Toplam yorum: 3.078.222
Bu ayki yorum: 5.100

E-Dergi

Münevver Adıgüzel

Kitapsever Tarihçi Genel Türk Tarihi Yüksek Lisans Öğrencisi Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Tarih bölümü 2021 mezunuyum. Aynı yıl Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisansa kabul edildim. Kütahya'da şirin bir lisede stajyer öğretmenlik yapıyorum.

Münevver Adıgüzel Tarafından Yapılan Yorumlar

Beklenti, gelecekte gerçekleşebilecek olumlu ya da öngörülen bir meseleye dair umutları temsil eder. Avrupa ve Hristiyan dünyasının Türk beklentisinin tarihteki seyri sayfalarca karalanması gereken bir konudur. Hristiyanların nazarında oluşan bir Türk Beklentisi, zaman zaman korku ve savaşlarla dolu bir kabus gibi görünürken, zaman zaman ise hoşgörü ve uyum içinde bir yaşamı resmediyordu. Tarih şeridi takip edildiği zaman Haçlı Seferleri’nin yankıları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi ve düşüşü gibi bazı önemli hadiseler göz önüne geliyor. İncelemeye tabi tuttuğum bu eser de, bu hadiselerin gölgesinde Avrupa ve Hristiyan dünyasında nasıl bir Türk beklentisi olduğuna ışık tutuyor.

Kıymetli okurlara, kitap değerlendirmesini sunmadan önce, kitabın yazarını tanıtmayı her zaman öncelikli olarak faydalı buluyorum. 1950 yılında doğan Giovanni Ricci, Rönesans dönemi sosyal ve kültürel tarihi ve Hristiyan Avrupa ile Türkler arasındaki ilişkiler üzerine çalışmalar yapmaktadır. Ricci, Ferrera Üniversitesi’nin Yakınçağ Tarihi kürsüsünde erken dönem Yakınçağ tarihi dersleri verdi.

Tarihin tanıklığı referans alındığında, Hristiyan ve Müslümanlar arasında zaman zaman gerginlikler yaşandığı malumdur. Yazar, taraflar arasında gerginliklerin olduğu kadar, kurulan ilişkiler boyunca belirgin bir “geçirgenlik” olduğunu da vurguluyor. Yazarın bakış açısından baktığımız zaman, geçirgenlik kavramının taraflar arasında kurulan ilişkilerin bütün müesseselerinden açığa çıkan bir dışavurum olarak tanımlandığını anlıyoruz. Nitekim filmin biraz gerisinde, yani 1453’te Constantinopolis’in düşmesi ve burada Osmanlı hakimiyetinin güçlenmesi, Avrupa’da güçlü bir panik rüzgarının esmesine neden oldu. Buradan sonra Türkler, “Hristiyanlara özellikle de antipati duymaktan kaçınmayan şizmatiklere (ayrılıkçılara) ve günahkar kavgacı Roma Katoliklerine karşı ilahi bir cezanın celladı olarak göründü.” (s.16). Bu gibi ifadeler ve hatta pek çoğuyla birlikte, Hristiyan dünyası uzun yıllar boyunca pompaladıkları Türk korkusunun esiri haline gelecekti. Bu belki de ilk değildi, ancak bu zamana kadar duyulan Türk korkusunun en şiddetlisiydi.

Giovanni Ricci, eserinde bu meselede bir milat olan 1453’ten sonraki süreçte Hristiyan dünyasında Türkler için duydukları korku ve nefret gibi duygularını çok yönlü olarak inceliyor. Zaten bu süreç, Avrupa nazarında Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi manada yükselişte olduğu bir döneme denk geliyor. Constantinopolis’in düşüşüyle başlayan Yeni Çağ, çağ boyunca Hristiyan dünyasının Türklerle olan münasebetlerinde karşılıklı savaş ve mücadelenin yoğunluğuna şahitlik ediyor. Ancak Ricci bu süreci, eserinde kaynakların yanıltıcı yönlerine kapılmadan, yaptığı analizleriyle Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında bulunan ayrım çizgisinin aslında ne kadar saydam olduğunu göstermeyi de hedefliyor. Çok da uzun olmayan, ancak meselelerin ana hatlarıyla ele alındığı 23 bölümden oluşan bu eserde, bölümlerin kendi içerisinde de ayrı ayrı yoğunlukta olduğu anlaşılıyor. Bu yoğunluk, yazarın hadiseleri bütüncül bir yaklaşım ile ele alarak, zaten var olan bir algının aksi bir ispat için uğraş vermesinden de kaynaklanıyor. Bunu yaparken de değerlendirmelerine ve sorgulamalarına yer vermeyi de ihmal etmeden, hadiseleri genel bir çerçeveye oturttuğu okurlar tarafından fark edilecektir.

