Toplam yorum: 3.077.822
Bu ayki yorum: 4.700

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

01.08.2011

Bu kitapta yer alan yazılar yazarın 1974-1980 yılları arasında Tercüman gazetesinde yayımlanmıştır. Yazıların büyük kısmı ‘bizim dile benzemeyen’ uydurma bir dilin saldırısına uğrayan Türkçemiz, İstanbul, tarih, vatan gibi konuları işlediğini, ana fikir konusu edindiğini görüyoruz. Yazarın vatan tarif de dikkate değer: “Benim için Türk dili de, İstanbul da tarih de dağ da deniz de, orman da, yaprak da, yaşama için ihtiyaç duyduğum, yaşadığımı anlamak için sevdiğim her şey vatandır. Onsuz yaşamak mümkün mü? Onun için ölmekse ebediyen yaşamaktır.” (s.vıı)
Kitaba adını veren hadise ise şöyle:
Saraydaki cariyelerden bir Sultan Abdülhamid’e gizli gizli sevdalanmış. Sevdalanmış ya, koskoca bir Hükümdar’a derdini nasıl arzetsin? Düşünmüş taşınmış, sonunda Hünkâr’ın her sabah indiği merdivenlerin karşısındaki duvara “Seni seven neylesün” diye yazmış. Yazmış ve kaçmış. Padişah yazıyı görmüş ve kimin yazdığını bilmediği halde pek hoşuna gitmiş ki, altına hiç üşenmeden şu mısraı ilave etmiş: “Halini beyân eylesün.” Kız, ertesi sabah bu yazıyı okuyunca heyecandan ölecek gibi olmuş ve üçüncü mısra olarak “Korkar ise neylesün” diye yazmış. Padişah bunu da görünce işi kestirip atmış: “Hiç korkmasın söylesün” demiş. (s.116)
Kitap 5 bölümden oluşuyor. Ağırlıklı bölüm olan birinci bölümde Türkçe ve onun katledilmesi diyebileceğimiz üzerine oynanan ayıklama çalışmalarına vurgu yapılıyor:
Her canlı gibi dillerin de bakıma, korunmaya ihtiyacı vardır. (s.13)
İnsanlar nasıl değişip gelişiyorlarsa, diller de öylece değişip gelişiyorlar bu bir tabiat kanunudur. Kanuna karşı gelip Türkçenin özüyle konuşalım demek mantığa sığmaz. (s.20)
Eskimiş, hatta ölmüş kelimelerin turşusu kurulmaz ama yaşayan, canlı, hayat dolu kelimeyi öldürmeye çalışmak veballi iştir. (s.21)
Bir milletin kendine has duygusu, düşüncesi, sanatı ve medeniyeti o milletin kültürü ise, kültürünü muhafaza eden, yayan, o kültürü bir nesilden ötekine aktaran da dilidir. O halde dilin mahvı kültürün mahvı, kültürün mahvı milletin mahvıdır. Dilini, kültürünü unutmuş, kaybetmiş bir milletin yaşadığı görülmemiştir. Bir milletin ömrü dilinin ve kültürünün ömrüne bağlı olduğuna göre, hepimizin millî şuur ve heyecanla Türkçeye ve Türk kültürüne sahip çıkmamız gerekir. (s.29)
Dil, insanın sese, söze, yazıya vurmuş aksidir. Dereye, göle eğilin, aynaya bakın, kendinizi görürsünüz. Dilde görülen de insanın kendisidir. Kişinin kemali kelamından belli olur derler. Olgun, olmuş insanın söyleyeceği söz de hamlıktan kurtulmuştur. (s.31)
Suhanı bîhûdeden hoş gelür âvâzı huruz
Bari manâsın bilmezse de hengâmın bilür (Nâbî) (Yani Horozun ötüşü boş lakırdıdan elbette daha hoştur, çünkü manasını bilmese de öteceği zamanı bilir) Ne kadar da doğru söylemiş. (s.38)
“Bir memleketin idaresini ele alsaydım, yapacağım ilk iş, hiç şüphesiz dilini gözden geçirmek olurdu. Çünkü dil kusurlu ise, kelimeler düşünceyi iyi ifade edemez. Düşünce iyi ifade edilmezse, vazife ve hizmetler gerektiği gibi yapılamaz. Vazife ve hizmetin gerektiği şekilde yapılmadığı yerlerde âdet, kaide ve kültür bozulur. Âdet, kaide ve kültür bozulursa adalet yanlış yollara sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar mühim değildir.” (Konfüçyüs) (s.56)
“Dil çamaşır yıkarmış gibi yıkanmaz.” (Goethe) (s.62)
Meşhur hikayedir: Adamın biri Arapça bilir görünürmüş. Halbuki koyun manasına gelen ‘ganem’ kelimesinden başka bir tek kelime bilmezmiş. Bir gün bir mecliste biri sormuş, Arapça kuzuya ne derler demiş. Arapça bildiğini söyleyerek övünen adam şaşırıp kalmış ama hemen toparlayıp ‘ona bir şey demezler, beklerler büyüsün diye, büyüdükten sonra ganem derler’ demiş. (s.65)
