitaplar inşa eder. Bilgi beynin vitaminidir. Okumayan beynini tembelliğe iter. Tembel beyinler, fetihler ve keşifler yapamaz.
Sürülerin idarecisi olmak isteyenler, okuyanlardan hoşlanmazlar.
Unutmayın ki, önce insanlar bir yerlere giderler, sonra insanlığı bir yerlere götürürler.
“Okumamak Allah’a isyandır” diyor sonradan Müslüman olan bir Alman doktor. Sonradan Müslüman olmuş ancak dinimizi bizden daha iyi anlamış. Hiç düşündünüz mü yaratıcının ilk insanı bile niçin kitapsız bırakmadığını? (s.16)
Fatih, sadece padişah olarak değil, en çok kitap okuyan devlet adamlarından biri olarak tarihe geçtiğini hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız.
“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah, Kalem. Sözle ve yazıyla kazanılmayacak savaş yoktur. Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: Telaş etmemek, öfkelenmemek ve kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye ve sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı bir zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Ama Kalem’le yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete.” (C. Meriç, Bu Ülke)(s.23)
Elimde olsa, yeryüzünün her karış toprağına, buğday eker gibi kitap ekerdim.(s. 25)
Merak ilmin hocasıdır. Sorularına cevap verilmeden geçiştirilen çocukların merak duygusu öldürülür. Merak duygusunu kaybetmiş çocuklar öğrenmekten değil eğlenmekten keyif alırlar.(s.28)
Okumak mı bir hastalıktır yoksa okumamak mı? Evlerinde hiç kitap okumayan anne babalar çocuklarına ne kadar büyük bir kötülük yaptığının farkında mı?
Çocuğunuzu tüm hastalıklardan koruyun. Sadece okuma alışkanlığı bir hastalıksa eğer, mutlaka çocuğunuza bu hastalığın mikrobunu bulaştırın!
Okuma alışkanlığı bir hastalıksa böyle bir hastalığa can kurban! Bu hastalığı mümkün mertebe çok insana bulaştırın. Allah size de şifa vermesin! Beter olun!(s.29)
Okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kere tutuşunca artık sönmez. V. Hugo
Az bilmek için çok okumak gereklidir. Montesquieu

Ebrehe kılık değiştirmiş. Haberimiz yok! Ebrehe’yi tanıyabilsek Kabe’ye yaklaşmasına engel olacağız ama tanımıyoruz. (s.58) Yoksa siz hala Ebrehe’nin askerlerinden birisinin kapınıza geleceğini, evinizi boşaltmazsanız fil ordusuyla evinizi yıkacağını söyleyerek sizi tehdit edeceğini mi sanıyorsunuz?(s.61)
Görmek için iki göz yetseydi, akıl neye yarardı?(s.66)
İnsanın beyni değirmentaşına benzer. Ne koyarsan onu öğütür. İçine bir şey atmazsanız, boş bırakırsanız kendi kendini uğutur (öğütür, ufalar).(s.67)

'İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en seçkin zekalarıyla önceden tertiplenmiş bir konuşmaya katılmaktır.' Descartes.(s.76)
Her kitap bir âlimdir. Eğer yüzlerce binlerce kitabınız varsa, yüzlerce, binlerce âlimin ilminden istifade ediyorsunuz demektir. Hz. Peygamber; “Nerede bir cennet ağacıyla karşılaşırsanız, gölgesinde dinleniniz!” buyuruyor. “Ey Allah’ın Resûlü! Bu dünyada cennet ağacını nerede bulacağız?” diye sorulunca da şu veciz cevabı verir: “Her âlim, bir cennet ağacıdır!” Âlim cennet ağacı ise, ilim yuvasını cennet bahçesine kitapları da cennet meyvelerine benzetebiliriz. Âlimi cennet ağacına benzeten bir kültürün, medeniyetin ve inancın hakim olduğu bir toplumun kitaptan bu kadar uzak olmasını nasıl izah edebiliriz?
Dünyanın kokusunu güzelleştirmek için, evinizin konuklarını değiştirmekle işe başlamaya ne dersiniz? Konuk değişmeden koku değişmez.(s.78)
Ademin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla kaimdir. Namık Kemal (s.98)
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in on sayfalık bir kitapla vazifelendirilişi, insanların kitapsız idare edilemeyeceklerinin en açık delilidir.(s.101)

İki arkadaş pikniğe çıkmışlar. Gece çadırda yatmışlar. Gece yarısı uyanmışlar ve gökyüzünü seyretmeye başlamışlar. Biri diğerine, “Gökyüzünde ne görüyorsun?”diye sormuş.
Arkadaşı, “Yıldızları, karanlıkta parlayan kutup yıldızını, ay’ın güzelliğini” diye anlatmaya başlamış.
Soruyu soran arkadaşı “Kör müsün oğlum? Çadırımızı çalmışlar!” demiş.
Seyreden bir toplum olduk. Sadece seyrediyoruz. İşin daha da kötüsü seyrederken bile göremiyoruz. Bakar-kör dedikleri bu olsa gerek. (s.109) Uyanık tek bir adam, uyuyan bin adama bedeldir.(s.113)

