Toplam yorum: 3.081.820
Bu ayki yorum: 1.500

E-Dergi

Burcu Keskin

Merhaba! Ben Burcu Keskin. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve DİKAB(ÇAP) bölümlerinden mezun olup MEB’e bağlı bir okulda öğretmenlik yapmaktayım. Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisi olup okumaya devam etmekteyim. Seyahat etmeyi seven, fotoğrafçılıkla ilgilenen, kitaplarla buluşmaya devam eden biri olarak yorumlarımı sizlere aktarmak istiyorum.

Burcu Keskin Tarafından Yapılan Yorumlar

23.09.2021

“Görülmeyen Adam” isimsiz bir zencinin romanıdır. İsimsiz kahramanımız, çocukluğundan başlayarak güneyden kuzeye, Harlem’e giden yolculuğunu anlatıyor.
“Bütün yaşamım boyunca bir şey aramıştım ve nerede bunun ne olduğunu söylemeye çalışan biri varsa ona dönmüştüm. Safdildim ben. Kendimi arıyordum da, kendim hariç herkese benim, yalnızca benim cevaplandıracağım sorular soruyordum. Benden başka herkesin sanki doğuştan bildikleri şu gerçeği kafama sokabilmem çok uzun zaman aldı ve bana çok pahalıya mal oldu: Ben, hiç kimse değil kendimdim. Ama önce görülmeyen bir adam olduğumu keşfetmem gerekmişti.” (s.19)

Başlarda beyazların eleştirisinin yapıldığı kitapta, ilerleyen bölümlerde siyahilere de sert eleştirilerin yapıldığını görüyoruz. Kardeşlik grubunda hatip olan isimsiz kahramanımız, beyazların da siyahların da kuklası olduğunu görünce artık görülmez olduğunu düşünüyor ve inine çekiliyor.
Varoluşçu terapinin önemli isimlerinden olan Viktor E. Frankl, “Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu” olarak bilinen logoterapinin kurucusudur. 1945’te yazdığı bu eseri isimsiz olarak yayımlamaya karar verse de, yeterli ilgiyi göremeyeceğinden dolayı arkadaşlarının da etkisiyle adını yazmaya karar verir.

"İnsanın Anlam Arayışı" üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm aslında yazarın otobiyografik öyküsüdür. II. Dünya savaşı sırasında Auschwitz’te kendisinin de içinde bulunduğu Nazi toplama kamplarında yaşananları bir psikoterapist olarak insanlara aktarıyor. Viktor E. Frankl kız kardeşi hariç tüm ailesini kaybettiği bu kamplardaki yaşamı gözler önüne seriyor. Aslında, ilk bölüm kısaca ‘Toplama kampında tutsak olan bir insan için hayat nasıldır?’ sorusuna cevap veriyor.

İlk bölümü okuyan kişiler, yaşama devam edenlerin bunu nasıl başardığını merak edecektir. Bu sebeple, ikinci bölümde bir psikoterapist olarak kamplarda yaşayan ve hayatta kalmayı başaran yazarın, kendisi de dahil insanların bunu nasıl başardığını bilimsel açıklamasıyla görüyoruz. İşte bu bölümde logoterapiye göre hayatın anlamını nasıl keşfedebileceğimizi anlatıyor. En kötü şartlarda bile hayatta kalmayı başaranların örneklerini veriyor.

Üçüncü bölüm 'Trajik İyimserlik Lehine' adlı bölümdür. Yazar burada acı, suçluluk ve ölüm üçlüsüne rağmen hayata evet diyebilmenin nasıl mümkün olduğunu açıklıyor.

Kitaba ayrıntılı bakacak olursak, büyük bir bölümünü birinci bölümdeki yazarın toplama kamplarındaki tutsaklığı sırasında yaşadıkları oluşturuyor. Her ne kadar kendi tutsaklığı halinde etkili gözlem yapabilmiş midir diye düşünülse de, yaşanan şeyleri dışarıdan bir insanın yeterince anlaması mümkün olamayacağından dolayı kendisi anlatmayı uygun bulmuş. İlk bölüm, çoğunluk gibi beni de daha çok etkilediği için üzerinde durmak istiyorum.