Ricci, taraflar arasındaki ilişkileri ele alırken takındığı objektif tutumu, eserinin bütün bölümlerinde okuyucularına hissettiriyor. Aynı zamanda kullanmış olduğu tarihi verileri de olduğu gibi yerli yerine koyuyor. İlişkiler ağını ilmek ilmek işlerken, bilhassa İtalya’ya da dikkat çekiyor. Zira bu süreçte Avrupa’nın monarşi otoriteleri için İtalya başka bir mücadele cephesiydi. Bu mücadele esnasında İtalya, Türklerle olan bağlarını sıklaştırmaya eğildi. Elbette sıklaşan bağlar, Türklerin ve aynı zamanda Müslüman camianın Rönesans kavramıyla olan etkileşimi de arttı ve hatta çeşitlilik kazanmaya başladı. İtalyanlarla olan ilişkileri irdelediği esnada Ricci’nin yorumlamalarını da yoğun bir şekilde işlediği görülüyor. Nitekim bununla birlikte yazarın İtalyan şehir devletlerinin kayıtlarının takibini iyi bir şekilde yaptığı, hatta parçadan bütüne bakıldığında eserin zengin bir kaynakçadan vücuda getirdiği anlaşılıyor.

Eserin ilk bölümünden son bölümüne değin her bölümünde birbirinden önemli tespit ve vurgular bulunduğunu ifade etmek mümkündür. Hatta eserin sonlarına doğru yaklaşıldığında, tersine bir üslup kullanarak, Hristiyanların Türklere yapmış olduğu çağrılar kadar, Türklerin de Hristiyanlara çağrılarda bulunduğunu ifade ediyor. Buradan sonra bakış açısını genişleterek her iki açıyı da birleştirici bir kalem kullanıyor. Yani ne inancın, ne de görülen diğer farklılıkların taraflar nazarında bir ayrışma yaratması için yeterli bir unsur olarak görülmemesi gerektiğini aktarıyor: “Akdeniz’de bölünmüş bir durumda olan bütün aktörlerin kendi dindaşlarına karşı kafirlere yönelebileceğini anlamış bulunuyoruz.” (s.170). Esasen son bölümlere doğru İtalya’yı bilhassa odak noktası olarak kullanması da Akdeniz’in her iki taraf için de aynı canlılığa ve aynı öneme sahip olmasıyla ilgili olduğunu açıkça ifade ediyor. Yazarın değerlendirmeleri de okuma boyunca yazarla tartışmamızı sağlıyor. Elbette bu da adeta zihnimizin raflarına daha yeni fikirler yerleştirirken, daha etraflı bir perspektiften bakmamıza imkan veriyor.

İncelemeyi bahane ile, bu kitabın çevirisini üstlenen Serhat Pir Tosun’a teşekkürlerimi ve tebriklerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na diyerek daha nicelerini diliyorum…
Kıymetli okurlara yorumu sunmadan önce, yorumlama maksadıyla ele almış olduğumuz kitabın yazarını kısaca tanımakta fayda görüyorum: Vasiliy Dmitriyeviç Smirnov, 1846 yılında Astarhan’ın “Biryuçaya Kosa” köyünde dünyaya geldi. Babasının Ortodoks bir din adamı olması, onu Astarhan ve Perm’deki ruhban okullarına, ardından 1865’te Petersburg Ruhban Akademisi’nde yüksek teoloji eğitimi almaya yöneltti. Kısa bir zaman sonra, Petersburg Üniversitesi’nde Doğu Dilleri Fakültesi’nde öğrenim görmeye başladı. 1871 yılında Arap, Fars ve Türk dilleri bölümlerinden mezun olarak eğitimini tamamladı. Ayrıca, doğduğu bölgede Türkçe konuşan insanların yoğunluklu olması, onun Türkoloji çalışmalarına yatkınlığının önemli bir tesiriydi. Parlak bir akademik kariyere sahipti. Çağdaşları tarafından önemli bir Osmanlı Tarihçisi ve Türkolog olarak anıldı. Smirnov, 25 Mayıs 1922 tarihinde Petersburg’da öldü.