Kör balta odun kesmez! Baltanızı bileyin!
Yarışma bu ya! Kim daha çok ağaç devirecek? diye bir yarışma yapılmış. Yarışmaya katılan iki ormancı sabahtan akşama kadar hiç durmadan ormanda ağaçları devire devire ilerlemiş. Akşam olunca devrilen ağaçlar sayılmış. Daha çok ağaç devirdiği için birinci kazanan ormancıya diğer arkadaş, Bu mümkün değil! diye itiraz etmiş.
Yetkililer sebebini sorunca da: Ben hiç durmadan ağaç devirmekle meşgulken, o birkaç kez mola verdi. Nasıl olurda benden daha çok ağaç devirir. Bu mümkün değil! demiş. Birinci olan ormancı: Doğru söylüyor! O hiç ara vermeden ağaç devirirken ben birkaç kez ara verdim. Ancak ben verdiğim o aralarda baltamı biliyordum! demiş. Tabi bunu duyan ormancı nerede hata yaptığını anlamış.
Ülkesinin ve insanlığın geleceğinden ümidini kesmeyen insanlar her fırsatta kendini yetiştirmeye, geleceğe hazırlık yapamaya, yani baltasını bilemeye devam etmeli. Daha devrilecek çok ağaç var! İçinden aydınlanmayanlar dışını aydınlatmaz.(s.138)
08.09.2011

