Toplam yorum: 3.082.320
Bu ayki yorum: 2.000

E-Dergi

Münevver Adıgüzel

Kitapsever Tarihçi Genel Türk Tarihi Yüksek Lisans Öğrencisi Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Tarih bölümü 2021 mezunuyum. Aynı yıl Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisansa kabul edildim. Kütahya'da şirin bir lisede stajyer öğretmenlik yapıyorum.

Münevver Adıgüzel Tarafından Yapılan Yorumlar

Kıymetli okurlara kitap hakkındaki değerlendirmeyi sunmadan önce, kitabın yazarını tanıtmayı her zaman öncelikli olarak faydalı buluyorum. Christopher l. Beckwith, 1945 yılında ABD’de doğdu. Yale Üniversitesi’nde Lisans eğitimini aldıktan sonra, Harvard Üniversitesi’nde doktora eğitimini tamamlamıştır. Beckwith, özellikle Orta Asya ve Tibet tarihi, dilleri ve kültürleri üzerine yoğunlaşan çalışmalar sürdürmüş, ayrıca, Avrasya stepleri üzerine çalışan önemli bir isimdir. Beckwith, Columbia Üniversitesi’nde Doğu Asya Dilleri ve Kültürleri alanında kıymetli bir Profesördür. Malum, Avrasya üzerine yapılan çalışmaların bolluğunun yanında, ucu Tibet’e dayanan çalışmalar oldukça azdır. Hatta bu kitap da -Türkçe literatür beni yanıltmıyorsa- şu ana kadar Tibet İmparatorluğu hakkında iki kapak arasına giren çalışma da denilebilir. Araştırmadan elde ettiğim bulgular üzerine, konuya ayrıca ilgi duyanlar için 2021 yılında Türk-Tibet İlişkileri kapsamında biri İngilizce ikisi Türkçe dilinde olmak üzere üç yüksek lisans tezinin de literatürde mevcut olduğu görülmektedir. Kitaba dönülecek olursa, giriş olarak imparatorluk öncesi Tibet ve Orta Asya’ya bir bakış tasarlanması şık bir metot olarak göze çarpıyor. Burada da ağırlıklı olarak bölgenin dil gibi kültürel yatkınlık unsurlarına yer veriyor. Böylelikle Tibet İmparatorluğu’nun Orta Asya’da nasıl bir güç haline geldiğini ve bu imparatorluğun yükselişinin nedenlerini inceliyor.

Kitabın ilk bölümünde Orta Asya’ya giriş yaparken, burada Tibet İmparatorluğu’nun kuruluş emareleri hakkındaki soruların cevabını arıyor. Bunu yaparken de kaynaklar üzerinden Tibet tarihine ışık tutan kişiler üzerinden bir değerlendirme yapıyor. Kitapta, Tibet İmparatorluğu’nun kuruluşu, siyasi, sosyal ve kültürel yapısı, ekonomisi, askeri gücü, dini hayatı, sanatı ve edebiyatı gibi konular ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor. Ayrıca Tibet’in diğer devletlerle, özellikle de Tang Hanedanı ile olan ilişkilerini uzun uzadıya tartışıyor. Burada Tibet tarihinin dış dünya ile ilişkilerinin ilk defa 600’lü yıllarda Çin’e gönderilen elçilikler ile gerçekleştiğine işaret edilmektedir (s. 33). Sözü geçen elçiliklerin gidip gelmesi konusu, taraflar arasında yaşanan bir savaş neticesinde gerçekleştiği düşünülüyor. Bu da Tibet tarihinin siyasi arenadaki varlığının en erken adımı olarak görülebilir. Ayrıca, Tibet İmparatorluğu’nun yükselişindeki rolüne ilişkin tartışmalar da kitap içerisinde ele alıyor. Beckwith, Tibet İmparatorluğu’nun yükselişinin başlangıcı olarak, özellikle de Tang Hanedanı’nın gücünün zayıflaması ve Orta Asya’daki diğer devletlerin mücadelesi gibi unsurların etkili bir şekilde olanak sunduğunu sistematik bir şekilde aktarıyor. Mesela 715 yılından itibaren bölgenin adeta bir dönüm noktasına girdiğini; batıda Araplar, doğuda Çinliler ve güneyde Tibetlilerin erken dönem Orta Çağ Asya’sının en büyük üç yayılmacı devleti oldukları ifadesiyle döneme geniş perspektifli bir çerçeve çiziyor (s. 94).

