Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Fulya Yılmaz

Merhaba! Ben Fulya Yılmaz, Felsefe Grubu Öğretmeniyim. 2010 yılından bu yana NLP ile başladığım eğitimcilik hayatıma, Eğitim Koçu ve Rehber Öğretmen olarak devam etmekteyim. Kitap okumak, okuduğum kitaplar üzerine sohbetlerde bulunmak çocukluğumdan bu yana en keyif aldığım şeydir. Sosyal çevrem ve öğrencilerim dahil olmak üzere kitapların içerikleri üzerine referans alınan ve bundan bahsetmekten mutluluk duyan biriyim. Kendimce oluşturduğum mütevazı kütüphanemdeki kitapları yorumlarken, yolunuza ışık tutmayı diliyorum. Sevgilerle.

Fulya Yılmaz Tarafından Yapılan Yorumlar

Kahramanımız Melody, harika bir mizah anlayışına sahip, basiretli, şefkatli, cesur ve güzel düşünen on bir yaşında bir kız. Zihni düşüncelerle dolu. Her günün her detayını mucizevi şekilde yakalayıp saklayan bir fotografik hafızaya sahip olan bu kızın, ne yazık ki düşüncelerini seslendirecek bir sesi yok. Fakat daha fazlası var.

Melody, serebral palsi ile doğmuş, beşinci sınıfa giden bir kızdır. Ancak düşünebiliyor ve bunu hiç kimsenin yapmadığı gibi yapıyor. Onun suskun, çoğunlukla etkisiz vücudunun içinde, kavramları ve gerçek bilgileri dehadan başka bir tanım yapılamayacak bir düzeyde kavrayan yüksek bir zihin sıkışıp kalmış. Melody, onu gerçekten tanıma şansı bulamayan birçok gözlemci için çaresiz görünebilir, ancak öğrendiği şeyler için zihinsel kapasite ve halihazırda öğretilenlerin akılda tutulması açısından ölçülürse, o zaman neredeyse tanıdığı herkesi gölgede bırakırdı. Hiç abartmadan, Melody'nin bir mucize olduğunu söyleyebilirim. Melody küçükken ona yan komşusu Violet bakar. Melody'ye yerdeyken nasıl dönebileceğini öğretir. Melody biraz büyüdüğünde ise Violet ona, birisi onu bağlamayı unutursa tekerlekli sandalyesinden nasıl doğru bir şekilde düşeceğini öğretir ve böylece kafasına çarpmadan düşebilir. Özellikle bu ilişki çok etkileyiciydi.

Kitaptaki diğer karakterlerin Melody'yi iletişim kuramadığı için aptal olarak nitelendirdiğini okumak bir okuyucu olarak zordu ve bir anne olarak daha da zordu. Melody'nin düşünce ve fikirleri iletebilmesi çok daha fazlasını gerektiriyor ve kitap boyunca çoğu karakterin Melody'nin niyetini tam olarak anlamadıklarında hayal kırıklığına uğradığını görüyoruz. En basit istekleri iletmek için, o hüsrana uğradıkça ben de hüsrana uğradığımı fark ettim. Melody, iletişim panosunu yükseltme fırsatı bulduğunda bile hâlâ sınırlamalar yaşıyordu. Ama Melody asla pes etmiyordu. Cesareti kırılıyor, sinirleniyor ama buna rağmen zorluklar karşısında gösterdiği azim ve gururun da takdire şayan bir şekilde katlandığını görüyoruz.

Okumaya başladığınızda konu ağır ve hassas olduğu için kayıtsızca okumak çok zor. Aynı zamanda yazar o kadar samimi ve detaylara duyarlı ki, her kelime aktarmak istediği duyguyu tamamıyla karşılıyor. Kitabın orta kısmı biraz sıkıcı ilerliyor ama finali o kadar etkileyici ki umutsuzluktan gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz, güçsüzlükten titremekten kendinizi alamıyorsunuz. Bazen bilmeden takındığımız bencilliğimiz ve sığlığımız hakkında bir kitap olduğunu düşündürdü. Keşke olduğundan daha çok bilinse ve özellikle okullarda zorunlu okuma kitabı olarak belirlense.