“Ölüm hadisesine hikmetin ışığı altında bakılabildiği nisbette ölüm ile hayatın birbirini tamamladığını anlıyoruz. Biz dünyanın hikmet kitabını ters ve yanlış okuduğumuz müddetçe de kıymeti sadece hayata veriyoruz ve bu mübarek, kurtarıcı ölümün kıymetini bir türlü idrak edemiyoruz? Ölüm olmasaydı bu hayat çekilebilir miydi?” (Nuri Arlasez) (s.80)
Garip bir şehirdir İstanbul. Yarısı dirilerin, yarısı ölülerin olan bir şehir.” (Duckett)(s.86)
A efendim, kan davası bir devletin, bütünüyle bir milletin örfü değildir ki. Mahallî bir ceza kanunu halinde bazı bölgelerde azala azala sürüp giden bir intikam alma duygusudur. Bugün hangi ana baba ve hoca yetişmekte olan gençlere kan davasını tavsiye eder? Örf ve âdet hükümleri değerindeki atasözlerimizden biri “Kan ile kanun eylenmez” der. Yaygın örfümüze göre ise ölümle öç alınmaz. (s.123)
Bir Fransız atasözü: “Azizlerle uğraşmaktansa Tanrı’ya başvurmak daha iyidir” (s.147)
Demirden perdelerini sıkı sıkıya kapatıp oturan bir komünist cennetinde halkın nefes alamayacak kadar bunaldığı, idarenin ağırlığı, baskısı altında iyiden iyiye ezildiğini gören iktidar, hangi dağda kurt ölmüşse, memurlara emir vererek yoldaşlara, kardaşlara mümkün olduğu kadar kötü muamele edilmemesini istemiş. Günlerden bir gün hıncahınç dolu bir trende bir aksırık sesi duyulmuş. Orada bulunan vazifelilerden biri kaşını gözünü devirerek, sesinin olanca dehşetiyle: -Kim aksırdı? Diye gürlemiş. Ne ses ne nefes! Sinen, ürken, kokan halk dut yemiş bülbüle dönmüş. Memur aynı hışımla tekrarlamış: Kim aksırdı? Başkalarına bir zarar gelmesinden çekinen, zaten canından bezmiş ihtiyar bir kadıncağız sesi titreyerek: Ben aksırdım oğul! Demek cesaretinde bulunmuş. Suratından düşen bin parça olan memur amirlerinden aldığı emri yerine getirip: Çok yaşa valide! Hayır duasında bulunmuş. (s.160)
Sevmek bir alışkanlıktır. İnsan bir kere alışmaya görsün, sonunda tiryakisi olur. (s.166)
“Adam söyleşüp bilişe, at kişneyip tanışa” diyen atasözümüz yirmi dört ayar bir söz. (s.168)
Beynun hanıma tşkr eidyor hayırı okumalar diliyorum.
30.04.2011

Kitap; Kur’an’da adı geçen Adem, İdris, Nuh, İbrahim, İsmail ve İshak, Yusuf, Eyyub, Musa, Davud, Süleyman, İlyas ve İsa’dan müteşekkil 13 peygamber hakkında bazı rivayetler incelenerek ortaya konulmuş. Eser, yazarın şaheseri olan ‘Tefsirde İsrailiyat’ adlı eserinin de bir bölümünü oluşturuyor.
Kitaptan alıntılar şöyle:
Gelecek hakkında doğru karar verebilmek için geçmişi bilmenin faydası inkar edilemez.
Zamanımızdan binlerce yıl önce yaşamış peygamberler hakkında bize en doğru bilgiyi kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim vermektedir. Ne var ki Kur’an’ın verdiği bilgiler genelde kısa ve öz bilgilerdir. Detaydan uzaktır. Zaman içinde insanların merakları ve bu merakın tahrik ettiği bazı kabiliyetler mevcut bilgilere nesiller boyu yeni ilaveler getirmişler ve böylece bazen bir peygamber hakkında ciltler dolusu rivayet birikmiştir. Bunlara tarihi gerçekler olmaktan ziyade edebi ifadesiyle roman veya destan gözüyle bakılabilir. Ne yazık ki bunlar çoğu zaman peygamberler hakkındaki gerçekleri aksettirmez.
Peygamberlerle ilgili haberlerin aşırı boyutlara varmasında ‘Ehl-i Kitap’ adıyla anılan Yahudi ve Hıristiyanlara ait yazılı ve şifahi söylentilerin etkisi büyük olmuştur. Zaman içinde bu çevrelerle yapılan politik ve ekonomik temaslar, komşuluk ilişkileri bu sahadaki haberlerin İslami çevreye intikalinde önemli bir etken olmuştur.
Yahudi ve Hıristiyanlarla asırlar boyu devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan çok yönlü ilişkiler sebebiyle özellikle Hz. Musa ve Hz. İsa daha etraflıca tanıtılmaya çalışılmış, diğerlerine nisbetle daha fazla üzerinde durulmuştur.
