Toplam yorum: 3.081.289
Bu ayki yorum: 967

E-Dergi

Fulya Yılmaz

Merhaba! Ben Fulya Yılmaz, Felsefe Grubu Öğretmeniyim. 2010 yılından bu yana NLP ile başladığım eğitimcilik hayatıma, Eğitim Koçu ve Rehber Öğretmen olarak devam etmekteyim. Kitap okumak, okuduğum kitaplar üzerine sohbetlerde bulunmak çocukluğumdan bu yana en keyif aldığım şeydir. Sosyal çevrem ve öğrencilerim dahil olmak üzere kitapların içerikleri üzerine referans alınan ve bundan bahsetmekten mutluluk duyan biriyim. Kendimce oluşturduğum mütevazı kütüphanemdeki kitapları yorumlarken, yolunuza ışık tutmayı diliyorum. Sevgilerle.

Fulya Yılmaz Tarafından Yapılan Yorumlar

Aşk dipsiz bir kuyu, çünkü, herkesin yüreği göğsünde taşıdığı insanın avucunun içinde önceleri. Sonra kavuşulmazsa acı, fakat insan o acının içinde de ne hikmetler yaşanabileceğini düşünmeli. Acı da olsa tecrübe, güzel yollar açabilir insana.

Tarık Tufan'ın okuduğum ilk kitabı. Bence bir yazar olarak teknik becerisi, sakin karakter kadrosu ve hikayesinin ilerleyişi, devam eden olay örgüsü nostaljik bir zeka ürünü. Nedense ben bu kitabı karşılıksız bir aşk ya da saplantılı bir aşığın ümitsiz çırpınışı olarak değerlendiremedim. Ya da bana daha özel bir hisle, farklı bir bakışla geçti de diyebilirim.

Kitapta verilen aşk olgusunu, kanadı kırılmış bir kahramanın yaşayacağı gerçeküstü bir hikayenin başlangıcına yol açılışı olarak değerlendirdim. Firdevs'e delice aşık olan Orhan'ın, bu uğurda akademisyenliği de dahil hayatını mahvetmesi mi idi? Yoksa Saklıkuyu davetlisine çağırılmak üzere verilen özel bir neden mi idi? tartışılabilir. Heidegger'in, 'varlığın kaderi, hiçbir zaman insanı yalnızca kendi ötesinde olmak zorunda bırakan kör bir yazgı değildir. O daha çok insanın vuku bulmakta olan şeyi meydana çıkarmak için harekete geçmeye çağırıldığı açık bir yoldur,' dediği gibi. Saklıkuyu adlı kasabanın deneyimini yaşayabilmek için Firdevs'e dair hayal kırıklığı yaşaması, ona davet edilme kapısını açmış oldu. Giden aşkına takılıp kalmış ve nedenlerine bir cevap arayışında oluşu Saklıkuyu karakterleri ile yollarının kesişmesini ve bu hikayenin gerçek boyutta gelişmesini sağladı.

Karakterler doğal ve bir o kadar da ilginç bir konuda gerçek ile hayali birbirinden ayıran ince gölgeler gibiydiler. Defne, Belma, Hilmi, Orhan... Kitabın bütünüyle mütevazı ve basit tarzı çeşitli kişisel duyguların eliptik olay örgüsüne merakla dahil olmayı sağlıyor.

Karakterleri gerçeklikle inşa eden ve melankolik duygu geçişlerinin, yanlış bağlanmanın ve insan doğasında her zaman olabilecek hataların kabulü ile hayatımızın her anında yaşanmayı hak eden mutluluğa dair umut üretebilecek bir hikaye.

Tarık Tufan'ın okuduğum en iyi kitabı mı olur, bilmiyorum. Fakat diğer eserlerini okumaya motive olmam için iyi bir referans kitabı olduğunu söyleyebilirim. Önererek, keyifli okumalar dilerim.
...

''Hayatımı mahvettim. Üstelik bunu yaparken aklım başımdaydı. Hayatımı bile bile mahvetmemin tek bir sebebi vardı: Aşıktım ve dünyanın geri kalanının gözümde zerrece bir değeri yoktu.''
İçe dönük bir çalışmadır İnce Memed, içinde sosyal, ekonomik, politik, felsefi ve teolojik anları tahayyül etmek için çok şey barındırır. Sosyal ve kültürel tarihinde kök salmış ciddi bir Türkiye durumuna ayna tutar. Yükselen sınıfların ortaya çıkışı hakkında cesurca atıflarda bulunur. Dağların ve ovaların güzelliğinden, soğandan, köy ekmeğinden, helvadan ve ekmekten, en çok da emekten söz eder.

