Post-modern edebiyat ya da fantastik anlatılar, -özellikle
Türkiye’de- gerçeklere değinmediği gerekçesiyle sık sık
eleştiriye uğramıştır. Bu eleştiri, Türk yazarların
ürünlerine bakıldığında pek de haksız sayılmaz. Oysa,
post-modern olmaklık hali ile siyasi ve toplumsal içeriğin
birbirini dışlaması gerekmediğini “Geceyarısı
Çocukları”nı okuduktan sonra daha iyi anlıyoruz. Roman, bir
anlamda Rushdie’nin biyografisini yansıtıyor. 1947 yılında,
Hindistan’ın bağımsızlık gecesi doğan bir çocuğun
gözünden, Hindistan’ın 1980’lere kadar olan siyasi tarihini
anlatmış yazar.
Roman kahramanı Salim Sina, 15 Ağustos 1947’de, tam gece yarısı
dünyaya gelir, aynı anda Hindistan bağımsızlığına
kavuşmuştur. “Hayatın bir bakıma bizimkinin aynısı olacak”
diye yazar Başbakan, Salim Sina’nın doğum defterine ve o gece
doğa ötesi güçlere sahip yüzlerce çocuk daha doğar. Bu
büyülü gece yarısı çocuklarının ortak kaderleri ile Hindistan
tarihi arasında gizemli bir ilişki kurulacaktır... Böylelikle, bir
ulusun emekleme çağını, ergenlik sancılarını, yetişkinleşme
çabalarını, çocukların her yaş dönemindeki maceraları,
kavgaları, aşkları, uğradıkları kazalar paralelinde izleriz.
Öykü Bombay’da başlıyor; çocuk Salim, doktor dedesi, sorunlu
büyükannesi, akrabaları ve komşuları üzerinden Hindistan’daki
hayata tanık oluyoruz. İkinci bölümde ise Pakistan var. Ailesi ile
Karaçi’ye göç eden Salim, bu kez de Pakistan’ın şiddet, acı,
yolsuzluk ve savaşla yoğrulmuş toplumsal yaşantısıyla yüz yüze
gelir. Ailesini kaybeder. Bir sonraki bölümdeki Salim,
Bangladeş’teki bağımsızlık savaşını bastırmaya giden
Pakistan özel timlerinin iz sürücüsüdür. Buradan da kaçar ve
Bombay’a geri döner. Sona gelindiğinde, Hindistan’la aynı gece
doğan çocuklara karşı yürütülen sürek avındaki hedeflerden
biridir o...