Bu iş hiçbir mümini ilgilendirmez ve hiçbir Müslüman incir çekirdeğini doldurmayacak böyle bir şeyin arkasına düşmez. Bunlar herhalde abesle iştigalden başka bir şey değildir. (s.94)
Gerçekten bu gibi hallerde yapılacak en güzel şey, Kur’an’ın verdiği bilgiyle yetinmek ve işin gerçek yönünü Allah’a havale etmektir. (s.95)
İslam’a zıt bu tür rivayetlerin kitaplara geçmesi elbette hoş bir şey değildir. Bu konularda yapılacak en güzel şey Allah ve Rasulünün beyanı ile yetinmektir. Bu iki kaynakta yer almayan hususlarda Müslümanlara yakışan, susmak ve söylenenlerden sarf-ı nazar etmektir. Hurafe ve israiliyyatın peşinde koşmamak en doğru yoldur. (s.96)
Her anlamıyla tiksindirici halleri Eyyub (as)’a nisbet eden yazarlar onun bir peygamber, şeref ve mertebesi yüce bir Allah elçisi olduğunu adeta unutmuş gibidirler. Eyyub (as)’un ne kadar sabırlı ve takdire değer biri olduğunu ispat etmek için kitaplara aldıkları bu tür merviyyatın onu küçülttüğünü ve bunların asılsız şeyler olduğunu fark edememişe benziyorlar.(s.98) Peygamberler de birer insan oldukları için, hastalanabilirler. Bu caizdir. Gülerler, ağlarlar, ızdırap çekerler. Bunlarda hiçbir anormallik yoktur. Eyyub’a nisbet edilen hastalık üzerinde çok fazla durulmuştur. Hakkında ileri geri pek çok lüzumsuz ve anlamsız şeyler söylenmiştir. Peygamberlik hakkında asla caiz görülmeyecek haller kendisine nisbet edilmiştir. Bu konuda asılsız haberler asırlardan beri, işin iç yüzünü bilmeyenlerce, bir gerçekmiş gibi halka anlatılmış, böylece de güya Eyyub’un ne sabırlı bir peygamber olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Hatipler, gözyaşı döken cemaatleri biraz daha coşturmuş ve böylece de Eyyub’un ismi etrafındaki söylentiler, hayallerin hızı nisbetinde her gün biraz daha mecrasından saptırılmıştır. Halbuki gerçek hiç de öyle değildir.(s.102)
Özellikle Kur’an ve hadise dayanmayan haberlerin ayrıntıları, geniş ölçüde mübalağa ve israiliyyatla iç içedir. Bazen mübalağalar, belli bir kültür seviyesine ermiş kimselerin fark edebileceği derecede açıktır.
Bu tür mitolojik atmosfere girmiş haber ve abartmaların vebal ve günahı önce dikkatsiz yazarlar, sonra da ravilere aittir. Kur’an ve sahih hadislerin bunda hiçbir vebali söz konusu değildir. Bazı tarih, kasas ve tefsir yazarları bir konuda söylenmiş ve yazılmış ne varsa bunları mutlaka eserlerine alma gibi bir özentiye kapılmışlar, bu haberleri, tarihi gerçekler, akıl ve mantık süzgecinden geçirme ihtiyacı duymamışlar, yalan yanlış, buldukları her şeye sarılmayı ve bunları kitaplarına aktarmayı marifet saymışlardır.(s.149)
Bunları falan veya filan kitapta okuyan kişiler de, bunların suçunu hemen dine ve Kur’an’a yüklemişlerdir ki bu da yanlış ve haksız bir tutumdur.
Bu tür haberlerin kitaplara geçmemesi için yazarların doğru bir tarih bilgisi yanında hadis kültürüyle mücehhez olmaları gerekmektedir. Bu ikisine bir de ‘doğru ve mantıklı düşünebilme’ eklenirse, kaleme alınan eserlerdeki hataları asgari düzeye indirmek imkan dahiline girebilir.(s.150)
Ehl-i kitap vasıtasıyla gelen şifahi rivayetler de keza bizim için faydasızdır. Kur’an ve hadisin dile getirdiği gerçekleri doğrulayanlar dışında klan bütün bilgilerden sarf-ı nazar etmek icap eder. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisinde, Ehl-i Kitab’ın anlattığı şeylerin tasdikini de tekzibini de yasaklamıştır.(s.174)
Bu rivayetlerde hakim unsur israiliyyattır; bu rivayetlerden sakınmak evla, Kur’an’ın nakli ile iktifa elsem yoldur. Hakikatini bilmediğimiz ve tahkikten de uzak olduğumuz bu hurafelere girmedikçe Kur’an’ın beyanına bir şey ekleyemeyiz.(s.196)
Yapılacak şey Allah ve peygamberlerine inanmak, Allah’ı Allah bilmek ve O’na hakkı olanı vermek, peygamberi peygamber olarak tanımak ve yolundan gitmektir.(s.240)
Çeşitli kitaplarda peygamberlere ait görülen veya şifahi olarak aktarılan haberler bu yazılanlar ışığında değerlendirildiği zaman gerçek ortaya çıkacaktır. Müslümanların ve özellikle Ehl-i sünnetin peygamberler hakkındaki inancı budur. Buna karşılık Yahudi ve Hıristiyanların Allah elçilerine ait haberleri değerlendirmeleri oldukça farklıdır. Onların sıradan insanlarmış gibi mütalaa etmekte ve her türlü çirkin hareketi onlara reva görmektedirler.(s.268)
Okuyuculara bu eseri okumalarını tavsiye ederken, kitabı bizlere hazırlayan Rahmetli Abdullah Aydemir hocamızın şefaate erme ümidine ulaştırmasını Cenab-ı Hakk’tan dilerim.