Ele almış olduğumuz bu eser, Smirnov’un 1887 yılında tamamladığı “XVIII. Yüzyılın Başına Kadar Osmanlı Hakimiyetinde Kırım Hanlığı” adlı çalışmasıdır. Ahsen Batur’un çevirisiyle 2016 yılında dilimize kazandırılmıştır. Smirnov’un bu eseri, okurların Kırım Hanlığı hakkında ilgi gösterdiği başvuru kitaplarından biri olarak listelerde yer alır. Görüntü itibariyle epey hacimli olan bu eser, aynı hacmi içeriğinde de sunuyor. Nitekim Kırım Hanlığının oluşum sürecinden başlayarak Osmanlı idaresine geçişi ve ardından Rusya tarafından ilhak edilişine kadar olan dönemi ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Yazıldığı dönem itibarıyla, bu konu üzerine Ruşça dilinde kaleme alınan en kapsamlı eser olması, bu çalışmayı literatürde de ayrıca değerli kılıyor. Kırım bölgesinin genel özelliklerinin tanıtıldığı bir giriş bölümü ile Kırım bölgesinin tarihsel gelişimine de geniş bir girizgah yapıldığı görülmektedir. Böylelikle okuyucunun hafızasına Kırım’ın genel bir tasviri yerleştirilmiş oluyor. Eserin ilk bölümüne gelindiğinde, Türk halklarının Kırım’a geliş süreci ile Kırım’da bir hanlığın kurulmasına kadar olan süreç derinlikli bir şekilde ele alınıyor. Hatta Kırım sözcüğünün kökeni meselesine de bu bölümde değinildiği görülmektedir. Bu bölümde Smirnov, “(…) Ancak tarihi-coğrafya sahasında onların da sahip oldukları bilgiler muğlaklık açısından diğerlerinden farklı değildir. Yine de Osmanlı Türklerinin verdikleri bilgileri küçümseyemeyiz. Eğer muahhar Türk tarihçi ve coğrafyacıları kendi zamanlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun bir vassalı durumundaki Kırım Hanlığının toprak mesahası hakkında tam bir malumata sahip değilseler, kendilerinden önce bu topraklarda bulunan ve burada yaşayan Tatarlarla tanışan Selçukluların çok fazla bir şey bilmemelerine şaşılacak bir şey yoktur.” (s.60) ifadesiyle dönemin Osmanlı tarihçilerine bir tenkitte bulunuyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise, Hanlığın kuruluşunun ardından yaşanan iç bunalımlar ve çevresiyle kurulan siyasi temaslarına da değiniyor. Özellikle de Osmanlı İmparatorluğu ile olan temaslarını iyi bir şekilde işliyor. Böylelikle Hanlığın Osmanlı İmparatorluğu ile arasındaki ilişkilerin olumlu ve olumsuz taraflarını iki ayrı pencereden yansıttığı anlaşılmaktadır. Kırım’da bulunan siyasi oluşumların akıbetinin tamamıyla Konstantinopolis’teki gelişmelere bağlı olduğu vurgusu, Kırım’ın Osmanlı İmparatorluğu ile kurduğu temasların derinliğini açık bir şekilde aktarmaktadır. Konstantinopolis’te yaşanan siyasi değişimlerin yankılarının aynı şiddetle Kırım’da hissedildiği anlaşılıyor. Esas itibariyle Kırım’ın varlığı boyunca yaşanan sarsıntılı siyasi atmosfer, bağımsızlığının önündeki en büyük engeldi. Nitekim bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bölge hakimiyetinin zayıflaması ve aynı süreçte Rusya’nın Kırım’ı kontrol etmek amacıyla baskılarını artırmaya başladığı o yoğun dönemi, zamanın tarihçilerinin değerlendirmelerine de yer vererek okuyucunun zihninde bütün ayrıntılarıyla resmediyor. Bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında Kırım’ın kontrolü üzerine bir dizi savaş yaşanmaya başladı. 1774’te, Osmanlı İmparatorluğu ile Ruslar arasında yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kırım’ı tamamen Rus etkisine bırakmasını önceliyordu. Bu antlaşma, Kırım’ın Osmanlı idaresinden çıkışında önemli bir dönemeç olarak görülüyordu. Smirnov’a göre, Kırım meselesi baştan beri Şahin Giray’ın hatalarından kaynaklanıyordu ve yerli halkın ona karşı takınmış olduğu olumsuz tavır da bu süreci hızlandıran en kritik nedendi. Eserin son bölümünde de Kırım’ın Rus kontrolü altına giriş sürecini ele almasının ardından Giray ailesinin akıbetine yer vererek cümlelerine son veriyor.

