Toplam yorum: 3.082.178
Bu ayki yorum: 1.858

E-Dergi

Münevver Adıgüzel

Kitapsever Tarihçi Genel Türk Tarihi Yüksek Lisans Öğrencisi Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Tarih bölümü 2021 mezunuyum. Aynı yıl Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisansa kabul edildim. Kütahya'da şirin bir lisede stajyer öğretmenlik yapıyorum.

Münevver Adıgüzel Tarafından Yapılan Yorumlar

Eser, bir tür seyahat notlarından vücuda getirilmiştir. İngiliz Gazeteci George Dobson'un St. Petersburg'dan Semerkant'a kadar yaptığı yolculuk boyunca, Times gazetesine yazdığı mektupların derlenmesiyle oluşmuştur. Aslında bu eser, trenle yapılan bir seyahat olmasından ötürü bir demiryolu betimlemesidir. Seyahat boyunca uğramış olduğu bölgeler hakkında da siyasi, dini, sosyal ve ekonomik alanlarda bilgiler verilmiştir. Bu noktada, hemen hemen tarihin tüm zamanlarında en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Semerkant ile ilgili dini ve tarihi yapılarla ilgili konulara ayrıca yer verilmiştir.

Günümüzde, ne kadar sıradan geliyorsa da tren ve demiryolu hattı, dünya tarihinde bir dönem önemli bir güç gösterisi olarak kullanılıyordu. Demiryolu hattı devletler açısından öncelikle ulaşım, sonrasında ticari ve askeri olarak önemli bir yer edinmekteydi. Kullanımı konusunda uzun yıllar boyunca takip eden gelişim evresi, ekonomik ve siyasi tutumun yanında artık turistik ve kültürel taşınma serüveninin de bir taşıyıcısı oldu. Ele almış olduğumuz kitabın yazarı George Dobson da bu fantastik amaca hizmet etmiş oldu. Yazarını da kısaca tanıtmakta fayda görüyorum:

George Dobson hakkında kısıtlı bilgiye sahibiz. Kitabın tanıtım kısmında ifade edildiği gibi, 1854 Londra doğumludur ve muhabirlik ile başladığı iş hayatı, sekreterlik ve ardından Londra’daki Rusya Birleşik Basın Ajansı’nda, sonrasında konsolos yardımcılığı gibi çeşitli üst düzey görevlerde bulunmakla devam etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere aile kökleri tam olarak bilinmemekle birlikte saygın bir çevrede yetiştiği düşünülüyor (iç kapak arkası tanıtım yazısı). Kitabı incelerken Dobson’un bizim literatürde 93 Harbi olarak adlandırdığımız, Osmanlı-Rus Savaşı’nda (1877-78) görev aldığı bilgisi ile karşılaştım. Bu savaşta görev almasını, Dobson’un kariyerinin dönüm noktası olarak görmeme neden oldu. Zira bu süreçte ele almış olduğu kısa notlar, bu muhteşem kitaba dönüşümüne olanak sağladı.

Demiryolu faaliyetleri denildiğinde, dünya üzerinde tarihin bildiği zamandan beri en geniş topraklara sahip olan Rusya akla gelmektedir. Rusya denildiğinde de tarihin hangi zamanı olursa olsun siyasi politikaları söz konusu edilir. Bu kitabın zuhur edilmesi meselesi de, tam olarak Rusya’nın 1880’de yapımına başladıkları Hazar Ötesi Demiryolunun 1888 yılında Semerkant’taki açılışı odak noktasıdır. Kitabın yazarı Dobson da St. Petersburg’dan yola çıkarak, Moskova- Kafkaslar- Hazar Denizi- Uzun Ada- Göktepe- Merv- Semerkant- Buhara- Merv güzergahı üzerindeki önemli durak noktaları, şehir ve kasabalar ile ilgili tasvirler yer almaktadır. Buna güzel bir örnek olarak; “Demiryolu, harabe evler ve ibadethaneler, çökmüş toprak kaleler, yıkılmaya yüz tutmuş kervansaraylar ve her türlü yapının oluşturduğu çarpıcı bir keşmekeşliğin arasında yol almaktadır. Ufalanan tuğla ve çamur yapıların oluşturduğu yığınlar ve bu yapı harabeleri ovayı millerce kare boyunca sıkı sıkıya kaplamıştır. Bu devasa harabe alanı bazen Merv olarak adlandırılıyorsa da burada en az dört şehrin kalıntıları vardır.” (s. 99.)