Anlaşıldığı üzere, Tibet İmparatorluğu’nun yönetimi de karmaşık bir feodal sisteme dayanıyordu. İmparator, prenslerin desteğiyle kendi yönetimini sürdürürken, destek veren prensler de kendi yerleşimlerini ayrı bir yönetim birimi olarak göstererek varlıklarını sürdürüyorlardı. Bu nedenle, imparatorluk idari açıdan zaman zaman zayıf bir duruma düşebiliyordu. Tibet İmparatorluğu, IX. yüzyılda Çin Tang Hanedanı’nın desteğiyle güçlendi ve birçok alanda gelişim gösterdiği bir sürece girdi. Özellikle de Tibet Budizmi’nin artmasıyla, kültür ve sanat alanında da büyük bir etki yarattığı görülür. Bu değişim sürecini de erken dönem Orta Avrasya’yı süreç bakımından benzerliği nedeniyle Orta Çağ batısı ile karşılaştırarak değerlendirdiği görülür.

Tibet İmparatorluğu’nun sonu ise, hızlı bir yükselişin ardından IX. yüzyıl sonlarına doğru gerçekleştiği görülür. Tibet İmparatorluğu’nun zayıflaması, bölgede yeniden güçlü bir hanedanın ortaya çıkmasını engelledi ve daha sonraki dönemlerde Tibet, farklı kültürlerin etkisi altında eriyerek son buldu. Genel olarak, Beckwith’in kitabı, Tibet İmparatorluğu’nun Orta Asya’daki tarihsel önemini anlamak için önemli bir kaynak olarak kabul edilmektedir. Ancak, bazı eleştirmenler kitabın Tibet tarihindeki bazı konuları ele almakta yetersiz kaldığını iddia etmektedirler. Bu iddiaların tesiri altında kalmamak adına, bu dönem üzerine yapılan çalışmalarla birlikte kullanılarak, Tibet tarihi hakkında daha kesin bir veriye ulaşmak mümkün olabilir. Yine de “Tibet tarihi” dediğimizde, sadece Tibet’in tarihi değil, aynı zamanda bölgedeki diğer güçler ve onlarla kurulan temaslar da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle, Christopher l. Beckwith’in “Tibet İmparatorluğu Tarihi” kitabından Tibet tarihinin yanında Tibet’in konumu ve ilişkileri nedeniyle Göktürkler, Karluklar ve Türgişler gibi Türk halklarına da rastlamak mümkündür. Bu da kitap okuyucusuna, Tibet tarihini öğrenirken Türk tarihini de yeniden hatırlatıyor ve aynı zamanda Tibetliler gözünden Avrasya’da önemli bir boşluğu doldururken, Tibet tarihi adına yapılacak yeni araştırmalara kapı aralıyor. Bu kitabı inceleme vesilesiyle, çeviriyi üstlenen Ali Fahri Doğan’a teşekkürlerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na. Böyle kıymetli çalışmaların artması temennisiyle…
Kıymetli okurlara yorumu sunmadan önce, kitabın yazarını tanıtmakta her zaman öncelikli olarak fayda vardır. J. Arthur de Gobineau, 1816 Fransız doğumlu olmakla birlikte aristokrat bir ailede yetişen diplomat ve yazardır. Böyle bir konuyu ele alabilmek de düşüncenin olgunlaşması açısından uygun bir ortam gerektiriyordu. Sanırım Gobineau da böyle bir ortama doğuştan sahipti… Bu kitapta tarihin bildiği zamanlardan beri güncelliğini koruyan, hatta günümüzde dahi pek çok meselenin ana fikri olan “insan ırkı” kaleme alınmıştır. Belki de “ırk” tüm zamanlarda insana dair problem olarak görülen her şeyden çok daha hayati bir konuydu. Aslında yeryüzünde kabul edilmesi mümkün olan tek ırk insan olabilmekti.

