Toplam yorum: 3.081.820
Bu ayki yorum: 1.500

E-Dergi

Ali YILDIRIM Tarafından Yapılan Yorumlar

26.04.2009

Simeon Polonyalı dindar bir Ermeni. 1608 yılında Kudüs’e gitmek için memleketinden yola çıkmış. Galiba gezmeyi çok seviyormuş, 1618 yılında evine dönene kadar 10 boyunca İtalya’dan Mısır’a, Küdüs’ten Şam’a, İstanbul’dan Muş’a kadar bayağı dolaşmış. Bu kitabı okumak benim için çok ilginçti. Sürekli olarak yolu üzerindeki Ermeni’lerden söz etmiş, Hristiyanlara ait dini merkezler özellikle ilgisini çekmiş ve bu yapılarla ilgili pek çok mucizeden bahsetmiş. Buna karşın Müslümanlara ait dini yapılardan çok söz etmiyor.

Kitabın içinde çok şaşırtıcı ayrıntılar var: Roma’da Yahudilere karşı yapılan uygulamalar, Venedik Dükü ile Papa’nın aralarının bozulması ve Dükün Türkler’le anlaşıp Avrupa’ya savaş açması, Mısır’lı Arapların sefil halleri, Roma’da San Petro’nun inşaat halinin anlatılması, Türkmen kadınlarının güzelliğine vurgu yapılması...

Ayrıca kitapta yazarın bizzat Tükçe kullandığı kelimeler italik olarak bırakılmış. Polonya asıllı bir Ermeni olmasına rağmen Simeon çok sayıda Türkçe kelime kullanmış: Kuyumcu, dirhem, kuşak, kubbe, davul, zurna, top, tüfek, sarık, pak, eminlik, bereket, çubuk, yasakçı, hükümdar, taban, postal, nal, köşk, somun, pide, iskele... daha pek çok örnek var.

Kitabın sonunda aynı dönemde Türkiye hakkında yazılmış başka gezi notları da verilmiş.
26.04.2009

Merak unsurunu sürekli ayakta tutan bir solukta okunan bir roman. Roman Kurtuluş Savaşı dönemine denk düşüyor.
Fatih-Harbiye romanı ile paralellikler içeriyor. Batı kaynaklı yozlaşma ile milli değerler arasında bir mücadele var yine. Yozlaşmanın kaynağı hariciye emeklisi bir aile. Bu ailenin tuzağına düşen kızlar ise artık sözde kızlar oluyorlar. Romanın adı da oradan. Romandaki en bedbath kişi asıl adı Hatice olan bir kız. Sözde kız olduktan sonra adını Belma olarak değiştiriyor. Hatice-Belma tercihleri çok iyi düşünülmüş bir ayrıntı. Günümüzdeki isimlerde de buna benzer bir yozlaşma var. Kırsal kesimde Ayşe, Fatma, Emine, Mehmet, Ali, Hasan yaygınken kentlerde Beriller, Burcular, Özgeler, Atınçlar, Altuğlar moda.

Roman’ın baş kötüsü ise Behiç inanılmaz bir tip. İnsan kız ayartmak için bu kadar mı adilik yapar. Hele gayri meşru çocuğunu diri diri toprağa gömmesi ve bebeğin nefes alışının kesilip kesilmediğini anlamak için toprağı dinlemesi yok mu? Okurken insanın kanını donduruyor.
26.04.2009

Bu romanda da Fatih-Harbiye’de ve Sözde Kızlar’da olduğu gibi iki yaşam tarzı çarpışıyor. Bu iki yaşam tarzını simgeleyen mekanlar yine iki ayrı konak. Biri boğaz kıyısındaki Bu romandaki en akıl almaz tip ise Canan. Bu kadarı da olmaz dedirten bir güzellik ve iffetsizlik örneği.

Eski kadınlar da ilginçmiş valla. O kadar olaydan sonra Bedia’nın eski kocası Lami tıpış tıpış geri geldi ve hüsnü kabul gördü.
26.04.2009

Psikolojik tahlilleri fazla olan bir roman, bu nedenle özellikle birinci bölüm çok sürükleyici değildi. Kitabı iki yönden ilginç buldum. Birincisi Peyami Sefa bu romanında ruh, medyumluk, kehanet gibi metafizik konuları ele almış. Üstelik bu konulara pozitivist açıdan bakanları eleştirmiş, romanda bazı durumlarda şüpheli olmakla beraber metafizik olaylar bolca yaşanıyor. Tam bir Stephen King romanı yani.

İkinci olarak yozlaşmış batı kültürüne sahip kesmi temsil eden ailenin Sebatayist olması çok ilgimi çekti. Demek ki Sebatayistlerle ilgili tartışma o zamanlarda da vardı. Çok vurgulanmamakla birlikte bu aile açıkca kendilerini Türklerden ayrı görüyorlar ve Türklerle evlenmeye hiç sıcak bakmıyorlar. Zaman içinde doğru yolu bulacak yine yoz bir kültüre sahip romanın baş kahramanı Ferit ise hariciyeci bir aileden geliyor.

Romanda yer alan pekçok kahraman Dostoyevski romanlarındaki kahramanlara benziyorları. Aynı zamanda parası için öldürülen zengin yaşlı kadın cinayeti Suç ve Ceza romanını çağrıştırdı bende. Ferit de parasız öğrenci hali ile Raskolnikov’a benziyordu.

