Düşman Kardeşler Araplar ve Yahudiler
Tarih, bazen kavimler arasındaki kadim düşmanlıkları ve uzun husumetleri hikaye eder. Birbirlerine olan tutumlarıyla anlam kazanan ezeli mücadelelerin temsilcileri, taraf olmanın hırsı ve nefretin dinamiğiyle öylesine sarmalanmıştır ki sathi değerlendirmelerle olayların hakiki yönü anlaşılmaz. Aslında kalem ahlakının bilincinde olan yazar hakikat arayışındaki okurun derdine derman olur. Bazen yazanın fikrine, ırkına, dinine bakılmaz; çünkü gerçeğin hanesine yazılanlar pazar sergisindeki taze ürünler gibi parlar. Bu aşamadan sonra okur elediği bilgilerden açığa çıkan gerçeğin tarafına geçer.
Araplar ve Yahudiler de yukarda izah ettiğimiz şekilde günümüzde ezeli ebedi düşmanlar olarak bilinir. Aslında olayların kökenlerine inildikçe ele alınan vakıanın zamandan geriye doğru kademe kademe boyut değiştirdiği fark edilir. Zaten tarihe dar bir açıdan bakılırsa günümüzdeki olayların algılanması güçleşir. Bu nedenle yaşanan mücadeleler, çatışmalar ve dostluklar geniş bir bakış açısıyla zamana derinlemesine nüfuz eden yaklaşımla ele alınmalıdır. Ele alacağımız “Tarihte Araplar ve Yahudiler- İki İbrahim, İki Musa, İki Tevrat” ilk aşamada okurda bu hissi uyandırır.
Kitabı yazarın biyografisinden okumaya başlayanların eserin objektif bir bakış açısıyla yazılmadığını düşünmeleri olasıdır. Zira Dr. Ahmet Susa Iraklıdır ve Müslümandır. Yetişilen kültür ortamı ve dini yönelim gibi faktörler yazarın düşüncelerinin içine sindiğinden müellif tarafından savunulan düşünce çoğu zaman okur nazarında sathi değerlendirilerek itibarsızlaştırılır. Ahmet Susa da bunu tahmin etmiş olacak ki Arap-Yahudi ilişkilerinde kendi tezlerini güçlü dayanaklarla sunmaya çalışır. Hatta bazen tamamen Iraklı ve Müslüman değilmişçesine yorumlarına objektiflik katar.
Tabii Susa sadece tezlerini kanıtlamak amacını gütmez. Onun öncelikli amacı 17. yüzyıldan sonra hız kazanan oryantalist bakış açısıyla kaleme alınan Arap tarihlerinin karşısına yerli tarihçiler tarafından yazılan alternatif tarihleri koymaktır. Yani Batılıların sıklıkla taraflı emperyal bir duruşla kalem oynattıkları bir zeminde milletlerin kendi tarihlerini kendilerinin yazması gerekliğini vurgulayan Susa, Arap tarihinin gizli maksatların tahakkuk edilmesi uğruna kişisel siyasi yorumlarla dünyaya servis edilmesini istemez.
Aslında Susa eserinin girişinde mücadele etmek zorunda olduğu yapının gücünü kabul eder. Günümüzdeki Yahudi tezlerinin sahibi olan Siyonistlerin güçlü enformasyon ve bilgi çarpıtma aracılığıyla hakikati görünmez kıldığını vurgular. Bu yüzden hakikati bulmayı kendine amaç edinen Susa, eserinin, uzun yıllar boyunca yaptığı çalışmaların ürünü olduğunu da vurgulamaktan geri kalmaz. Zaten ele alınan olayın tarihi açından derin köklerinin olması, yapılan çalışmanın uzun süreli ve yorucu olduğunu kanıtlamaktadır.
İlk aşamada eserde birçok açıdan hakim tarihi argümanların çürütülmeye çalışıldığı görülür. Bu amaçla ilişkilerin en derin köklerine inilir. Fakat bundan yaklaşık en az 4000 yıl önceki dünyayı; esatir, mitoloji, hurafe ve yozlaşmış bilgilerin bıraktığı tortulardan tam manasıyla anlamak mümkün değildir. Bu şekilde boz bulanık suda balık avlamak ise ilkçağ uygarlıklarının izlerini iyi sürmekle mümkündür. Yazar da bu fark etmiş olacak ki Arabistan havzasında meydana gelen göçler ve göçler sonucunda oluşan siyasi otoritelere dair bilgileri sunarak eserine başlar. Bunun önemi metnin ilerleyen kısımlarından anlaşılır. Şöyle ki elbise biçer gibi toprakları kendi ana yurtları ve kadim vatanları diye nitelendirenlerin aslında sahip olduklarını düşündükleri toprakta misafir oldukları ortaya çıkar. Üstelik tam tersinin de vuku bulduğu da görülür.
Yazar, siyasi tarihe ilişkin görünümü ortaya koyduktan sonra, bütün dikkatini Tevrat’a yöneltir. Aslında yazarın bu seçimi karşıtlarının yaklaşımı ile ilgilidir. Yazarın çürütmeye gayret ettiği tezlerin ana kolonları Tevrat’ın üzerinde yükselir. Dini metinlerin eleştiri kabul etmez yapısı Susa’nın öne sürdüğü fikirler sayesinde yıkılır. Kabaca bir tenkitle bile içerdiği tezatlar sayesinde hükmü geçersiz kılınan Tevrat, yazarın güçlü argümanlarının karşısında duramaz. Yahudi cephesinin savunduğu tezlerin direkt Tevrat’la oluşturduğu çelişkiler ise oldukça şaşırtıcıdır.