İnsanları yoktan var edip, başıboş bırakmayarak günün yirmi dört saati hesapsız nimetler veren Allah-u Teala, kullarından kendisine kulluk yapmalarını istemiştir. Gereken kulluğu yapanlara ‘Cennet’ vaad ederek insanların ancak cennet için yarışmalarını tavsiye eder. Cennete girmek imtihanladır. Ve imtihan süresi ise bir ömrün tamamıdır. İman, sabır, şükür ve ibadetlerle kazanılan cennet zıt amellerle de kaybedilir. (s.9) Bu kitapta hangi yol cennete, hangi yol cehenneme çıkara cevap bulunmaya çalışılmıştır. (s.10) Kitapta Seyyid Kutub'un etkisi hissediliyor. Verilen örnekler sınavlar etrafında dönünce kitap da ağırlıklı olarak öğrencilere yönelik olmuş. Kitap 13 bölümden oluşur.
1. Bölüm Ruhlar alemindeki diyalog: Bizlerin hatırlamaması böyle bir vakanın olmadığında bahsetmez tabi ki. (Çocukluğumuzda da birçok şeyi hatırlayamıyoruz.) Bizleri ilgilendiren mevzu; dünyaya gelmeden önce Rabbimize söz verip sadece ve sadece kendisini ilah kabul ederek çizdiği hudutların dışına çıkmamamız.(s.14)
“Rabbimizin bizlerle ahitleşmesindeki hikmeti nedir?” Cevabını Araf 172-173’te bulabiliriz: “Bizim bundan haberimiz yoktu”
Ahitlerini bozacak olan insanlara nasıl bir mazerette bulunacaklarını bile Allahu Teala sanki, “Sakın böyle bir mazeretle karşıma çıkacağınızı zannetmeyin. Çünkü en başta ben size bunları bildirdim. Böyle bir özür kesinlikle kabul edilmeyecektir” der gibi en başta belirtmiş.
Buna benzer ahitleşme şekillerini birçok kurum ve kuruluşlarda da görebiliriz. Mesela bir fabrika sahibi kendi fabrikasında çalıştıracağı işçilerden, kendisinin belirlediği şartlara uymaları için sözleşme yapıp imzalamalarını talep eder. Bu sözleşmede geliş gidiş saatleri, yemek, çay, mola saatleri, aylık ücret, izinsiz gelinmediğinde kesilecek ücret miktarları yazılıdır. Bu şartlar altında sözleşmeyi imzalayıp çalışmaya başlayan bir işçi yukarıdaki maddeleri kabullenmiş sayılır. Şimdi, fabrika sahibine, “Neden böyle bir sözleşme imzalayıp işçilerinize imzalatma ihtiyacı hissettiniz?” diye bir soru yöneltsek vereceği cevap “İşçilerimden herhangi birinin yarı karşıma çıkıp ta mazeretler sunup, özür beyan etmesin diye imzalattım” olur.(s.15)
2. Bölüm Ruhlar aleminden imtihan sahasına geçiş: Sözleşmeyi imzalayıp fabrikaya giren işçiler gibi, ya da ÖSYM kurumundan kendisinin hangi okulun, hangi sınıfında, kaç nolu sırada, imtihan edileceğine dair aldığı evrakla okulun yolunu tuttuğu gibi bizler de Ruhlar aleminden sınav salonu dediğimiz dünyaya yolculuk yapıyoruz.(s.19)
3. Bölüm İnsanoğlu kimlerle ve nasıl imtihana tabi tutulur?: Öğrencilerinin sınavda başarılı olabilmeleri için kendilerine şefkatle yaklaşan öğretmenin, “Çocuklar, sizleri şu, şu, şu konularda imtihan edeceğim. Onun için iyi çalışın! Sonra demedi demeyin” dediği gibi Allahu Teala da, kimlerle, nelerle ve nasıl imtihan olacağımızı önceden bildirdi. Açlık, korku, mal ve canlarda eksilmeyle, doğal afetlerle, evlatla, kiminin kimine üstün tutulmasıyla, zenginlikle ve fakirlikle, musibetlerle, kadınla, dünya malı ve süsü ile, hastalıklarla.
İnsanoğlunun imtihan kaydı da imanla olur.(s.28)
4. Bölüm Dünyadaki imtihan ölüm ile son bulur: Ölüm; nefes alan her canlının bir gün mutlaka karşılaşacağı bir gerçek. Kimse ölümü başından savamaz. Hiç kimse ölüm meleğinin; “Sana verilen imtihan zamanı doldu. Haydi! Gidiyoruz” teklifini geri çeviremez.(s.39)
Hiç de hesapta olmayan ayrılık vakti gelmiştir artık. Misafirimiz acelecidir, hiç vakti yoktur. Ağızdaki lokmanın boğazdan aşağı gitmesine izin vermez. Yarım kalan işlerin bitmesine de izin vermez.
O an bütün doktorların çabası boşunadır. Kafes açılmış kuş uçmuştur artık.(s.40)
5. Bölüm Kabir hayatı: Cehennem azabından önce mini bir dayak faslı vardır.
6. Bölüm Kıyamet ve hesap verme günü:
Kıyametten sonra cennet ve cehenneme giriş vizeleri alınır.(s.59)
7. Bölüm İmtihanı kazananların yurdu cennet:
Sınavda başarılı olabilmesi için acılarını dindirici bir ödül bekler. Hazırlanmış olan bu ödül tüm insanları peşinden koşturacak kadar büyük ve çekici olmalı. Yoksa çekici olmayan hiçbir ödül yarışmacı bulamaz. Kazanana kalemtraş verileceği vaad edilen bir sınava kim katılır?(s.69)
Dünyadaki imtihanı kazanacak olan insanların içinde ebediyen kalacakları hayal ötesi mekanı, böyle olduğu halde maalesef insanoğlunu şu yaşantısına batığımızda akla ister istemez,
*Ya cennet ve içindekiler istendiği gibi tanınmamış
*Ya da cennetin varlığına yeterli iman edilmemiş geliyor.(s.90)
8. Bölüm İmtihanı kaybedenlerin yurdu cehennem:
Ya imtihanı kaybedenler? Onlar nereye gidecekler? Toprak olup yok mu olacaklar? Ya da tüm insanlar rabbimiz tarafından bağışlanacaklar mı? Bu ne demektir, zalimle mazlum, isyankarla sabreden, sömürenle sömürülenlerin bir arada olması demektir ki Allah’ın adil sıfatına terstir.(s.95)
9. Bölüm Hangi yol cennete çıkar:
1.Cennete giden yol Allah’ı tanımaktan geçer.
2.Cennete giden yol imtihana muhatap insanı tanımaktan geçer.
3.Cennete giden yol imtihan kılavuzunu tanımaktan geçer.
4.Cennete giden yol ‘niçin yaratıldık’ sorusuna cevap bulmaktan geçer.
5.Cennete giden yol ‘niçin Allah’a ibadet edeceğiz’ sorusuna cevap bulmaktan geçer.
İbadet kavramın ‘teşekkür etme’ olarak algılarsak ‘niçin Allah’a teşekkür edeceğiz’ olur.
Allah’a ibadete giden yol nimetleri görmekten geçer.
Neden Allahu Teala bize bolca nimetler verdi? Niçin bu bolca nimet? Bu kadar nimetleri hak edecek ne yaptık? Allah’a nasıl teşekkür edeceğiz?
10. Bölüm Allah kullarından nasıl ibadet etmelerini ister:
Allah kullarından ilk önce inanç ister.
Allahu Teala her mecliste anılmak ister.
Allah namazla da teşekkür etmemizi bekler.
11. Bölüm Cennet ve cehennemliklerin vasıfları
12. Bölüm Hangi yol cehenneme gider:
Cehenneme giden yolların sayısı o kadar çok ki.. dünyanın her yerinden cehenneme araba/servis kalkar. Bileti ücretsizdir. Cehennemin görevlileri hatta pazarlamacıları dahi vardır. Servisleri çoktur. İsteyeni iş yerinden, evinde, hatta camilerden alırlar.(s.213)
13. Bölüm Esma’ül-Hüsna.