Yazarın anlatım dili de oldukça akıcı olduğundan; ayrıca çevirmenin maharetine de değinmek, okuma esnasında su gibi akan başarılı bir çeviri olduğundan bahsetmek elzemdir. Yazarın eserinde Semerkant bölümündeki gözlemlerine bakıldığında da, “Avrupa Rusya’sındaki birçok demiryolunun uygunsuz yapısı, sıklıkla bu hatların diktatör Nikolas tarafından başlangıçta benimsediği kalem ve silgi inşaat prensibi ile izah olunmaktadır.” (s. 112.) Bu ifade hangi açıdan bakıldığına göre farklı açılardan yorumlanabilir görünüyor. Bir nevi eleştiri de olabilir. Gezisi sırasında sadece bölgelerle ilgili bilgilerin haricinde, Rusya’nın demiryolu güzergahını takip ederken siyasi ve askeri durumu ile ilgili de ifadeleri de bulunuyor. Buna örnek olarak; “Hazar Ötesi’nde daimi olarak konuşlandırılmış Rus askerlerinin sayısı sıklıkla bir yandan çok küçümsendiği, bazen de olduğundan hayli fazla gösterildiği için, burada Afgan sınırı, Semerkant ve Taşkent de dahil olmak üzere demiryolu boyunca bütün noktalarda konuşlanmış askerlere dair doğru bilgileri vermek faydalı olacaktır. … Rusların Hazar Ötesi, Buhara ve Semerkant’taki toplam asker sayısı 16.000’dir.” (s. 124.)

Mesela bazı noktalarda Londra ile Rusya’yı mukayese ettiği söylemleri ile karşılaşıyoruz. Sayfa 125’te; “Buralarda suyun kesilmesi, suyun ücretinin ödenmemesi nedeniyle Londra’da suyun kesilmesinden çok daha ciddi bir felakettir.” der. Eser boyunca ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Dobson, oldukça bilinçli bir seyahat kaydediyor ve Rusları gerçekten iyi tanıdığını da satırlarında okuyuculara belli ediyor. Kitabın kapağı açılır açılmaz, sonuna kadar Dobson ve onun çoğu satırda ilginç ifadeleriyle harikulade bir seyahate çıkmış oluyorsunuz. Bölgelere aşina olanlar için de farklı bir deneyim olacaktır. Okurlar tarafından tercih edildiğinde baştan sona kadar keyifle okunacağının teminatını vermekte beis görmüyorum.

İnceleme vesilesi ile, bu nefis çalışmanın çevirisini titizlikle üstlenen Dr. Resul Şahsi’ye teşekkürlerimi ve tebriklerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na. Tarihte önemi yadsınamaz olan Rusları ve onların Orta Asya’da öncelikle ulaşım, askeri ve siyasi olarak nüfuzunu, ayrıca seyahat edilen dönemin toplumsal ve yerleşim kültürlerini de ortaya koyan şahane bir kaynak eser olduğunu ifade etmek mümkündür.
Amin Maalouf, 1949 Lübnan doğumlu, uzun bir kariyer yolculuğu sırasında hayatının bir kısmını kitap yazmaya ayırmış bir kişiliğe sahiptir. Benim ele alacak olduğum Semerkant romanının, ilk olarak 1988'de yayımlanmasının ardından 1993 yılında dilimize kazandırıldığı bilinmektedir. Benim edinmiş olduğum kitap 101. baskısı olmakla birlikte, aslında epey tercih edilen popüler bir kitap olduğunu da gösteriyor.