22.10.2010

Neden ‘İmamlar ve Sultanlar’? Şunun için: İslam ümmetinin bugün geldiği vahim durumun tarihteki en büyük nedeni nedir? diye sorulsa iki sebepten dolayıdır, derim.
1.Nebevî hilafetin saltana tebdili 2.İctihadın ortadan kaldırılması. Bu ikisinin bir sebebe irca edilmesi istense ikinciyi birinciye irca ederek derim ki, ümmetin on beş asırlık tarihinin en büyük yarası ‘saltanat’ belasıdır. Çünkü saltanat ictihadın düşmanıdır. Gece ile gündüz gibi; birinin olduğu yerde diğeri eğleşemez. İctihad ve saltanat deyince doğal olarak iki zümre akla gelecektir: ictihadı temsil eden ‘imamlar’ ve saltanatı temsil eden ‘sultanlar’. Ve tabi bu ikisi arasındaki tarihi mücadele… Bu kitap, söz konusu tarihî mücadelenin sadece yüz elli yılını konu edinmektedir.(s.9)
Müslümanların kendi tarihlerine nasıl baktığı da kısaca değinmek istiyoruz. Bugün piyasadaki yönelişleri üç kısımda değerlendirmek mümkün:
1.Gizleyenler. Bu tavrın çoklukla iyi niyetten kaynaklanıyor olması muhtemel. Ne ki adı üstünde ‘tarih’ yaşanmış olaylar silsilesidir. Onu değiştirmek mümkün değildir. Tarihi gizlemek mümkün müdür, tartışılır. Ancak mümkün olması halinde dürüst bir yöntem olmadığı ortada. Tarih, hatasıyla sevabıyla bir ibretler hazinesidir. Yalnız sevaplarını alıp hataların üzerini örtmeye çalışmak gerçekçi ve anlaşılabilir değildir.
2.Horlayanlar. Kendi tarihini horlayan bu tipler batılılaşmanın etkisiyle düşünsel ve duygusal bir irtidat sürecine girenler arasından çıkmaktadır. Bunların içerisinden, batı karşısında kapıldıkları aşağılık kompleksi sebebiyle girdikleri sara nöbeti sırasında ağızlarından salyalar savurarak toplumlarının dinî ve tarihî değerlerine akıl almaz bir bönlükle saldıran ‘klinik vak’a’ tipler çıkmaktadır. Salman Rüştü adı, bu tipin son cins örneklerinden biridir.
3.Kutsayanlar. Bu anlayışta bazı tarihî kesitler önce kutsanarak dokunulmazlığı ilan edilir. Tabi bunun için bazı deliller temin edilir. Ayetlerin en olmadık tevilleri ve zorlama yorumlarıyla mevzu hadislerden derlenen bu deliller, kimi tarihi dönemlerden bir ibret vesikası olarak yararlanmak isteyen insanların önüne takoz olarak konulur. Böylece tarihi anlamak isteyenlerle tarihi kutsayanların yıldızı bir türlü barışamaz.