Yazar, kamp süresini üç evreye ayırıyor: Getirilişinin ardından başlayan evre, kamp rutinine uyum sağladığı evre, özgürleşmenin ardından gelen evre. Kampa getiriliş evresinde SS güçlerinin etkisi görülüyor. Tutsakların isimleriyle değil de numaralarıyla çağırılması, kuvvetlerine göre sınıflandırılması, güçsüz olanların ölüm fermanının verilmesini görüyoruz. Binlerce insanın ancak yüzlerce insanın sığacağı yerlere konulması, tuğlalar üzerinde birbirine sarılan insanların ağır şartlarda çok az bir beslenmeyle hayatta kalma çabalarını okuyoruz. Özellikle başlarındaki görevli gardiyanların sadistlerden seçilmesi, onların en küçük merhametlerine bile muhtaç olmaları, insanın insana verebileceği zararı göstermesi açısından önemliydi. İlginç olan şeylerden biri ise, tutsağın ne tür bir insana dönüştüğü kamp etkisinden ziyade içsel bir kararın sonucu olduğudur. “İnsan onuru toplama kamplarında bile korunabilir.” (s.77) Tabi ki yazarın itirafına göre çok az insan bunu başarabildi. Ancak, hayatın anlamını kavramak için tek bir örneğin bile yeterli olduğunu düşünmektedir.

Tutsakları ölüme sürükleyen, yıkıcı etki yapan şeylerden biri de, aslında tutsaklığın ne kadar süreceğini bilmemeleri hatta sınırsız olmasaydı. Bu durum onları geleceksiz ve hedefsiz hale getirmekteydi. “Zamansal olarak tutsaklık süresinin sınırsızlığı, mekânsal olaraksa hapsedilen yerlerin dar sınırları” durumu anlatan güzel bir vurgudur. Verilen örneklere bakılırsa, tutsakların kurtulacağını düşündüğü zamanlarda istedikleri sonuca ulaşamamaları da ölüm oranlarını arttırıyor. Şartların zorluğu ölüm oranının artmasını açıklamada yeterli olmadığı gibi hayal kırıklığının da bu durumu etkilediğini görüyoruz.

Günümüzde insanların birçoğu araştırmalara göre hayatında anlam arayışı içinde. Ancak, hayatın anlamını ilişkin sorunun cevabı logoterapiye göre herkeste aynı değildir. Tutsaklara bakıldığında onları hayata bağlayan şey kimisinde aile, çocuk olabilirken kimisinde yarım kalmış çalışmalar olabiliyordu. (Yazarı hayata bağlayan şeylerden biri de yarım kalmış çalışmasıydı.)

Tutsaklığın son evresi yani özgürlüğe kavuşma evresiydi. Kamplardan serbest bırakılmış olsalar bile kendilerini dünyaya ait hissetmiyorlardı. Hayattan keyif almayı bile yeniden öğrenmeleri gerekiyordu. Beni etkileyen yerlerden biri de, umudunu yitirmeyip hayatta kalmayı başaranların eski yaşamlarına döndüklerinde yaşadığı hayal kırıklığıydı. Hiçbir şey bıraktıkları gibi değildi. Istırabın bittiğini düşünen tutsaklar artık ıstırabın sınırı olmadığını öğrenmişlerdi.

"İnsanın Anlam Arayışı" hayatın anlamını keşfetmek ve logoterapiyle ilgili başlangıç aşamasında okuma yapmak isteyenler için iyi bir kitap olabilir.

Nietzsche’den bir alıntıyla yorumumu bitirebilirim. “Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla katlanabilir.”

Herkese iyi okumalar.
1942’de yayımlanan "Yabancı", yazarın edebiyat dünyasına asıl girişini sağlayan yapıtlardan biridir. Albert Camus, "Yabancı" sayesinde insanın dış dünyadan kopuşunu bizlere aktarıyor.

Romanın baş kahramanı Meursault’un topluma, kendine, her şeye yabancılaşmasını okuyoruz. Kitap, annesi Bayan Meursault’un ölümü ve cenaze işlemleri ile başlıyor. Özellikle, annesinin ölümüyle ilgili olan bölümlerdeki Meursault’un kayıtsızlığını oldukça hissedebiliyoruz. Annesinin cenazesine gitmeye zorlanması, gözyaşı dökmemesi, gömüldükten sonra mezarının başında hiç durmaması ve eve dönme isteği gibi şeylerin ileride toplum tarafından yargılanmasına yol açtığını görüyoruz.