"Ve şimdi gezdir gözlerini Semerkant'ın üzerinde!
Değil mi ki o yeryüzüne ecesi?
Alıp tüm diğer kentlerin yazgı iplerini ellerine,
Çıkmamış mı hepsinin üstüne o mağrur?" (E. Allan Poe, s.9)

İki bölümden oluşan roman, 1072 yılında, Ömer Hayyam'ın Semerkant'a geleli pek uzun zaman olmadığı bir vakitte başlıyor. Hayyam o zamanlar 24 yaşındaydı. Genç yaşlarda olmasına rağmen bilginliği ile dillere destan olmuştu. Buradan sonra Hayyam'ı ve Hayyam'ın dünyasını tanımaya başlıyorsunuz. İlk sayfalarda dahi, dilinin akıcılığı dolayısıyla elinizden düşürmeden okuyabileceğinizi gösteriyor. Hayyam'ın en ünlü eseri, Rubaiyat yazmasının da bu olayın neticesinde ortaya çıkacağı önbilgisi de veriliyor. Böyle yüksek heyecanla başlayan roman, Kadı Ebu Tahir ile tanıştıktan sonra genişleyerek devam ediyor. Bu tanışmanın ardından Kadı, Hayyam'a üzerinde tavus kuyruğu biçiminde oymalar bulunan, sert deriden imal edilen defteri hediye etti. Bu defter yalnızca iki yüz elli altı boş sayfadan oluşuyordu ve Kadı, Hayyam'ın mısralarını bu deftere kendisin de düşünerek yazmasını istedi. Hayyam da zaman zaman o defterin sayfalarını rubaileriyle doldurmaya başlamıştır. İşte Hayyam'ın dünyanın en özgün eserlerinden birini kaleme almaya teşvik edilişinin hikayesi...

Ebu Tahir ile Hayyam, Semerkant'a gelen hükümdar Nasır Han'ın huzuruna çıkmışlardı. Tam da o sırada, Hayyam'ın aklı orada tanıştığı kadın şair Cihan ile meşguldü ve romanın akışı Hayyam'ın duygularıyla da doldurularak devam ediyordu. Bu süreçte Selçukluların ismi duyuluyordu. Hatta, "Selçuklular böyledir işte, dedi Hayyam, kâh dinsiz imansız çapulcular, kâh aydınlık hükümdarlar olurlar, ellerinden hem her türlü alçaklık gelir hem de her türlü soylu davranış" (s.51) cümleleriyle de onları tanıtıyordu. Bu cümlelerden Selçukluları sevmedikleri yargısı da çıkarılabilir. Devamında Sultan Alparslan'ın ölüm haberi geldi.

"Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları, gümüşleri ile övünmeye.
Tam işleri dilediği gibi düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye." (s.61)

Bunun üzerine Nâsır Han, taziyelerini bildirmek amacıyla Ebu Tahir'e bir grupla birlikte yola çıkmasını talep etti. Ömer de bu grubun içinde yer alarak onlarla yola çıkmıştır. Oraya ulaştıklarında vezir Nizamülmülk ile tanışırlar. Nizam, Hayyam'ı Isfahan’a davet etti. Bu davetin ardından Hayyam'ın sosyal ağı daha da genişlemişti ve Hasan Sabbah ile de bu yolda tanıştı. Hayyam, Isfahan’a varıp Nizam’ın huzuruna çıktığında, kendisinden sahib-i haber olması talep edilmişti. Hayyam, kendisinin bir ilim insanı olduğunu ve bu işi yapamayacağını belirterek talebi reddetmiştir. Kendisi yerine Hasan Sabbah’ı bu iş için tavsiye etmişti. Ancak Hasan Sabbah bu görevini kötüye kullanması ve Nizam ile Melikşah arasına nifak tohumları ekmek için kullanıyordu. Görevini kötüye kullandığı anlaşıldığında, Melikşah Sabbah'ı idam ile cezaladırmak istese de, Hayyam'ın Sultan'a ricası neticesinde sürgün ile bölgeden uzaklaştırıldığı ifade edilir. Hasan Sabbah Selçukluların elinden kurtulur kurtulmaz intikamını alacaktı... İnsanlık o güne dek böylesini ne işitmiş ne de görmüştü: Haşşaşiyun/Assassins Tarikatı. (s.116)