Aslında bu kitabın konusu olan tarih kesitini ele almak mayınlı bir arazide dolaşmaktan farksızdır.(s.16)
Adalet ve hakikat aşkı imanın bir gereğidir. Yapılan yanlışa, kimden sadır olursa olsun ‘yanlıştır’ deme kınanacak bir davranış değildir. Aksine yanlışa doğru, doğruya yanlış demek kınanacak ve yerilecek bir davranıştır. Ancak, yanlışın yanlış olduğunu sahih delillerle ispat etmek ve ispat edilen bu yanlışı da edepli bir üslupla ders alınması için açıklamak gerekir. Yanlış olduğu naslarla sabit olan bir davranışa doğru demek ve bunu ispat için hakikati eğip bükmek başta hakikatin kaynağı olan naslara, sonra hakikatin bizzat kendisine hakarettir, zulümdür. Hele yanlışın adını ‘ictihad’ koyarak ictihad gibi çok önemli bir kavramı şaibe altında bırakmanın mazereti olamaz. Akidede peygamber dışında hiç kimseye masumiyet atfedilemeyeceği sık tekrarlanan bir ilke iken, fiiliyatta onbinlerce ‘masum’ çıkaran bir anlayışla saadet asrını değerlendirmek izahı mümkün olmayan bir çelişkidir.(s.17)
Sahabeye sövme ve dil uzatma edepsizliğini ilk icad eden, hatta bunu resmî bir emirle hutbelere yerleştiren Emevî halifelerinin bu kötü davranışlarını mahkum etmemek, dahası bu ‘sünnet-i seyyie’yi devam ettirmek, ‘adalet ve ihsan ile muameleyi’ emreden Allah’a karşı gelmektir.(s.19)
Toz dumandan kimsenin kimseyi seçemediği bir ortamda, bugün adı en çok anılıp da şahsiyeti en az tanınan biri olan Büyük İmam Ebu Hanife’yi tarih sahnesinde görüyoruz. Ebu Hanife, raşid halifelerden sonra birbirinden ayrılan hak ve gücün arasındaki amansız savaşta güçten ve güçlüden yana değil, haktan ve haklıdan yana olmuş ve bunu da kanıyla belgelemiş biri. İmam, saltanata karşı ictihadı temsil ediyordu. Tarih boyunca tüm saltanatların bariz özelliklerinden biri ise ‘ictihad’a düşman oluşlarıydı.(s.20)
Hz. Ömer ile Selman-ı Farisi arasında şu konuşma geçer:
-Ben halife miyim, yoksa sultan mı?
-Eğer sen, Müslümanların maşından bir dirhem dahi olsa, kanunsuz olarak alırsan ve bunu da keyfin için harcarsan o zaman sultansın, değilse halifesin.
Bu sözler Ömer(r)’i ağlattı. Bir gün Ömer (r) dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki ben halife miyim, sultan mıyım bilemiyorum. Eğer sultansam vay halime.”(s.41)
Hicri 40 ile 60 yılları arasını tarihimizin en netameli dönemi olarak adlandırmak mümkündür. İslam tarihinde bir milattır bu dönem. Asrısaadet müslümanlığıyla günümüz müslümanlığı arasındaki derin uçurumlara bakarak da her şeyin nasıl olup da bu kadar değişebildiğine akıl erdirmek isteyenler bu zaman kesitini iyi incelemek zorundadırlar. İşte o zaman, nurun nasıl olup da zulmete dönüştüğü, Allah Rasulü’nün ve onun kutlu ellerinde yetişen pak ashabının ter ve kanla yoğurdukları harçla yükselttikleri İslam binasının temellerinin nasıl sarsıldığı anlaşılabilir.(s.62)
Abdullah b. Zübeyr, Ömer b. Abdülaziz, Zeyd b. Ali ve özellikle İmam Azam Ebu Hanife konuları bu dönemin en acı ve mücadeleli kahramanları.
Başkalarının yaptıklarıyla övünmek kişiye bir şey kazandırmaz, bu kesin. Bu tavır sadece boş bir avuntudur. Bunun tersi de geçerli: Başkalarının yanlışlarını kendi fazileti bilmek. Bu da avuntu; belki birincisinden daha kötü, sonuçları itibariyle daha vahim.
Peki o halde bize düşen ne? Bilmek ve tanımak.
Neyi? Her şeyi; kendini, Allah’ı, mahlukatı, Rasul’ü, dostu, düşmanı, iyiyi, kötüyü, dünü ve bugünü.
Bilmenin ve tanımanın yolu çalışmaktan geçer. Her başarı ciddi ve zorlu bir gayretin ürünüdür. Bu, hayatın yasası; sünnetullahtır. Tek çıkar yol bu ölümsüz yasaya uymak; alın teri, zihin teri, yürek teri dökmek…
Kimse mucize beklemesin. Mucize gibi ilahi bir nimete sahip olan nebiler bile bu yasaya uymaktan başka çıkar yol bulamadılar.
Davamızın sonu Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.(s.246)
27.09.2010

İslam düşüncesinin genelinde tasavvufun doğuşu ayrı bir önem taşır. İslam’da tasavvufun yerini anlamak için tasavvufun doğuş dönemini, bu dönemi anlamak için de bu dönemdeki sufileri iyi anlamak icab eder. Bayezid-i Bistamî doğuş dönemindeki tasavvuf hareketinin en büyük temsilcisi olup daha sonraki dönemlerde de önemini korumuştur.(s.1)
Bayezid tasavvufla ilgili fikir ve hislerini bazen tedbirli ve ihtiyatlı ama daha çok serbest, hatta cüretli sayılabilecek ifadelerle ortaya koymuştur.
Bayezid’in tasavvufu, coşkulu, hisli, heyecanlı bir tasavvuf olup aşka, şevke ve mehabbete dayanır. Fakat özellikle marifet ve marifetullah(irfan) bu coşkun ve taşkın tasavvufta önemli bir yer tutar. Hücvirî, Bayezid’i sekr (manevî sarhoşluk) hareketinin öncüsü sayar.