Kitabın özgün dili Fransızca ve "Essai sur l’inégalité des races humaines" adıyla yayınlanmıştır. Bize ulaştırılan eserin, A. Collins’in İngilizce edisyonundan dilimize kazandırıldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Ayrıca konu yoğunluğunun yanında eski Türkçe kelimelerin kullanım sıklığı kitabın akıcılığını gölgelerken aynı zamanda okuma lezzetini de ciddi anlamda olumsuz etkiledi. Kitabın bir bölümünde 57. Sayfada geçen “ulusların daha büyük, daha güçlü ve daha medeni hale geldikçe kanlarının saflıklarını yitirdiklerini ve içgüdülerinin tedricen değiştiğini evvelce ifade etmiştim” cümlesi epey düşündürücüydü. Bu nedenle ırk denilen olgu, bir parçası olduğumuz toplumun ait olduğu kimlikten de öte bir meseleydi. Yazarın medeniyet kavramını tartıştığı bölümde medeniyeti doğrudan Avrupa ile ilişkilendirmesi kısıtlı bir bakış açısına sahip olduğunu gösteriyor. Bu bölümde yazarın fikri “Avrupa medeniyeti ve ondan ayrışan diğerleri” gibi bir algı uyandırıyor. Elbette herkes medeniyeti farklı şekillerde tanımlayabilir. Yazarın içerikte Humboldt, Goethe gibi isimlere yer verip değerlendirmesi şık bir akış sundu. Okuma boyunca pek çok kavramı yeniden düşündürüyor, yazarla tartışmamızı sağlıyor ve adeta zihnimizin dolabında bu kavramlara daha yeni, daha şık bir kılıf uydurmamıza imkan veriyor.

İnceleme vesilesi ile, bu kitabın çevirisini üstlenen Serkan Acar’a teşekkürlerimi ve tebriklerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na daha nicelerine…
"Osmanlı Devleti Hizmetindeki Yabancılar" isimli eser alanında uzman akademisyenler ve araştırmacılar tarafından titizlikle ele alınmıştır. Editörlüğünü Murat Hanilçe ve Yunus Emre Tekinsoy'un yapmış olduğu eser, son derece anlaşılır ve geniş kitleye hitap etmesi hasebiyle oldukça büyük bir önem arz etmektedir.

Osmanlı tarihçiliğinin en çok ihmal edilen alanlarından olan Osmanlı siyasi düşünce, fikir ve entelektüel düşünce tarihi üzerine ele alınan eserde; imparatorluğun sadece siyasi, iktisadi ve askeri alanda değil, aynı zamanda sosyal alanda da imzaları olan gizli kahramanları gün yüzüne çıkarılmaktadır. Osmanlı Devletinin özellikle gerileme ve duraklama dönemi olarak atfedilen süreçlerinde kendi iç dinamiklerinin yetersizlikleri yeni aktörlere duyulan ihtiyacı artırmıştır. XVI. Yüzyılın son çeyreğinden Nizam-ı Cedid'e kadar geçen sürede imparatorluğun modernleşme çabaları geçici çözümlerin ötesine geçememiştir. Modernleşme hareketini sırtlanacak kalifiye eleman eksikliği bunun en büyük etkisi olmuştur. Söz konusu modernleşme ve yenileşme süreci ise yeni teknolojileri bilen ve bunları kullanıp üretebilen yabancıların Osmanlı Devleti tarafından hizmet altına alınarak devletin modern dünyaya uyumu sağlanmaya çalışılmıştır.