Sabbah, Alamut Kalesi'ni satın alarak burayı kendisine üs yapmıştı. Bu sırada Nizam ile saray arasında da çatışmalar yaşanıyordu. Hasan Sabbah bu tarikat ile Nizam ve Melikşah'tan intikam almayı amaçlıyordu. Nitekim intikam ağacı meyvesini verdi de. Bu karışıklık içerisinde Hayyam, Merv'e doğru yola koyulmuştu. Bu süreçte Rubaiyat'ı da yazmaya devam ediyordu. Sonrasında Hasan Sabbah, ona Alamut'ta her türlü ilmi desteği vereceğini vaat ederek ona ebedi davet haberi göndermişti. Hayyam bu daveti cevapsız bıraksa da, Hayyam'ın el yazması bir süre sonra Sabbah'ın adamları tarafından kaçırılmıştı. "Yazman senden önce Alamut'un yolunu tuttu bile." (s.160)

Sabbah, bu yazmayı uzun yıllar boyunca kalede iyi bir şekilde muhafaza etmişti. Ta ki biri merakla onun peşine düşene değin... Kitabın ikinci bölümünde ise, Ömer Hayyam'a hayranlık duyan Benjamin O. Lesage eserin akıbetini merak ederek onu bulmak için işe koyulmuştur. Benjamin yazmaya ulaşmak maksadıyla İran'a vardığında Hayyam'ın yazmasının Şirin'de olduğu bilgisini alır. Sonunda hayallerindeki o yazmayı elde etmişti ve bu kısımda ise tıpkı Hayyam ile Cihan arasında bulunan aşk hikayesi gibi Benjamin ile Şirin'in hikayesine yer verilmiştir. Benjamin’in trajik hikayesi de Hayyam’ın hikayesi ile bağlanmış, çerçevelenmiş oluyordu…

Roman, akıcı olması dolayısıyla okurken gerçekten keyif verdi. Sizi iki farklı dünyada benzer hisler için yolculuğa çıkarıyor. Tarihi gerçeklikler konusunda yüksek beklentileri olan okurlara gelindiğinde, bunun bir tarih kitabı olmadığını hatırlatmak isterim. Yayın sürecinde emeği geçenlere teşekkürlerle...
Eser, 2008 yılında Arap dili ve edebiyatı ve İslâm alanlarında incelemeler yapan Prof. Dr. Thomas Bauer tarafından Almanca olarak kaleme alınmıştır. Ayrıca, 2019 yılında "Beşeri Bilimler En İyi Kitap Ödülü"ne layık görülmüştür. 2021 yılında Hülya Yavuz Akçay tarafından dilimize tercüme edilmiştir. Çevirmenin iyi derecede Almanca eğitiminin olması da bu eserin çevirisi konusunda heyecanlandırdı. Kitap genel hatlarıyla beş bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde Orta Çağ kelimesi ele alınırken, bu kavramın kültüre özgü olduğundan bahsedilmektedir. Gelişmeler açısından Batı dünyasında uygun görülebilir, ancak İslam dünyası için bu kavramın kullanılması sorunludur denilebilir. Yine bu kavramı "altı karşıtlık" adı altında;