Bu incelikle yazılmış kitaplar, orta sınıf romanların sahip olduğu derinliği ve okurlarına empati aşılarken ki zorlu meseleleri çözme yeteneklerini kamçılıyor. Ayrıca kendi önyargılarımızı kontrol etme ve birisini normal kabul ettiğimiz gibi hareket edemediği veya iletişim kuramadığı için yeteneklerine göre nasıl erken yargıladığımızın farkına varmamızı sağlıyor. Bazı bakımlardan üzücü bir farkındalık ama bu kitabın kendi kişisel davranışlar ve bunların nasıl şekillendirilmeleri gerektiğinin farkına varılması üzerine dahice yazılan bir referans olarak görüyorum.

Bizden farklı olan insanlara sempati duyuyor, onlara üzüntü ve kederle yaklaşıyor, çoğu zaman da kendimizi şanslı görüyoruz. Ama özel olan insanların ve yakınlarının beklediği şey sempati değil empatidir. Bu iki kelime arasındaki anlamlı çizginin altını çizmek çok önemli. Bu çizgi unutulmasın diye bu özel duyguyu anlamlı kılarak ifade eden ve bunu tüm insanlığa adayarak ölümsüzleştiren yazar Sharon Draper'a sonsuz sevgilerle...
Verdon'un muazzam serisinin yedinci ve sanırım son kitabı. Her yeni vaka ile uyanan adrenalin duygusu, delil arayışı, insanların eylemlerine yönelik motivasyonlarının analizi onun yaşam kaynağı. Kimin mi? Dave Gurney'in... Her seferinde New York City Cinayet Masası'ndaki işinin bittiğini düşünse de hayatın akışı onun rutinini altüst etmek için fırsat kollar. Dave yarı emeklilik hayatında bir eş olmaya da çabalar, Madeline ise onun bu hayatını daha kabullenilir bulmaya başlar ve kendilerine yeni bir yol çizer. Bana göre bu hikayeyi özel kılan iki şeyden biri Dave’in Madelein’le aralarındaki ilişkinin ilerleyişi. Diğer özel nedeni ise karmaşık bir labirentte anlam çıkarma konusunda usta olan emekli dedektif Dave’in olayların ortasında sonu gelmez gibi görünen bir cinayetler silsilesini çözmek için üşenmeden, büyük bir iştahla işe koyulması. İçinde beşten fazla ölü insan bulunan ve karmakarışık cinayetlerin çözülmesi beklenen bir hikayeye göre kolay okunan, sürükleyici ve akıcı bir kitap.

Küçük, sessiz, karakteristik ve cennet gibi bir Larchfield topluluğu önde gelen üyesi Angus Russell'ın malikanesinde ölü bulunmasıyla ve ilk kanıtların suçlu gösterdiği Bill Tate'in önceki gün elim bir hadise sonucu ölmesiyle işler daha çok sarpa sarar. Polis ekipleri de vakanın paradoksunu fark edince kafaları karışır ancak aynı zamanda şüphelinin akıbetinin onun hiç de iyi niyetli olmadığı hatta çok tehlikeli olduğu da herkes için açıktır. İşin en ilginç yanı ise bunun ardından işlenecek birçok cinayetin sorumlusunun da Tate gibi görünmesi. Bu kapalı ve ayrıcalıklı topluluğun üyeleri için cehenneme dönüşen, dünyevi bir cennetin önde gelen isimlerini ayrım gözetmeden öldüren, paranoyak bir katilin karşısında tepki vermek konusunda çaresiz kalırlar. Olaylar ilerledikçe bu kasabanın sakinlerinin acıları ortaya çıkar. Göz alıcı Larchfield her yeni cinayetle ışıltısını biraz daha kaybederken, yazarın kullandığı ince ironiler ve nabzı sürekli yüksek tutmayı başaran gelişmeler, vakanın ilerleyişini daha sürükleyici hale getirir.