Eserin dili, okuma süreci boyunca keyif veren bir akıcılığa sahipti. Ayrıca bölümler arasında verilen Kırım ve Kırım Hanlarının görselleri de eserin zenginliğine zenginlik katıyor. Hacmine rağmen verilen her detay ile kaliteli bir okuma konforu sunuyor. İncelemeyi bahane ile, bu kitabın çevirisini üstlenerek kitaplığımıza katkı veren değerli Ahsen Batur’u minnet ve rahmetle anıyor; bir teşekkür ve tebriği de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na sunuyorum. Daha nicelerini yayınlaması dilekleriyle…
Kıymetli okurlara yorumu sunmadan önce, yorumlama maksadıyla ele almış olduğumuz kitabın yazarını kısaca tanımakta fayda görüyorum: D. M. Dunlop, 1909 İngiltere doğumludur. Avrasya ve İslam tarihi konularında ele aldığı çalışmalarla tanınmaktadır. Özellikle de Hazarların tarihi ve Orta Asya’nın İslam öncesi dönemleri üzerine yaptığı çalışmalar ile dikkat çekmektedir. Ayrıca Zeki Velidi Togan, George Vernadsky, Mikhail İ. Artamonov gibi kıymetli isimlerle çalışmış olması da yazar hakkındaki görüşleri iyi bir zeminde değerlendirmek açısından önemli bir bilgidir. Yazarın en bilinen çalışması ise, -bu incelemenin de kaleme alınmasının esas nedeni olan- Hazar Yahudi Tarihi kitabıdır. Eserin özgün dili İngilizcedir. İlk defa 1954 yılında yayımlanmış olup, 1967 yılında “The History of the Jewish Khazars” adı ile Schocken Books tarafından tekrar basılmıştır.

Dunlop’un bu eseri, okurların Hazarlar hakkında ilgi gösterdiği başvuru kitaplarından biri olarak listelerde yer alır. Zira eser, Hazarların ortaya çıkışı, tarihteki yeri, -ve de Koestler’in bu konu üzerindeki coşkusunun etkisiyle- kökeniyle ilgili tartışmalara yer verirken, özellikle de Hazar halkının dini ve kültürel yapısını ele alışı ve M. İ. Artamonov’dan oldukça farklı bir bakış açısı sunuşuyla kıymete değer bir yer tutar. Genel hatlarıyla 9 bölümden oluşan eserin üçüncü bölümünden itibaren, birkaç bölümde Hazarların siyasi tarihine yer verildiği görülür. Böylelikle teori olarak kabul gören köken tartışmalarının ardından, Hazar-Arap savaşlarıyla giriş yaptığı siyasi temaslarına da yer verdiği dikkat çekiyor. Bu temaslar neticesinde Hazarlarda sosyal ve dini değişimin nasıl bir temel üzerinde oluştuğunun görülmesine de olanak sağlıyor. Eser boyunca kaynaklardan elde ettiği bilgileri de metin içerisinde değerlendirmeye alması, okuyucuyu konu hakkında düşünmeye sevk ediyor. Ancak yine de, bu eser günümüzde tek başına bir yeterlilik sağlayamayacağı gibi, bu konuyla ilişkili olarak M.İ. Artamonov’un Hazar Tarihi, L. N. Gumilev’in Hazar Çevresinde Bin Yıl, P. B. Golden’ın Hazar Çalışmaları kitapları da bu alanda zaman içerisinde klasikleşmiş çalışmalar olarak yer alıyorlar. Tarih, bulgularla yeniden güncellenebilir bir alan olmasıyla birlikte, Hazarların tarihi ile ilgili birtakım yenilikler de söz konusu oldu. Buna dayalı olarak, bu konuyla ilgili A. T. Özcan’ın Hazar Kağanlığı ve Etrafındaki Dünya adlı kitabı, Hazar okumalarının bir tamamlayıcısı olması açısından en güncel çalışmalardan biri olarak konuya çok yönlü incelemeleriyle kaliteli bir katkı sunuyor.