Eserde bahsi geçen süreçte, Osmanlı Devletinde hizmet etmiş az bilinen ve tarihin seyrini önemli ölçüde değiştiren ancak çok bilinmeyen isimler ve hizmetleri üzerinde durulmuştur. Elbette, devletin değişim ve dönüşüm sürecinde, eserde ele aldığı yabancı aktör isimler ile sınırlı değildir. Geniş Osmanlı tarihi külliyat bilgisine sahip kişilerin aşina olduğu isimler, alana ilgisi olan ve modernleşme alanında atılan adımları farklı bir perspektifle bakmak isteyen ve konuya ilgi duyanlar için son derece kıymetlidir. Osmanlılar ile Avrupa devletleri arasında kültürel etkileşimin ne derece önemli sonuçlar doğurduğu ve bunun yanı sıra yabancı uzmanların Fransız ve İngiliz uzmanlardan müteşekkil olmadığı; devletin yenileşme sürecinde İtalya, Avusturya, Prusya ve Macaristan gibi devletlerden gelen yabancıları da ele almaktadır. Osmanlı Devleti’nin kurumları ve kurumlara etkisi olan yabancıların katkıları ve bu yabancıların yaşam öyküleri ile beraber ele alınması zaman yolculuğuna çıkarmış hissi vermektedir.

Osmanlı Devleti’nin yıkılış nedenleri günümüzde halen tartışma meseleleri arasında yer almaktadır. Bu konu ile ilgili çalışmaları olan yazarlar, modernleşmeyi Osmanlı Devleti'nin yıkılışının en büyük sebebi olarak görüyorlardı. Modernleşme sürecinde geç kalındığı ve hatta Avrupa’da yaşanan gelişmelerin takip edilmediği hakkındaki fikirlerin etrafında birleşmektedirler. Eser, bu görüşün aksine tam da bu noktada ele alınan incelemeler neticesinde salt bir düşüncenin ürünü olan fikrinin doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Eserin birçok yerinde devletin, içinde bulunduğu müşkül durumun gerçekten farkında olduğu kanısının, arşiv vesikalarına yansımaları ve eser boyunca bunların üzerinde durulmasının, esere açıklayıcı ve kanıtlayıcı bir nitelik kazandırdığı aşikârdır. Bu vesile ile, eserin yayın ve yapım sürecinde emeği geçen herkese teşekkürlerle...
Eser, on yıllık bir çalışmanın ürünü olarak A. Ahat Andican tarafından kaleme alınmış ve 2019 yılında ise rahmetli Ahsen Batur'un editörlüğünde Selenge Yayınevi'nden neşredilmiştir. 926 sayfadan müteşekkil bu eserde, "Timur Tarihinin Birincil Kaynakları" başlığı ile tanıtıma gidilerek şık bir üslup sergilenmiştir. Timur'dan bahsedilen asıl kısma gelene kadar epey büyük başlıklar ve uzun değerlendirmeler yer alıyor. Değerlendirmeye almadan eserin yazarını kısaca tanıtmakta fayda görüyorum;

A. Ahat Andican, aslen Özbekistan göçmeni bir aileye mensup olarak, 1951 Afganistan doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini Türkiye’de, Akşehir’de tamamlamasının ardından, üniversite öğrenimine 1968 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde devam etmiştir. 1991 yılında Genel Cerrahi alanında Profesörlük unvanı alan Andican, sağlık kariyerine ilave olarak, İstanbul Üniversitesi (AUZEF) Tarih bölümü mezunudur. Ayrıca siyaset ile de ilgilidir.