İyi bir kara dedektif macerası olması yanında yaratıcı, heyecan verici bir polisiye gizem filmi havasında ve hatta John Verdon'un polisiye kurgu alanında ve aynı zamanda fanatik okuyucularının kalplerinde haklı olarak özel bir yere sahip olduğunu doğrulayan bir kitap. Verdon'un kitaplarını bu kadar taze ve orjinal kılan şey eksik parçaların farklı yönlere çevrilerek, karakterlerin bir sonraki hamlelerini tahmin etmeye çalışarak inşa edilmiş olması. Hikaye dini fanatikleri, büyücülüğü, kargaşayı ve birçok ses getiren güncel olayları içeriyor. Bu seride okuduğum her kitap, zekice olay örgüsü ve harika karakterleriyle beni büyüledi. Serinin diğer kitaplarını okumadıysanız lütfen bunu okumadan önce serinin sıralamasını takip edin, derim. Bu kadar keyifli bir seriyi oluşturup, her kitabında nabzı yüksek tutarak merakla okumama vesile olduğu için John Verdon'a minnettarım. Keyifli okumalar dilerim.
Aşk dipsiz bir kuyu, çünkü, herkesin yüreği göğsünde taşıdığı insanın avucunun içinde önceleri. Sonra kavuşulmazsa acı, fakat insan o acının içinde de ne hikmetler yaşanabileceğini düşünmeli. Acı da olsa tecrübe, güzel yollar açabilir insana.

Tarık Tufan'ın okuduğum ilk kitabı. Bence bir yazar olarak teknik becerisi, sakin karakter kadrosu ve hikayesinin ilerleyişi, devam eden olay örgüsü nostaljik bir zeka ürünü. Nedense ben bu kitabı karşılıksız bir aşk ya da saplantılı bir aşığın ümitsiz çırpınışı olarak değerlendiremedim. Ya da bana daha özel bir hisle, farklı bir bakışla geçti de diyebilirim.

Kitapta verilen aşk olgusunu, kanadı kırılmış bir kahramanın yaşayacağı gerçeküstü bir hikayenin başlangıcına yol açılışı olarak değerlendirdim. Firdevs'e delice aşık olan Orhan'ın, bu uğurda akademisyenliği de dahil hayatını mahvetmesi mi idi? Yoksa Saklıkuyu davetlisine çağırılmak üzere verilen özel bir neden mi idi? tartışılabilir. Heidegger'in, 'varlığın kaderi, hiçbir zaman insanı yalnızca kendi ötesinde olmak zorunda bırakan kör bir yazgı değildir. O daha çok insanın vuku bulmakta olan şeyi meydana çıkarmak için harekete geçmeye çağırıldığı açık bir yoldur,' dediği gibi. Saklıkuyu adlı kasabanın deneyimini yaşayabilmek için Firdevs'e dair hayal kırıklığı yaşaması, ona davet edilme kapısını açmış oldu. Giden aşkına takılıp kalmış ve nedenlerine bir cevap arayışında oluşu Saklıkuyu karakterleri ile yollarının kesişmesini ve bu hikayenin gerçek boyutta gelişmesini sağladı.

Karakterler doğal ve bir o kadar da ilginç bir konuda gerçek ile hayali birbirinden ayıran ince gölgeler gibiydiler. Defne, Belma, Hilmi, Orhan... Kitabın bütünüyle mütevazı ve basit tarzı çeşitli kişisel duyguların eliptik olay örgüsüne merakla dahil olmayı sağlıyor.

Karakterleri gerçeklikle inşa eden ve melankolik duygu geçişlerinin, yanlış bağlanmanın ve insan doğasında her zaman olabilecek hataların kabulü ile hayatımızın her anında yaşanmayı hak eden mutluluğa dair umut üretebilecek bir hikaye.

Tarık Tufan'ın okuduğum en iyi kitabı mı olur, bilmiyorum. Fakat diğer eserlerini okumaya motive olmam için iyi bir referans kitabı olduğunu söyleyebilirim. Önererek, keyifli okumalar dilerim.
...

''Hayatımı mahvettim. Üstelik bunu yaparken aklım başımdaydı. Hayatımı bile bile mahvetmemin tek bir sebebi vardı: Aşıktım ve dünyanın geri kalanının gözümde zerrece bir değeri yoktu.''
İçe dönük bir çalışmadır İnce Memed, içinde sosyal, ekonomik, politik, felsefi ve teolojik anları tahayyül etmek için çok şey barındırır. Sosyal ve kültürel tarihinde kök salmış ciddi bir Türkiye durumuna ayna tutar. Yükselen sınıfların ortaya çıkışı hakkında cesurca atıflarda bulunur. Dağların ve ovaların güzelliğinden, soğandan, köy ekmeğinden, helvadan ve ekmekten, en çok da emekten söz eder.