Kalpsiz ağaların, acımasız eşkıyaların, çaresiz alt sınıfların haksızlığı normalleştirme alışkanlıklarıyla ortaya çıkardıkları yoğun bencillikleri, gücün neden-sonuç ilişkilerini ve sözde toplumsal konumun bütünlüğünün acı ve şaşırtıcı şekillerde sahnelenişini gösterir.

Yaşamın ve ölümün inceliklerini açığa çıkaran, kötü yönlerine ayna tutmaktan korkmayan Memed'in hikayesini takip ederiz. Aslında annesi Döne, sevdiği kız Hatçe uğruna başlayan, İnce Memed'in davası son derece kişiseldir, pek çoğumuzun da aynı değerleri taşımasından ötürü ise kaçınılmayacak şekilde empatik hisler doğurur. Pek tabii her birimizin etkiye tepki mekanizmamız karakteristik özelliklerimize göre farklı reaksiyonlar geliştirir. Kimi haksızlıklar karşısında cılız bir hikaye olarak kalırken, kimi destansı bir kahraman, eskimeyen bir roman olur.

Doğuştan gelen hayatta kalma içgüdüsüyle, masumane iyilik arzusu arasında gidip gelen küçük Memed'in dokunaklı hikayesinin yanı sıra itilip kakılmaya alışmış, ihmal edilmiş insanların, mahvolmuş hayatların köşe bucaklarına bakmaktan korkmayan, karanlık fakat cesur karakterleri de görüyoruz. Memed'in mecburen şanlı bir eşkıyaya dönüşümü, büyüyüşü ve canı pahasına kıymetlerine sahip çıkışına tanık oluyoruz. İnce Memed, çaresizliğin gerçekliğine kapılmaktan asla korkmadı ve bu özelliği, cesareti ve becerileri sayesinde kendinden takdire şayan bir kahraman yarattı.
'Bazı çocuklar erken büyürler, çocuksu suratlarının altında yaşını başını almış insanların kederlerinden fazlasını barındırırlar. Onların boyunlarını büken yaptıkları işin ağırlığından çok uğradıkları haksızlıklardır. Sevdaları da büyük olur böyle çocukların öfkeleri de...'

Çukurova, Toros Dağları, Anavarza, Tarsus ovalarının aktarılışı, zengin betimlemeleri, akıcı dili, okuru hikayenin içine çeken olayların gerçekçi karakterleri, yöre halkının doğal özellikleri, halk ağzından birebir diyaloglarıyla kah gülümsetir, kah gözleri doldurur Yaşar Kemal. Okuyucunun bu dört serilik uzun soluklu eseri kendine, kendini ise bu romana bir şekilde ait hissetmesine neden olanın, Çukurova'da yetişen yazarın bu toplumun havasından, suyundan, rüzgarından alıp aynı gerçeklik ve samimiyetle okuyucusuna ustalıkla taşımış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Yaşar Kemal kaleminin kalitesi ve tarzı doğallığından mütevellit muazzam. Elimde serinin ilk kitabını mevcut tutarak bir şekilde ansızın başlayacağım bir zaman kolluyordum. Okunacak listemin kargosunu beklediğim hafta başlamayı tercih edip, ikinci gün sona ermeden heyecanla bitirdiğim şaşırtıcı bir başlangıç oldu benim için. Sonrası malum şu anda yaptığım kitap incelemem ilk üç serinin yorumlamasını barındırdığı üzere, bu hafta serinin üç kitabını keyifle bitirmiş bulunmakta ve sizlere önermek üzere yorum yapmaktayım. Son derece samimi bir eser olduğunu, okurken feyz alarak, heyecan duyarak su gibi okuduğumu söylemek ister, keyifli okumalar dilerim.
Polisiye türünde beni en çok etkileyen şey, uyarlamaların çoğunun orijinal hikayelere ne kadar yakın olduğudur. Ahmet Ümit’in kendi kulvarında ayrı bir özgünlüğü olduğunu düşünürüm hep. 'Kayıp Tanrılar Ülkesi'de bu düşüncemi pozitif etkileyenlerden. İçine sürüklendiğimiz macerada cinayet ayrıntıları o kadar tanıdık ve bir o kadar da merak uyandırıcı anlatıldı ki kitabın gizeminde var olmuşçasına yanından ayrılamadım.

Zeus sunağı hakkında verilen bilgiler, yapıtın nasıl gün yüzüne çıkarıldığı ve Berlin’e nasıl götürüldüğü ile ilgili gerçekler bugüne kadar araştırmadığım ama muazzam bir araştırma isteği duyduğum konu oldu. Sadece bu bilgiler için dahi, Kayıp Tanrılar Ülkesi'nin ciddi anlamda takdiri hak ettiğini düşünüyorum.