Tasavvuf yolunda yaşanan ruhi tecrübeleri ürünü olan marifet ve irfan Bayezid’in tasavvufunda duyguyla düşünceyi birbirine bağlar. Bu hususta tasavvufunda büyük bir değer ve önemli bir yer verdiği için Bayezid’e ‘Sultanu’l-ârifîn unvanı verilmiştir.(s.2)
İslam aleminde Yezîd ismi ne kadar lanetli ise Bayezid (Bâ-Yezid, Yezid’in babası) ismi de o kadar saygı değerdir.(s.3)
Bayezid’in tasavvufunu özü itibariyle vahdet-i vücud’dan ibaret görüp kendisini vahdet-i vücudcu görenlerin sayısı az değildir. Bayezid’in tasavvufu sekri, fenayı, aşkı ve marifeti esas alır. Bu hususlara dayanan bir tasavufun özelliği sevenin her şeyi sevgilisi olarak görmesidir. Onun tasavvufunu vahdet-i vücudcu değil, vahdet-i şuhudcu bir tasavvuf olarak görmek daha doğrudur.(s.5) Çünkü Bayezid'in yaşadığı dönemde vahdet-i vücûd İslâm âleminde bilinmiyordu.(İA, 5/240)
Ahmed b. Hadraveyh çok seyahat eden bir şeyh idi. Bayezid’i ziyarete gelince, Bayezid: “Neden hiç durmadan geziyorsun” dedi. O da: “Su durunca bozulur, kokar” dedi. Bayezid de: “Deniz ol da bozulma” dedi.(s.24)
Ham bir sofu vardı. Şeyhi kötülüyor, hakkında ağır konuşuyor, “O ne yapmış, ne söylemiş ki! Onun yaptığını ben de yapıyorum” demişti. Bayezid’in bundan haberi oldu. Bir gün şeyh onu gördü ve nefesini ona üfledi. Sofu üç gün elden ayaktan düştü ve altını kirletmeye başladı. Biraz kendine gelince boy abdesti alıp şeyhin huzuruna geldi ve özür diledi. Şeyh buyurdu ki: “Bilmiyor musun, fillerin taşıyabileceği yük eşeklere yüklenemez.”(s.25)
“Allah’ın dost edinip zikri ile meşgul ettiği ve muhaliflerinden koruduğu hiçbir kimse yoktur ki Allah ona eziyet eden ve onu reddeden bir Firavun musallat etmesin.”(s.25)
Onu rüyada gören biri “tasavvuf nedir” diye sorunca şu cevabı aldı: “Rahatlık kapısını üzerine kapatman, sıkıntı kapısının önüne diz çökmen.”(s.43)
Sorgu melekleri olan Münker ve Nekir Bayezid’e geldiler ve: “Rabbin kim” dediler. Bayezid onlara: “Ben ne desem boş, bunun ne kıymeti var? İyisi mi geri dönün ve neyi olduğumu O’na sorun. O ne derse o olsun! O bana ‘kulum’ demedikçe ben yüz kere bile ‘Mevlam O’dur’ desem bundan ne çıkar? dedi.(s.45)
Bayezid’i kabre koydukları gece sordular: “Ne getirdin?” Bayezid cevap verdi: “Bir fakir bir sultanın kapısına gelince ‘ne getirdin’ demezler, ‘ne istiyorsun’ derler.(s.46)
“Müminin nefsi yoktur, o cansızdır. Allah müminlerin nefislerini ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır.(Tevbe, 9/111) Nefsini satanda nefis olur mu?”(s.55)
Zunnun Bayezid’in bütün gece uyuduğunu ve rahatına baktığını öğrenince bu durumun kendisini kafileden geri bırakacağını hatırlatınca Bayezid: “Tam ve kamil er o kişidir ki sabaha kadar uyur ama sabahleyin kafileden önce de menzile ulaşır” demişti.(s.57)
“Kim Kur’an okumayı, zühdü, cemaatle namaz kılmayı, cenazeye gitmeyi ve hasta ziyaretini terk ederse sufilik iddiasında bulunmasın.”(s.61)
“Çok zikir, adedi fazla olan zikir değildir. Gafletsiz olarak huzurla olan zikirdir.”(s.61)
Bayezid zamanında bir Mecusi vardı. Müslüman olması teklif edilince dedi ki: “Eğer Müslümanlık Bayezid'in uyguladığı gibi ise buna gücüm yetmez. Sizin uyguladığınız gibi ise ona da benim ihtiyacım yok”(s.77)
Bayezid’in şükür konusunda şu menkıbesi çok meşhurdur.. bir gün bir sokaktan geçerken bir evin üst katından atılan küller Bayezid’in başına döküldü. Küller içine kalan Şeyh şükredip elleriyle yüzünü sildi ve: “Ben ateşe müshehakkım, üzerime kül dökülürse bunda üzülecek, kızılacak ne var” dedi.(s.87)
Bir çok kerametleri bulunan Bayezid bunlara fazla değer verilmemesini, önem verilmesi gereken asıl şeyin şeriatın emir ve yasakları gözetme olduğunu sık sık vurgular. Bir gün kerametten söz açılmış, oradakilerden biri demiş ki: “Falan kişi bir gecede Mekke’ye gidiyormuş! Bayezid: “Allah’ın lanetlediği şeytan da bir anda doğudan batıya gidiyor!” Adam: “Falan adam su üzerinde yürüyor!” Bayezid: “Balıklar da su üzerinde yüzerler!” Adam: “Falan adam havada uçuyor!” Bayezid: “Leş yiyen kargalar da havada uçarlar. Önemli olan kişinin Allah’ın emir ve yasakları karşısındaki durumudur.”