Üstelik Tevrat kendi çağdaşı olan metinlerle ve arkeolojik bulgularla karşılaştırılır. Sonuç gerçekten ilginçtir. Zira Tevrat, yazıldığı dönemin izlerini taşıyan kaleme alındığı coğrafyanın edebi, mitolojik, dini, hukuki bir kompozisyonu gibi kendisini gösterir. Dönemin yazın ürünleriyle manidar benzerlikler ve farklılıklar ise Tevrat’ın güvenirliliğine halel getirecek derecededir. Bunları uzun uzun anlatan Susa; üç dönemin önemine dikkat çeker: MÖ 19. Yüzyılda İbrahim Peygamber dönemi, MÖ 13. yüzyılda Musa Peygamber dönemi ve Tevrat’ın yazıldığı Yahudilerin Babil’deki sürgün dönemi MÖ 6. yüzyıl. Bu üç dönem ayrı bölümlerde detaylı bir şekilde anlatılır. Bu şekilde Tevrat’ın kronolojik yanlışları da ortaya koyulur. Ayrıca üç dönem arasındaki kopukluklara dikkat çekilir.
Eser kronolojiyi netleştirirken etnoloji ve dilbilimsel verilerden üst düzeyde faydalanır. Çünkü metinlere bilimsel nitelik kazandıran bu kanıtların güçlü sunumu erbapları için çok şey ifade eder. Yukarda bahsedilen üç dönem eldeki veriler paralelinde karşılaştırıldığında üç dönemin birbirinden bağımsız olduğu, İbrahim Peygamber ve Musa Peygamber kavmi ile Yahudiler arasında bir rabıta bulunmadığı, Musa Peygambere indirilen Tevrat’la MÖ 6. Yüzyılda Yahudiler tarafından yazılan Tevrat’ın aynı olmadığı ortaya koyulur. Çelişkiler o kadar yoğundur ki yazarın eserinde bahsettiği gibi iki İbrahim, iki Musa, iki Tevrat ortaya çıkar.
Ezber bozan tespitleriyle birlikte Susa kullandığı kaynaklarda çeşitliliğe dikkat eder. Özellikle Yahudi olmasına karşın farklı düşünen yazarların fikirlerine önem verir. Bununla beraber tarih öncesi dönemde yazılmış tabletler ve hiyeroglifleri kullanmaktan imtina etmez. Bu tarz kaynakların izini sürmek ve bu kaynakları günümüzün tarih anlayışıyla bağdaştırmanın olası güçlüklerine rağmen Susa bu işin altından layıkıyla kalkar.
Eser her ne kadar köklerle ilgilenmiş olsa da günümüze yakın dönemi anlatmaktan geri kalmaz. Özellikle Yahudi tezlerinin hız kazanmaya başladığı İsrail devletinin kurulmasına varan dönem tüm yönleriyle anlatılır. Kitabın yedinci ve sekizinci bölümü bahsedilen konulara ayrılırken günümüzde yaşanan problemlere ilişkin önemli bilgiler satır arasında okura sunulur. Fakat bu nitelikli bilgi sunumuna karşın Osmanlı-Arap ilişkileri konusunda yazar suskundur. Bölgede yaşanan hadiseler ve Arap İsyanı gibi olgulara yer verilmez. Ortadoğu’da Osmanlı’nın el çekmesine neden olan durumun sebeplerine pek değinilmez. Sadece Abdülhamit’in toprak satışına karşı çıktığı bilgisi verilir. Oysaki bölgedeki istikrarsızlık Osmanlı sonrasında ortaya çıkar, yazarın Osmanlı öncesi ve sonrasını karşılaştırması olayların daha net anlaşılmasını sağlayabilirdi.
Sonuçta, tarihi olayları anlamak için çapraz okuma yaparak olayların taraflarını karşılıklı okumak gerekir. Fakat konu Doğu-Batı olunca Batı’nın sınırsız üretkenliğine karşın Doğu’nun kendini anlatmaktan geri kaldığı görülür. Arap Yahudi ilişkilerinde de bu durumun sıkıntıları söz konusudur. Fikir ahlakına sahip, hakikatin peşindeki Yahudiler olmasa karşıt görüşe dahi rastlanmayacak bir alanda bazen fikri kısırlığın olduğu tarafı dinlemek erdemdir. Arapların haklı serzenişlerini dinleyen sundukları kanıtları onaylayan yazarların varlığı bu nedenle şaşırtıcı değildir. Susa’nın verdiği bilgileri çürütmek de öyle kolay değildir. Sadece bilimsel manada sessiz kalmış Doğu’nun Batı karşısında sesini yükseltmesi bile gerçeğin ortaya çıkmasının önünü açar. Karşı çıkılmayan yalanın doğru kabul edilmesi olasıdır. En nihayetinde Yahudileri ya da Arapları haklı çıkarmaktan ziyade hakikati ortaya koymak ana hedef olmalıdır.