<< 1- Muğlaklık, 2- Yanlış çıkarımlar, 3- Gizli değersizleştirme, 4- Egzotikleştirme, 5- Emperyalist çağrışım, 6- Nesnel temeli olmayan bir kavram >> başlıklarıyla genel bir şekilde ele alınmıştır. Sonrasında Doğu ile Batı kültürel olarak karşılaştırılmıştır. Örneğin, hamamlar, sikkeler, bayramlar gibi alt başlıklar altında değerlendirilmiştir. İkinci bölümde Doğu ile Batı'nın karşılaştırıldığı başlıkta ise daha ilk satırlarda karşılaştırma hususunda,

"Belirli bir kültür veya bölge için kullanılan bir çağ kavramını bir diğerine aktarmak için, eşzamanlılık tek başına yeterli değildir. (s. 33)" zamanın her bölgede farklı işlediği kanısına varılabilir. Böyle bir karşılaştırmanın, yaşamın tüm alanlarında kapsamlı bir araştırma gerçekleştiremediğinden ötürü karşılaştırmayı güçleştirmiştir. Kitabın inceliği okuyucuyu yanıltmasın, oldukça akıcı ama başladım bitti denilecek düzeyde değil :) Kitabın başından sonuna, Orta Çağ kavramının İslam dünyasına uygun olmayacağını üstüne basa basa okuyucuya hissettiriyor. Çağlarla ilgili çok çarpıcı bir ifade ile karşılaşıyoruz:

"Her çağ bölümlendirmesi, her şeyden önce nesnelerin, bir diğer deyişle belirli bir çağ ile ilişkilendirilmiş kişilerin, hiçbir zaman söz sahibi olmadığı ya da nadiren söz sahibi olduğu bir yapıdır. Orta Çağ'dan herhangi biri -özellikle uç bir örnek- "Orta Çağ" insanı olduğunun ne kadar farkındaysa, Sezar da "Antik Çağ'da" yaşadığını o kadar az biliyordu."

Aslında çağ kavramının, dönemlerin çağlara ayrılması yaşayan insanlar için büyük bir anlam ifade etmemesiyle birlikte çağ terimlerinin teorik olarak sınıflandırmayı ve öğrenmeyi kolaylaştırmayı amaçladığı düşünülebilir. Yazar, Orta Çağ terimini Avrupa için yanıltıcı bulmakla birlikte, yararlı olmaktan uzak bir konumda değerlendirmektedir. Yine yazar, İslam dünyasının bu dönemde mevcut olan yaşamını tüm yönleriyle ele alarak bu terimden tamamen vazgeçmeyi uygun görüyor. Bu kitabı anlamlandırarak okumak adına, Orta Çağ kavramı ve İslam dünyasını ayrı ayrı özümsemek gerekir. Zira pek çok noktada akıcı olmasına rağmen okunanları anlamlandırma konusunda güçlük yaşanabilir. Gerek başlığı, gerek konuya yaklaşımı açısından devrim niteliğinde bir çalışma olmuş. Dilimize kazandırılmış olması da okuyucu kitlesini ayrıca sevindirecek bir gelişmedir. Yayın sürecinde emeği geçenlere teşekkürlerle.
Eser, 2020 yılında Runik Kitap gölgesinde Bahattin Bayram çevirisi ile okurların beğenisine sunulmuştur. Kitabın kapağında yer alan muhtemel Bizans sikkelerinin görseli kitabın adını destekler niteliktedir. VI bölümden oluşan eser, ilk etapta Bizans ekonomisinin beslenmiş olduğu "doğal ve beşerî kaynaklar" başlığı ile esere iyi bir başlangıç yapıyor. Kitapta yer alan coğrafi alanın Akdeniz merkezli olduğu da özellikle belirtiliyor. Sonrasında Bizans'ın kurulu olduğu coğrafyanın genel özelliklerini ve iklim koşullarını da bölge bölge ele almaktadır. Ayrıca, Bizans İmparatorluğu'nun konumu dolayısıyla denizcilik faaliyetlerinde bulunmuş olmasının İmparatorluğa ticaret ve ulaşım alanlarında da nitelik kazandırmıştır.

"Ayrıca bu nitelik iaşenin iki temel unsurunu da sağlamıştır: balık ve tuz." (s. 26.)