İnceleme vesilesiyle, bu kitabın çevirisini üstlenerek kitaplığımıza katkı veren Zahide Ay’a teşekkürlerimi ve tebriklerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na daha niceleri dilekleriyle…
Kıymetli okurlara kitap hakkındaki değerlendirmeyi sunmadan önce, kitabın yazarını tanıtmayı her zaman öncelikli olarak faydalı buluyorum. Mithat Aydın, 1970 yılında Elazığ'da doğdu. Lisans eğitimini Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin Tarih Kürsüsünde tamamladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Genel Türk Tarihi kürsüsünde devam ettiği akademik kariyerinde 1993-1996 yılları arasında Yüksek Lisans, 1996-2002 yılları arasında da Doktora derecelerini aldı. Günümüzde ise Pamukkale Üniversitesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü'nde Profesör unvanıyla görev yapmaktadır. Yazar, Osmanlı Tarihi, Balkan Tarihi ve Kent Tarihi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Balkanlar'da İsyan adlı eserinin incelemesine gelindiğinde ise, Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılda içerisinde bulunduğu kötü durum, dış dünyanın da etkisiyle, önce 1875’te Hersek ayaklanması ile daha da belirgin bir hal aldığı görülüyordu. Bunu takiben, 1876’da ise Hersek ayaklanmasının bir uzantısı olarak Bulgar isyanlarının yaşanması, Balkan krizinin ciddiyetinin kritik bir boyuta ulaşmasına neden oldu. Bu ayaklanma, Osmanlı merkez yönetimi tarafından güçlükle bastırılmıştı. Bu gelişme ile, Bulgar ve Rus kaynaklarına dayanan haberler kısa süre içerisinde İngiliz liberalleri tarafından siyasi propaganda aracı haline getirilerek Türklere karşı bir öfkenin oluşmasına ortam hazırladı. Buna karşın İngiliz hükümeti, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü politikasını devam ettirmek istemişse de yoğun kamuoyu baskılarına daha fazla direniş gösteremedi. Nihayetinde İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı benimsediği bu politika gelenekselleşmekle birlikte Bulgar ayaklanmaları ve Osmanlı-Rus harbinin de katkılarıyla, Osmanlı-İngiliz ilişkilerinin gelişiminde bir dönüm noktası oldu. Balkan krizinin önemli bir bölümünü oluşturan Bulgar ayaklanmaları, döneminin en önemli olaylarından biri olarak da kabul edilebilir. Eser içeriğinde konu genel hatlarıyla üç ana başlık altında ele alınmıştır. Kapsamı bakımından bütünleyici olmakla birlikte, bahsi geçen bölgenin Osmanlı hâkimiyeti öncesi ve süreci boyunca dönem hakkında derli toplu bilgiler vermektedir. Bu da okuyucular açısından konunun anlaşılmasına ve bölge hakkında genel bir bilginin oluşmasına olanak sağlamıştır.

Eserin I. ve II. bölümleri Bosna-Hersek ayaklanmasının kilometre taşlarını neden-sonuç ilişkisi içerisinde detaylı ve akıcı bir dille ifade edilmesi, konuyu bilgi karmaşasından uzaklaştırdığı görülüyor. Bunlara ilaveten eserde görsel ve harita materyallerine eserde yer verilmesi, okuyucu için bölgeyi coğrafi ve beşeri faktörler açısından zenginleştirmiştir. Eserin son bölümüne gelindiğinde ise Bulgar ayaklanmasının neticeleri ele alınmıştır. Ayrıca, I. ve II. bölümlerde aktarılan bilgilerin beraberinde, 1876’da gerçekleşen Bulgar ayaklanmasının neden ve sonuçlarının tam manasıyla bağlayıcı olduğu kanaatine varılmaktadır. Kaynak tahlili ve tasnifi son derece mahir bir şekilde yapılan eser, konuyu son derece sansasyonel hale getirmiştir. Eser içeriğinde araştırma eserlerin cömertçe kullanılması, çalışmanın iyi bir taramadan geçtiğini gösterse de, birinci el kaynakların sadece Osmanlı Arşivlerinden oluşması, - ancak yabancı literatüre de yer verilirse - eserin daha kapsamlı olacağını düşünüyorum. Bu nedenle eserin akademik çevreden ziyade, serbest okuyucu kitlesine de hitap ettiği söylenebilir. Ayrıca eserin pragmatik anlatımı olaylar arasında bağlantılar, yaşananlar karşısında diğer devletlerin gösterdiği reaksiyonlar da çok net bir şekilde aktarılmıştır. Esas itibariyle bölgede yaşananların, tesadüfi gelişmeler olmadığını tarihsel gelişimi ile başarılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu kitabı inceleme vesilesiyle, eser sahibi Mithat Aydın’a teşekkürlerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na. Böyle kıymetli çalışmaların artması dilekleriyle...
Yazabilmek için de önce okumak gerekir. Akademik yazım çalışması yapan okuyucular için hem yol gösterici, hem de okurken dinlendirici... Naçizane tavsiyedir.