Başlıklardan bazıları aslında makale olarak yayınlanabilir kıvamdayken kitap bölümü olarak ele alınması oldukça ilginç bir okuma deneyimi sunuyor. Arka kapak yazısında da belirtildiği gibi, "Timur tarihi yazımına -sıradışı bir bakış açısıyla- yeni bir soluk getirmektedir." Uzun çalışma mesaileri neticesinde vücuda getirilmiş bir eser olmasından dolayı yazara emeklerinden ötürü bir teşekkür sunmakta beis yoktur. İnceleme esnasında esere dair naçizane bir görüş olarak, kitabı tek bir ciltte ele almak yerine, başlık kapsamları mümkün olduğunca genişletilerek ayrı ayrı ciltlerde bir Timur külliyatı oluşturulabilmesi tarafında oldu. Bu eser, Timur ile ilgili yerleşik bir bilgi düzeyine erişildiğinde okunmalı, aksi takdirde ilk defa Timur ile tanışacak olan okurlar için daha temel çalışmalar tavsiye edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Buna örnek olarak, konuya giriş niteliğinde J. P. Roux- Timurlenk, özümsemek adına konunun duayen uzmanlarından Prof. Dr. İsmail Aka- Timurlular eseri ve değerlendirmeler ve dönemi anlamak adına J. Marozzi- Timurlenk gibi bir sıralama söz konusu olabilir. Bu eser de bu oluşumun ardından tamamlayıcı olarak gelebilir. İlave olarak yakın zamanlarda gerçekleşen Sultan Yıldırım Bayezid ve Emir Timur Uluslararası Sempozyumu’nda sunulan bildiriler de takip edilebilir.

Tüzükat-ı Timuri ile ilgili bahsettiklerinde oldukça haklı görünen yazarın atladığı bir mevzu var: Tarih kürsülerinden ders dinleyen her Tarihçi bilir ki, Tüzükât-ı Timuri zaten gerçek değildir. Bu konunun kaleme alınmış olması tarihçiler adına sevindirici, ancak kitapta abartıldığı kadar efsanevi bir bilgi değildir. Ayrıca tarihte Timur gibi konuları ele almak da tarihçilik açısından epey birikim gerektiren, çok uzun yıllar isteyen bir iş… Bu kitapta da neredeyse Timur'un kendisinden çok savaşları, çevresiyle olan ilişkileri ya da tarihçilerin gözünden Timur gibi başlıklar altında Timur'un çevresinde dolaşmaktan bir türlü Timur'a ulaşılamamış gibi hissettirdi. Konu genişliği çok büyük bir boyutta olmakla birlikte, -akademik camia haricinde- okuyucuyu çok uzun süre boyunca kendisine konsantrede tutacak akışta bir çalışma olmadığı kanaati oluşmaktadır. Okuyucu eserin tamamını okuduğunda kesinlikle Timur ile ilgili diğer meraklarını giderir, o yüzden ayrı bir yerdedir. Dipnotlara bakıldığında ise yazarın iyi bir şekilde kaynak tahlilinde bulunduğunu ifade etmek de mümkündür.

Ayrıca “Günümüz Türk Tarihçiliğinde Timur Üzerine Yaratılan Efsaneler ve Gerçekler” adlı başlığı, Timur ile ilgili çalışmaları olan hocaların yazdıklarına karşılık veren bir bölümdür. Ancak buradaki bakış açısı reddiyede bulunulan hocaların konuyu ele aldığı süreçteki sosyolojik ve metodolojik açıdan gelişimleri ile ayrı ayrı ele alınmış olsaydı daha farklı bir imaj uyandırabilirdi. Eleştiri yazısından çok taşlama gibi bir algı ortaya koyuyor. Timur kitaplığında bulunması gereken bir eser. Timur tarihi ile ilgili farklı bir pencere sunmak adına katkıda bulunan, bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na…
Tek bir cümle ile tarifi mümkünse, mükemmel bir kitaptı. Emeği geçen herkese teşekkürler!