Sanayi devriminden önceki ekonomi dünyasında insanın ve buna bağlı olarak nüfusun iş gücü açısından çok önemli bir yeri vardır. Dönemin Bizans İmparatorluğu'nun nüfus açısından çeşitli rakamlarla ifade edildiği görülmektedir. "Söz gelimi, altıncı yüzyıl için bu rakamlar E. Stein'in önerisi 30 milyon ile J. Russell'in daha çok kabul gören önerisi olan 21 milyon arasındadır." (s. 28.) Buna bağlı olarak, iktisat tarihçileri ekonomik büyüme hususunda siyasi ve sosyal kurumlar ile somur olmayan kaynakların önemine dikkat çektiği görülmektedir. Tüm bunları ele alırken, aile yapısı-okuryazarlık gibi sosyal yaşamın akıbetini belirleyen önemli unsurlara da dikkat çekilmiştir.

Bizans İmparatorluğu'nun 530'lu yıllarda genişleme ve önemli ölçüde büyüme kaydetmesini "aşırı büyük nüfustan (Stein ve Mango'ya göre 30 milyon) kaynaklanan güçlü bir talebi doğurdu ve iş gücü, doğal kaynaklar ve sermaye gibi zengin üretim faktörlerine erişimi de sağladı..." (s. 36.) Devlet, ticari işlemleri de vergiye bağlamıştı hatta 8. yüzyıl sonlarında kullanılmaya başlanan "kommerkion" olarak adlandırılan vergi, sonraki kaynaklara göre panayır ve pazarlardaki işlemlerden alınan %10'luk "ad valorem" adlı vergiydi. (s. 67.)

Bu dönemde devlet gelirinin büyük bir kısmı sivil ve askerî görevlilerle kilise mensuplarının maaşlarına, alt yapı yatırımlarına, askeri seferlere ve gerek gönüllü gerekse zorla yabancı hükümdarlara verilen hediyeler için harcanıyordu. Devlet, bu noktada adil davranmaya çalışıyor, vergi artışlarını dahi aşırı kaçırmıyordu. Sistem bu noktada iyi işler vaziyette görünüyorsa da zafiyete açıktı. Kötü muamele ve yolsuzluklar veya çeşitli keyfî vergi zamları sistemin kolaylıkla zarar görmesine neden oldu. Burada aktarılan sistemin aslında bir ideolojiye dayandığını, alışverişte Aristoteles'in varislerine ait olan adalet kavramının kısmen de olsa Roma kanunlarında yer verildiğinden bahsedilir. Hatta "14. yüzyılda Yunan Kilise Babalarının özellikle adaleti "hak olanı [herkese] dağıtmak" şeklinde tanımlayan Kaisareia'lı Aziz Basileios tarafından benimsendiği de aktarılır. (s. 76.).

Kitapta üretim konusu birincil üretim ve ikincil üretim olarak iki ayrı başlıkta ele alınmıştır. Birincil üretim olarak; doğal kaynaklar, tarım ve toprak sahipleri ele alınmıştır.  İkincil üretimde ise; kent ekonomisi, yani kurumlar, zanaatkârlar ve tüccarların yanı sıra metal, deri, tekstil sanayisi de ayrı ayrı incelenmiştir. Üretimin en önemli unsuru olan demografi ve nüfus hareketliliği de ayrıca ele alınmıştır. Son bölümde ise, Bizans ve Orta Çağ Batı ekonomilerinin kıyaslanması hakkında bir değerlendirme yer alır. Her iki ekonominin de Geç Roma sisteminden ortak olduğu yapısal unsurlar bulunmaktadır.