İlk bölümde kitap, çok ilgi çekici gelmese de; ikinci bölümde kendini okura açıyor. Meursault’un ölüme giden yoldaki düşüncelerine tanık oluyoruz. Okurların da dikkatini çekeceğini umduğum bir bölümü paylaşmak istiyorum:

“Eh, ne yapalım, o halde öleceğim. Başkalarından daha erken ölecektim, orası aşikârdır. Ama herkesin bildiği gibi, hayat yaşamaya değmez. Aslında, doğal olarak başka kadınlar ve başka erkekler yaşamaya devam edeceklerine, üstelik bu binlerce yıl böyle sürüp gideceğine göre, ha otuz yaşında ölmüşsün ha yetmiş; bir önemi olmadığını biliyorum. Uzun lafın kısası; bu, gün gibi ortada. Ha bugün olmuş ha yirmi yıl sonra, neticede ölen yine ben olacaktım. Bu noktada, akıl yürütmemde beni biraz huzursuz eden, yirmi yıl daha yaşama fikrinin kalbimi dehşetli bir hop ettirmesiydi. Ama bu hissi bastırmak için tek yapabildiğim, yirmi yıl sonra yine o gün gelip çattığında, düşüncelerimin ne olacağını hayal etmekti. Nihayetinde madem ölüyoruz, nasıl ve ne zaman olduğunun ne önemi var, orası aşikâr.” (s.102)

Meursault, ikinci bölümde yani suçlandığı yerlerde olaylara müdahale etmiyor. Bazen etmek istese de yanlış anlaşılacağını biliyor ve susuyor. O yüzden mahkemede suçundan çok kayıtsızlığı yargılanıyor. Özellikle toplumun beklediği yorumları ve savunmayı yapmaması kötü sonuçlara yol açıyor.

“Kaderim benim fikrim alınmadan yazılıyordu. Bazen içimden herkesin sözünü kesip, ‘Bir dakika, burada sanık kim? Sanık olmak önemli bir şey. Benim de söyleyeceklerim var!’ demek geliyordu. Ama şöyle bir düşününce, söyleyecek bir şeyim yoktu aslında. Kaldı ki kimsenin insanları meşgul etmekten uzun süreli bir çıkar elde edemeyeceğini kabul etmem gerek.” (s. 90)

Kitapta ilgimi çeken şeylerden biri de kişi yargılanırken hukukun işleyişini de görebilmemiz. Hakimlerin, savcıların, avukatların ve halkın tutumunu sanki biz de oradaymışız gibi takip edebiliyoruz.

Son olarak "Yabancı", sade bir dille yazılmış olsa da bazı yerlerde durup insanı düşünmeye sevk ediyor.

Herkese iyi okumalar.

29.05.2021

“Madem ki insan doğduk, olabileceğimizin en iyi insan olmayı istemek ve bu yolda emek vermek gerek.”
Doğan Cüceloğlu seksen yılda kazandığı farkındalıkları Deniz Bayramoğlu ile hasbihâl ederek bizlere açıklıyor. Her bölümde ayrı konuların ele alındığı ve her bölüm sonunda tavsiyelerin listelendiği kitap her yaştan okuyucuya hitap ediyor. İnsanın hayatının anlamının ne olduğu, kendisini nasıl geliştireceği, kime akıl danışılacağı, biz olmak için neler yapmalıyız gibi sorulara cevap veriyor. Kitabın arka kapağında da belirtilen soruların konuşmasının yapıldığı rehber şeklinde bir kitap olarak düşünebilirsiniz.
Kitabın son bölümüne özellikle değinmek gerek. Çünkü Cüceloğlu hem kendisini etkileyen hem de başkalarına örnek olabilecek kitapları, sanatçıları, yazarları bizlere önererek bitiriyor.
07.05.2021

Okuduğum en ilginç kitaplar arasında olabilir. Kesinlikle güzeldi.