“Bir kişiyi havada bağdaş kurmuş oturur bil halde görseniz ilahi emir ve yasaklar, dinin çizdiği sınırlar ve şerî hükümleri yerine getirme hususunda nasıl davrandığını görmeden ona aldanmayınız.”(s.121)
“Sevap ve günah kazanması söz konusu olmayan bir kuşa verilen uçma hususu bir mümine verilse bundan ne çıkar? Mümin Allah katında kargadan daha değerlidir. Ezanla kamet arasında Mekke’ye gitme hususuna gelince cin de aynı şeyi yapıyor. Cine verilen bir husus mümine verilse bundan ne çıkar? Mümin Allah katında cinden daha değerli değil mi?”(s.122)
Menkıbeye göre Bayezid’i bir elinde ateş, bir elinde bir kova su olduğu halde dolaşır bir halde görmüşler ve ne yapmak istediğini sormuşlar: “Şu ateşle cenneti yakmak, şu su ile de cehennemi söndürmek istiyorum, taki kim cennete girme ümidi, kim cehennemde yanma korkusu olmadan Allah’a ibadet ediyor, ortaya çıksın! Cennet ve cehennem olmasa O’na ibadet edilmeyecek mi?”(s.177)
“Tevekkül, hayatı bir güne ircâ edip (zihindeki) yarın fikrini silip süpürmektir.”(s.189)
İslam Ansiklopedisi’ne de aynı maddeyi yazan(5/238-241) Hocamıza bu çalışmasından dolayı teşekkür ederiz.
22.09.2010

Müslümanların birlik ve bütünlüğünün en çarpıcı göstergelerinden biri olan Cuma namazının diğer namazlardan ayrı yönü, onun bir gösteri mahiyeti arz etmesidir.
Tarihin bazı dönemlerinde olduğu gibi devrimizde de idare biçimleri yahut idareciler bahane edilerek, Cuma namazına gitmeme temayülleri ortaya çıkmış görünmektedir. Temelinde cehalet, taassup ve gençliğin ibadetlerden, cem’den ve cemaatten soğutma düşüncesinin yattığı bu eğilimin; İslamî bilgiler ışığında muhakeme edilmesi şarttır.(s.3)
Cuma cemaati konusunda ittifak edilen bir görüş yoktur. Şevkânî’nin nakline göre cemaatin sayısı ve keyfiyeti üzerinde on beş kadar farklı ictihad vardır. Sayıyı bir kişi olarak kabul eden fakihler yanında seksene, hatta sayı ile sınırlanmayan bir kalabalığa kadar çıkaranlar vardır. Bizim kanaatimiz, Allah ve Resulünün mutlak olarak zikredilen beyanları, mutlak olarak bırakılmalıdır. Çünkü bunda Ümmet-i Muhammed için kolaylıklar vardır.(s.43)
HUTBENİN HEDEFİ SİYASİ MİDİR? Cuma namazı büyük çapta haftalık bir toplantıdır. Allah’ın emir ve yasakları herhangi bir maksat ve sebebe bağlı olarak izah edilemez. Allah’ın emir ve yasaklarını bazı yorumlarla açıklamanın birçok sakıncaları vardır. En önemlisi, böyle bir yorum yapılırsa, o takdirde maksat ve hedef ortadan kaybolunca, ibadet de ortadan kaybolur. Bunu yapma ise, İslam’a yapılabilecek en büyük bir kötülük ve ihanet olur. Nitekim bazı cahil kişiler tarafından, Cuma namazı ve Cuma hutbesi, siyasi bazı yorumlara tabi kılınmaya başladıktan sonra, bu yorumlara paralel olarak kılınmamaya da başlanmıştır. Bu en büyük nefsani ve şeytani bir desisedir. Başarıya ulaşan şeytan olmaktadır.
CUMA NAMAZININ SİYASİ BİR YÖNÜ VAR MIDIR?Sorusuna cevap verebilmek için, önce siyasetten neyin kastedildiğini bilmek lazımdır. Eğer siyasetten maksat, tüccar, sanatkar ve esnafın alışageldikleri grupçuluk, aldatmaca, çekişme ve dolandırıcılık gibi durumlar yahut mezhep ayrılıkları, görüş ayrılıkları gibi kör bir taassup ise, bilmek gerekir ki, İslam dini hiçbir surette bunu kabul etmez. Cuma hutbesinde ne de diğer konuşmalarda İslam dini bu gibi aykırılıklara rıza göstermez. Bu sebeple hutbe, İslam dininin ruhundan uzak olan bu gibi konuşmalarla meşgul edilemez. Bu durum İslam prensiplerin uymaz.
