Esma-i Hüsna üzerine okumaya, yazmaya, anlatmaya çalışan biri olarak gözümün önünde dolaşan bu romanı okumadan duramadım. Allahın isimleri hakkında ne öğrendim bu kitaptan: Hiç.
Onun yerine 1665-1666-1667 yıllarında Osmanlı ve Avrupa coğrafyasında yaşayan milletlerin günlük hayatı, ticaret dünyası, siyasal işleyiş, dini ve batıl inançları, azınlıklar ve onların Osmanlı devlet ve toplum yapısına bakışları hakkında biraz bir şeyler okumuş oldum.
Ele aldığı dönemin yapısını, geniş bir coğrafya üzerinde anlatmak isteyen çoğu tarihi roman gibi Yüzüncü Ad’da da bol bol seyahat yapılıyor. “Ben Cyrus”u okuduğumda siyasetle uğraşanların kişilik yapıları ve insan ilişkilerindeki prensipleri hakkında malumat sahibi olmuştum, burada ise azınlıkların ve ticaretle uğraşanların ilişki biçimleri ve dünyayı algılamada durdukları yer hakkında bir şeyler öğrendim.
Arka planda ise, bir bibliyofilin, sadece bir tek kitaba, içindekilere inanmasa dahi, duyduğu tutku nedeniyle bütün yaşamını nasıl harcayabileceğini görebiliyorsunuz. (Bunu görmek, bibliyofiller üzerine okuduklarımdan sonra hiç şaşırtmadı beni.) Tutkunun nesnesinin önemli olmadığını, (bazen bir kitap, bazen bir kadın), tutkulu kişinin, tutku duyduğu her şeye dibine kadar gömüldüğünü görmek, benim gibiler için pek kolay anlaşılası olmasa da hayatı tanımak için önemli bir ayrıntı.
Yaşananları yazmanın, günlük tutmanın nasıl da düşünceyi berraklaştırmaya, doğru kararlar almaya, hayatın gidişatını tesadüflere bıraksak bile bunu bilinçle yapmaya ayrdım ettiğini de okuyoruz satır aralarında. Yazar (aslında kendisi olduğunu sık sık düşündüren) kahramana şunu dedirtiyor: “Her zaman her şeyi not ettim, öncelikle de sonradan unutabileceğim küçücük ayrıntıları.”