Romanın adı Nuriye Hanım’ın Koltuğu olabilirdi. Ama hayatında hiçbirşey istediği gibi olmayan Noraliya Hanım’ın ironisini Peyami Sefa romanın adında da yaşatmak istemiş. Nuriye Hanım Allah’ı çok sevmiş ve anlaşılan odur ki Allah da onu çok sevmiş. Eee ne demişler Allah sevdiği kulları için hayatı zorlaştırırmış ki kulu kendisine daha kolay ulaşsın.
26.04.2009

Bu kitap, zarif tasarımı ve özenli baskısı ile görür görmez dikkatimi çekti. Hemen kitapyurdu.com’a sipariş verip satınaldım. Genel olarak yeni aldığım kitaplar biraz sıralarını beklerler hatta bir kısmı okunmadan kalır ama bu kitabı hemen okumaya başladım ve bitirene kadar elimden bırakamadım desem yeridir. Bitince biraz üzüldüm ve yazara daha uzun yazamazmıydı diye azıcık sitem ettim.

Dediğim gibi kitabın baskısı çok özenli ve sayfa tasarımları çok zarif. Boş sayfalar ve tam sayfa yer verilen resim ve fotoğrafların fonlarında Bizans İmparatorluk rengi olan erguvan rengi kullanılmış. Kitap görsel yönden çok güçlü. İstanbul’a ait eski çizimler, resimler ve eski fotoğraflara bolca yer verilmiş. Fotoğraflar seçilirken mümkün olduğunca eski olanlar kullanılmış bu sayede eserlerin daha az yıpranmış hallerini görebilmek mümkün.

Kitap 2 ila 10 sayfalık metinlerden oluşuyor. Herbir metnin ayrı bir konusu var ama metinler tarihi süreç gözetilerek sıralanmışlar. Metinler arasında net bir kopukluk yok tam tersine bir içiçe geçmişlik var. Bu sayede kitap bir roman okuyormuşcasına rahat okunabiliyor. Yazarın da çok hoş bir üslubu var. Anlaşılabilir, sade ve hikayeci.

Arka kapakta yazıldığına göre bu kitap bir üçlemenin ilki. İstanbul’un aslolarak Bizans imparatorluk dönemini inceliyor ama ilk kısımlarda Bizans’ın kent devleti dönemi ve Roma imparatorluk dönemine yer verilmiş. Bizans tarihi konusunda çok az kitabın yayınlandığı düşünülürse bu kitap önemli bir boşluğu dolduruyor. Zaten kitabın içinde yeri geldikçe Bizans tarihine nasıl banazca yaklaşıldığından sürekli olarak dert yanmış yazar. Bu yakınmalarında çok haklı. Ama son zamanlarda bu konuda bir kıpırdanma, bir yenilenme olduğu çok kesin. Örneğin 2007’de yayınlanan Bizans Yürüyüş Yolu kitabı Bizans İstanbul’u anlamak için hem bilgi hem de görsel açıdan çok güzel bir kaynak oldu. Yine İlber Ortaylı’nın televizyonlarda yaptığı programlarda Bizans’ın Bizans değil II. Roma İmparatorluğu olduğunu ve hatta Osmanlı’nın da III. Roma İmparatorluğu olduğunu vurgulaması en azından benim ufumu çok açtı. Önder Kaya’nın kitabında da bu konu oldukça vurgulanmış. İronik bir biçimde Bizans İmparatorluğu ayaktayken ne Türkler onları ne de Bizanslılar kendilerini asla Bizanslı olarak nitelendirmemişler.

Anadolu Türkleri ile Bizanslıların karmaşık ilişkisi, 4. Haçlı istilası sırasında Bizanstan kaçırılan eserler, Doğu Roma ile Batı Roma’nın yavaş yavaş birbirlerinden kopmaları ve daha sonra nefrete kadar giden ilişkileri, entrikalarla dolu Bizans saray yaşamı, Cenevizlilerin İstanbul’da kurdukları koloni ilgi ile okunabilecek konuların başında geliyor.

Kitabı okuduktan sonra aklıma Dandolo’nun mezarı ile ilgili bir soru takıldı. Kitapta Dandolo’nun Ayasofya’da yattığı yazıyor ama kendisine ait lahit ortada yok. Muhtemelen lahdin bir parçası zeminde devşirme malzeme olarak kaplama niyetine kullanılmış. Gerçi bu parça üzerindeki Henricus Dandolo yazıtı görülebilecek şekilde özenle yerleştirilmiş ama ben yine de ne Bizanslılar ne de Türkler tarafından sevilebilecek bir Latin kralının kemiklerinin burada tutulduğuna inanmıyorum.

Kutsal emanetler arasında bulunan Vaftizci Yahya’nın kolu benim için daima bir soru işareti idi. Bu kitabı okuyunca gerçek hikayeyi öğrenmiş oldum.

Kitapta Ayasofya’nın inşa serüvenine dair bir bölüm olsa iyi olurdu.

Sonuç olarak Bizans tarihi bilinmeden Türkiye tarihi tam anlamı ile öğrenilemez bence. Bu anlamda özenli çalışması için yazar Önder Kaya’yı tebrik ederim. Kitabın sonuna koyduğu ayrıntılı kaynakça kendisinin nekadar titiz çalıştığının bir kanıtı.