“Daha Babıali yokuşunda, süngü takmış bir Fransız kıtasının başlarında mahut Marseyez, muntazam bir yürüyüşle yukarıya doğru çıktığını gördüm. Bu ihtilal ve insanlık türküsü bir işgal müfrezesine hiç yakışmıyordu. İçim garip bir isyanla dolu ters yüzü döndüm ve bir tramvaya atladım. Fakat bindiğim tramvay onlara Çarşıkapı’da yetişti. Bu sefer La Madelone, Madelone’i dinlemeye mecbur kaldım. Sonradan yaptıkları harp edebiyatında o kadar adı geçen bu türkü tüylerimi diken diken etti. Bunlar haddizatında belki güzel şeylerdi. Fakat benim İstanbul’umda ne işleri vardı? Biz harbe girmekle hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam ettirmeli miydiler? Tarih bir yerde bütün hataların tasfiyesini yapmayacak mıydı? Kafam bu suallerle dolu, Fransız kıtasının arkasından yavaş yavaş yürüdüm. Ve onların Aksaray’a doğru kıvrıldığını görünce ben de rahatça yoluma devam ettim. Fakat daha Vezneciler’de karşıma bir İskoçya kıtası çıktı. Bunların başında muzıkaları yoktu ve adetçe azdılar.
Bu tesadüf kendi memleketlerinde olsaydı yahut buraya bir dostluk tezahürü için gelmiş olsalardı, ilk defa gördüğüm kıyafetleriyle ne kadar hoşuma gidecekti. Fakat şimdi Beyazıt Camii’yle, Şehzadebaşı Camii’nin arasında, yüzlerinden keder akan bu halkın asında sadece ıstırap veriyordu.”
1920 yılında İstanbul anlatılıyor. Kurtuluş mücadelesi yıllarında Anadolu ön planda anlatılırken sahnenin dışında olan İstanbul’dur. İstanbul, bu devrin eserlerine göre bu eserde daha az işlenmiştir. Tanpınar’ın sürükleyici bulduğum tek eseridir diyebilirim. Eser daha önce tefrika halinde yayımlandığı için, kitabın sonunda tefrika il kitabın arasındaki farklara da yer verilmiş.