Irkçılık, yabancı işçilerin ötekileştirilmesi, göçmenliğin manevi ağırlığı, Berlin duvarının yıkımı ve bunun daha büyük ekonomik ve sosyal yıkımlara sebep olunması hususunda da akıcı sahnelere yer verildi. Şahsen bir film gibi tahayyül etmemin sebebini okuduğunuz zaman daha iyi anlayacağınızı umuyorum. Hikayelerin odak noktası, verilmek istenenin kesinliği ve karakterlerin enerjisi teker teker parlayıverdi. Hikaye genel olarak iyi, bize Ahmet Ümit’in genel bilgileri harmanlayabilme, dedektif yönü ve bunları keyifle okutabilme yeteneğini bir kez daha gösterdiğini içtenlikle söyleyebilirim.

Mitoloji, arkeoloji, felsefe, polisiye türlerin hepsine hakkını vermekle kalmayıp, Ölmez ailesi, cinayetleriyle verilen kurgunun bu hikayeyi yıllar sonra bile bu isimlerle hafızama kazıyabileceğim ironiye sahip olmasını da ayrı bir zeka ürünü olarak görüyorum. Bence Türk yazarlar arasında bu şimdiye kadar yazılmış en iyi dedektif hikayelerinden biriydi. Başkomiser Yıldız ve yardımcısı Tobias’ın karakterize edilişi, hikayelerin içeriği ve yapısı iyi tasarlanmıştı, bu yüzden genel olarak bu karakterleri okumaktan da keyif aldım. Ahmet Ümit’in kaleminin farklı bir özelliği var ve bu şüphesiz tüm eserlerini, okunmaya değer mücevherler yapıyor. İşin doğrusu normalde okuduğum bir tür değil ama yavaş yavaş beni etkisi altına alıyor ve bu türe hayran olup daha uzun süre devam etmem için doğru romanlar seçtiğimi düşünüyorum. Bu türe müptela olanlara da, ucundan bucağından yeşil ışık yakanlara da önerebileceğim bir romandır. Keyifli okumalar diliyorum.
...

‘Kendimize dönmeliydik, en masum halimize.’
Bülbülü Öldürmek, 1960'ların Amerika'sında kelimenin tam anlamıyla eşitlik ve insan hakları çığlıklarıyla dolup taşan bir zamanda yayınlanan, dönüm noktası niteliğinde, ırkçılık karşıtı bir manifesto. İnanıyorum ki bu kitap ders olarak verilseydi tarih, hukuk, vatandaşlık ve pedagoji alanlarına çok doğru bir örnek teşkil ederdi.

Küçük Scout, abisi Jem, babası Atticus, komşuları Boo Radley, Tom Robinson ve Scout ile Jem'in küçük dostları Dill üzerinden aktarılan sade, naif üslubuyla muazzam bir kitaba imza attı, Harper Lee. Baş karakterleri Finch'lere annesinin kızlık soyadını vererek onları daha anlamlı bir parçası haline getirmeyi de ihmal etmedi. Hatta Dill karakteri de Lee'nin çocukluk arkadaşı Capote'den esinlenerek ortaya çıkmış. Alabama'lı beyaz bir kadın yazarın ki, bu cümleye başlarken kullandığım kelimelerin o zor zamanlarda tek başına kullanıldığında bile ne kadar cüretkar bir kombinasyon oluşturduğunu tahmin edebiliyoruz, daha adil ve insancıl bir toplum için taşını zarif bir şekilde yerine yerleştirmeyi amaçlayarak, görevini layıkıyla yerine getirdi. Irkın ötesini gören ve insanlarda iyiliği bulan, ayakları soğukkanlılıkla yere basan adil bir adam olarak Atticus'u, kimden ilham aldığını merak ediyorum Lee'nin. Açıkçası çocuklarının gözünden başlangıçtaki aktarımı beni duygudan duyguya sürüklerken, kitabın sonuna doğru Atticus'un ismi geçtikçe karakterine olan hayranlığımla gözlerim doldu.

Scout, Jem ve Dill şahit olmak zorunda kaldıkları boylarından büyük olaylara getirdikleri masum fikirleriyle kalbimi ısıttılar. Bu hikayede yetişkin ve hayatının ona birçok yönden eksik sunulmasına ve hatta masumiyeti ispatlanarak gösterilen delillerle kanıtlanmasına rağmen ölüm cezası alan, Tom Robinson da masumdu. Atticus, onun için hayal edilemeyecek ahlaki yoksunluklar içinde, fakat cesaretle, dokunaklı savunmasını yaptı. Bu üzücü hikayenin tüm tatsız anları Scout tarafından o kadar naif, kırılgan ve bazı yerlerde tebessümü kaçınılmaz kılarak anlatıldı ki, belki de bu hikayeyi yetişkin bir karakter aktarıyor olsaydı sonuna kadar okumayı sürdüremeyebilirdim. Mesela bebeklerin nasıl dünyaya geldikleri konusunda; 'Dill'in duyduğu, tüm bebeklerin olduğu sisli bir adaya kürekle geçtiği teknesi olan bir adam vardı ve bir tane ısmarlayabiliyordun-Bu bir yalan Halam Tanrı'nın onları bacadan ittiğini söyledi. En azından ben öyle düşünüyorum' gibi muzip yorumları çok tatlıydı.