Yok eğer bu siyasetten maksat, şanına layık olduğu şekilde, cemaate hizmet etmek, Müslümanların iyi taraflarını araştırmak, Müslümanları savunmak, üstünlük ve şeref, halkı farzları yerine getirmeye davet etmek, düşmanların tehlikeli taraflarını açıklamak, İslam’a muhalif olanların desiseleri ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar aleyhinde yaptıkları toplantılar hakkında halkı uyarmak ise, bu her türlü siyaset zaten dinin temel prensiplerindendir. Çünkü, İslam dini, bu gibi bozuklukları düzeltmek için gelmiştir. İşte bu manada olmak üzere Cuma namazında verilen hutbenin dini bir siyasi yönü vardır.” (Şarbasî)(s.52)
Cuma uygulamasında devlet izninin şart olduğunu ileri sürenler maslahata dayanıyorlar. Bu içtihadın hedefi, halkın daha güvenli ve düzenli bir şekilde Cuma ibadetini yerine getirmelerini sağlamaktır. Kitap, sünnet yahut sahabi sözü ve uygulamasından bir delilleri yoktur.(s.67) Şunu söyleyebiliriz: Allah’ın kitabı, Resulünün sünnetinde mutlak ve umumi olarak açıklanan Cuma namazı gibi çok önemli ilahi bir emrin, uygulamasının geçerli olabilmesi için içtihatla tahsis edilmesi ve şarta bağlanması mümkün değildir. Bu husus, şehir şartında olduğu gibi, Ebu Hanife’nin ‘Umumi olan bir hüküm, tahsis edilemez’ prensibine de aykırı görünmektedir. Zira Ebu Hanife’ye göre, Kur’an’da sabit olan umumi bir hüküm ancak Kur’an’la yahut mütevatir veya meşhur sünnetle tahsis edilebilir. Sahih de olsa tek raviden gelen hadis ile tahsis edilemez. Oysa burada umumi olan Cuma emrinin, içtihatla tahsis edildiğini görmekteyiz.
CUMA NAMAZININ KILINIŞI: Cuma namazının iki rekat olduğu hususunda ittifak bulunmakla beraber, farzdan önce ve sonra kılınan nafile namazlarla ilgili farklı rivayetler nakledilmiştir.(s.90)
O halde şu noktayı kesin olarak tesbit edebiliriz: Hz. Peygamber’in gerek fiili sünnetinde gerekse sözlü sünnetinde Cuma namazının ittifak edilen rekat sayısı ikisi farz dördü sünnet olmak üzere altı rekattır. Ancak bu sünnet namaz camide kılınmak istendiği zaman ki tavsiyeye binaendir. Cuma namazının farzından sonra evinde kılmak isteyenler için sünnet namaz yine ittifakla iki rekattır.(s.94)
Alimlerin büyük çoğunluğu, Cuma namazından önce, Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş sünnet bir namazın bulunmadığı hususunda ittifak halindedirler.(s.98)
SONUÇ: Müctehit imamlar, siyasi bazı olaylarla karşı karşıya bulunmalarına rağmen, kendilerine bağlı olan Müslümanları Cuma namazından geri kalmamaya teşvik etmişlerdir. Hz. Peygamber’den sonraki iç kargaşanın hakim olduğu, siyasi çekişmelerin yaygın olduğu Hz. Osman döneminde, ashab isyancıların arkasında Cuma namazı kılmıştır. Hz. Ali döneminde de siyasi boşluk ve iç çekişmeler bulunmasına karşılık, asla Cuma namazı terk edilmemiştir. Çünkü bu namaz, hiçbir dönemde siyaset namazı olarak kabul edilmemiş, yalnız ve ancak Allah’ın mutlak bir emri olarak telakki edilmiştir.
Cuma namazının özellikle uygulama şartları ile ilgili olarak, bazı müctehitler tarafından ortaya konan şartlar ise, toplum düzenini koruma, disiplini sağlama ve uygulanabilme açısından mütalaa edilmiştir; farz olma şartı olarak ileri sürülmemiştir. Yani Cuma namazı farz olan kimseler, uygulama vasatı bulamazlarsa, bu namazı kılmamaktan ötürü sorumlu değillerdir. Bu istikamette, maslahata uygun olarak ileri sürülen şartların, bazı gerekçelerle saptırılmasına ve Cuma namazının farz olmayacağı anlamında yorumlanmasına asla imkan ve ihtimal yoktur. O halde, Cuma namazı, sorumlu bulunan her Müslüman tarafından, fırsat ve imkanların elverdiği her yerde, her türlü şartlar altında kılınması mecburidir.(s.110)
Kitapta daha önceki baskısında eksik gözüken Cuma namazının hikmetleri ile Zuhr-i Ahir konusu bu baskısında giderilmiş.