Esere giriş yapmadan, "editörün notu" başlığı altında imla ile ilgili bir takım özelliklerin verilmiş olması çalışmaya ayrıca şık bir görünüm sağlamıştır. Çeviri de gayet akıcı bir dille yapılmış iyi bir çalışmamın ürünü olmalı, zira okurken rahatsız eden bir ifade ile karşılaşılmamıştır. Ancak kaynakçanın seçilmiş olması;okurken bibliyografyasını incelemek isteyen okurlar için bir zorluk olarak görülebilir. Genel itibariyle iyi bir çalışmadır. Emeği geçenlere teşekkürlerle...
Yılmaz Karadeniz'in ilk olarak 2011 yılında yayınlamış olduğu eser, 2020 yılında Selenge Yayınevi'nden -genişletilmiş baskı- olarak yeniden neşredilmiştir. Yüzyıllar boyunca stratejik bir öneme sahip olan İran coğrafyasını Safevi Devletinin yıkılışının ardından ele alıyor. Asıl konuya Afgan hakimiyetinin başlamış olduğu dönem ile girizgah yaptığı görülüyor. İlk bakışta kapsamı ve hacimli görüntüsü ile okuyucusuna İran tarihinin yoğunluğunu hissettiriyor. 1700'lü yıllardan 1925 yılına kadar geniş bir süreci ele almış olması, tarihin şekillenişi açısından önemli bir metodu ortaya koyuyor. Böylelikle İran tarihini, İran'ın temas kurduğu bütün devletlerle olan ilişkilerini ele alarak incelemeyi mümkün kılıyor. Bu duruma örnek olarak;

"İngiltere'nin bu dönemde Fransa'yı uluslararası siyasette kenarda bırakması, bu devleti tekrar İran'a yaklaştırmıştı." (s.414)

Eser boyunca özellikle Kaçar dönemindeki İran, dönemin önemli güçleri tarafından odak noktası olmakla birlikte mücadele verilen bir bölgedir. Özellikle de İngiltere için önemli bir merkez konumundaydı. Bunun üzerine Fransa'nın da İngiltere'nin oluşturmuş olduğu bloka karşı İran ile temas kurmak istediği görülmektedir. Dolayısıyla, biz burada İran'ın jeopolitik ve stratejik konumundan ötürü bölgede faaliyet gösteren her devletin, İran ile temas kurmasının adeta bir zorunluluk olduğu ve böylelikle İran'ın siyasi arenada ne kadar önemli bir konumda olduğunu görüyoruz. Bu durumda konum olarak yakınlığı dolayısıyla temas kurduğu Osmanlı Devleti ile de ayrı bir mücadele içerisinde olduğu kolaylıkla ifade edilebilir. Zira Osmanlı Devleti, "1718'deki Pasarofça Anlaşması ile Avusturya'ya kaptırılan yerlerin telafisi için İran'a savaş açmıştır." (s.326) Hatta İran-Osmanlı ilişkilerinin Safevi hükümdarı Şah Birinci İsmail'in döneminde başladığını ifade ederek konuya giriş yapıldığı görülmektedir.

Eser, kaynak bakımından okuyucusunu tatmin edici bir genişliğe sahiptir. Belirli bir dönemi ele almasından ötürü, bu eseri inceleyebilmek için öncelikle İran tarihine genel anlamda hakimiyetin bulunması gerekir. İran tarihiyle ilgili bilgisi olmayan okurlar için konu ile alakalı, sahip olunan salt bilgi ile değil de, bu konunun zeminini oluşturabilecek paralel konular içeren birkaç farklı yazarın ele almış olduğu kitaplarla desteklenerek okunursa bu eser daha faydalı olabilir. Örneğin, mümkün olursa Saadettin Yağmur Gömeç'in "İran Tarihi" eseri, sonrasında Türk kanadıyla kurulan teması pekiştirmek adına Osman Gazi Özgüdenli'nin "Ortaçağ Türk-İran Tarihi Araştırmaları" eseri, bölge hakkında genel ve Oryantalist bir bakış açısı istenirse de Bernard Lewis'in Ortadoğu ile ilgili kaleme almış olduğu çalışmalar da incelenmelidir. Eserin yayım ve yapım aşamasında emeği geçenlere teşekkürlerle...