Kitabın ismi de en az sırtladığı mesaj kadar manidardı. Aslında kitabı okumaya başladığımda bir yerinde bu isimle ilgili bir eylem olacağını düşünmüştüm. Dolaylı olarak oldu da...
'Karatavuklar bize hiçbir şekilde zarar vermezler, sadece biz onları duyalım diye cıvıldarlar. Bahçelerimizi bozmazlar, bitkilerimizi yemezler, hiçbir şey istemeden sadece şarkılarıyla hayatımızı güzelleştirirler. Bu yüzden karatavuk öldürmek günahtır.'

Atticus, çocuklarına nazik davranmayı, insanları karakter ve şekilleriyle değil oldukları gibi görmeyi ve seçimlerine saygı duymayı öğretti. Bir ebeveyn olarak onların çocuksu benliklerine duyduğu saygıya hayran kaldım.

Lee'nin romanı bütünüyle ırkçılık, önyargılar ve zamanın toplumunun temsili gibi temalar için edebiyatın temel taşlarından biri. Önyargı, aile, toplum, nezaket ve hassasiyet ya da adaletsiz bir dünyaya onurlu bir tepki ve daha nicesi gibi pek çok konuyu kapsadığı için, esasen bunlardan biri üzerinde durarak romanı yorumlamak yerine, hepsinin mükemmel bir aynası olduğunu özetlemek daha doğru olur. İsmi geçen her karakterine vermesi gereken mesajı meşale gibi taşıtan Harper Lee'ye, sevgilerle.
Orta Çağ Avrupa’sında engizisyon döneminde yüzlerce kadın cadı olduğu gerekçesiyle yakılıp, işkence gördü. Birçok erkek de onlara arka çıktıkları bahanesiyle benzer muamelelere maruz kalmışlardı. Portobella Cadısı, Athena da öyle yeri göğü inleten bu tumturaklı kadınlar gibi onu bir tehdit olarak görenler tarafından yargılandı. Ruhunun tabularını yıktı, birçok dünyevi şeyi ardında bıraktı ve içinde coşan denizlerin dışarı taşmasına izin verdi. Kendince bir metafor geliştirdi ve dans ederek içindeki gizemli kadını harekete geçirdi.

Tam olarak bir biyografi kitabı değil Portobello Cadısı, çünkü yazarın kendisi tek bir fikir beyan etmedi. Sadece Athena ile ilişkilendirilen insanların onun hakkındaki algılarının bir aktarımı olarak aktarıldı. Onun kendini anlatamaması ne kötü diye düşünürken manevi, mistik bağlamlarla dolu tahmin edilemez bağımsızlığını düşününce aslında üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiğini anladım.

Herkesin açıklığa maruz kaldığı bir dünyada, yapabileceğimiz en havalı şey gizemimizi korumak mıdır acaba ve bunu olabildiğince kendi içimizde anlamaya çalışmak mıydı yoksa? Bilemiyorum! Ama Athena bunu gizlemeyi tercih etmedi aksine özenilecek kadar bağımsızdı. Oldukça yetenekli olan Athena yaratıcı ile arasındaki iletişim yollarından biri olduğu için teselliyi müzik ve dansta buldu. Onun hikayesinde iyi veya kötü yoktu, tüm karakterlerin gri alanları vardı ve Coelho, hepimizin eninde sonunda nasıl hissettiğimizi ve hatta açıksak, içimizdeki iyiyi tüm aykırılığıyla kabullenerek özgürleşeceğimizi vurguladı. Coelho’nun Athena’sı da insanlara kendi maneviyatlarını bulmaları için ilham vermeyi uman bir lider olma yolunda ilerledi.

Paulo Coelho'yu ne zaman okusam yeni bir şeyler öğreniyor ve araştırma imkanı buluyorum. Zira Coelho şimdiye kadar okuduğum eserlerinde metin kurgusuyla büyüleyici bir yazar. Kurduğu cümlelerle çoğu kez düşümü büyüleyenlerden. Bir de konunun türü spiritüellikle buluşunca fazlaca keyif verir. Aidiyet duygusunu irdeleyen, orada bazen tamiri mümkün bazen de olamayacak boşluklar açan, içimizdeki resifleri keşfederek, kendi sınırlarımızı keşfetmemizi sağlayan ve takdiri hakeden bir kurgudur.