Kalpsiz ağaların, acımasız eşkıyaların, çaresiz alt sınıfların haksızlığı normalleştirme alışkanlıklarıyla ortaya çıkardıkları yoğun bencillikleri, gücün neden-sonuç ilişkilerini ve sözde toplumsal konumun bütünlüğünün acı ve şaşırtıcı şekillerde sahnelenişini gösterir.

Yaşamın ve ölümün inceliklerini açığa çıkaran, kötü yönlerine ayna tutmaktan korkmayan Memed'in hikayesini takip ederiz. Aslında annesi Döne, sevdiği kız Hatçe uğruna başlayan, İnce Memed'in davası son derece kişiseldir, pek çoğumuzun da aynı değerleri taşımasından ötürü ise kaçınılmayacak şekilde empatik hisler doğurur. Pek tabii her birimizin etkiye tepki mekanizmamız karakteristik özelliklerimize göre farklı reaksiyonlar geliştirir. Kimi haksızlıklar karşısında cılız bir hikaye olarak kalırken, kimi destansı bir kahraman, eskimeyen bir roman olur.

Doğuştan gelen hayatta kalma içgüdüsüyle, masumane iyilik arzusu arasında gidip gelen küçük Memed'in dokunaklı hikayesinin yanı sıra itilip kakılmaya alışmış, ihmal edilmiş insanların, mahvolmuş hayatların köşe bucaklarına bakmaktan korkmayan, karanlık fakat cesur karakterleri de görüyoruz. Memed'in mecburen şanlı bir eşkıyaya dönüşümü, büyüyüşü ve canı pahasına kıymetlerine sahip çıkışına tanık oluyoruz. İnce Memed, çaresizliğin gerçekliğine kapılmaktan asla korkmadı ve bu özelliği, cesareti ve becerileri sayesinde kendinden takdire şayan bir kahraman yarattı.
'Bazı çocuklar erken büyürler, çocuksu suratlarının altında yaşını başını almış insanların kederlerinden fazlasını barındırırlar. Onların boyunlarını büken yaptıkları işin ağırlığından çok uğradıkları haksızlıklardır. Sevdaları da büyük olur böyle çocukların öfkeleri de...'

Çukurova, Toros Dağları, Anavarza, Tarsus ovalarının aktarılışı, zengin betimlemeleri, akıcı dili, okuru hikayenin içine çeken olayların gerçekçi karakterleri, yöre halkının doğal özellikleri, halk ağzından birebir diyaloglarıyla kah gülümsetir, kah gözleri doldurur Yaşar Kemal. Okuyucunun bu dört serilik uzun soluklu eseri kendine, kendini ise bu romana bir şekilde ait hissetmesine neden olanın, Çukurova'da yetişen yazarın bu toplumun havasından, suyundan, rüzgarından alıp aynı gerçeklik ve samimiyetle okuyucusuna ustalıkla taşımış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Yaşar Kemal kaleminin kalitesi ve tarzı doğallığından mütevellit muazzam. Elimde serinin ilk kitabını mevcut tutarak bir şekilde ansızın başlayacağım bir zaman kolluyordum. Okunacak listemin kargosunu beklediğim hafta başlamayı tercih edip, ikinci gün sona ermeden heyecanla bitirdiğim şaşırtıcı bir başlangıç oldu benim için. Sonrası malum şu anda yaptığım kitap incelemem ilk üç serinin yorumlamasını barındırdığı üzere, bu hafta serinin üç kitabını keyifle bitirmiş bulunmakta ve sizlere önermek üzere yorum yapmaktayım. Son derece samimi bir eser olduğunu, okurken feyz alarak, heyecan duyarak su gibi okuduğumu söylemek ister, keyifli okumalar dilerim.
Polisiye türünde beni en çok etkileyen şey, uyarlamaların çoğunun orijinal hikayelere ne kadar yakın olduğudur. Ahmet Ümit’in kendi kulvarında ayrı bir özgünlüğü olduğunu düşünürüm hep. 'Kayıp Tanrılar Ülkesi'de bu düşüncemi pozitif etkileyenlerden. İçine sürüklendiğimiz macerada cinayet ayrıntıları o kadar tanıdık ve bir o kadar da merak uyandırıcı anlatıldı ki kitabın gizeminde var olmuşçasına yanından ayrılamadım.

Zeus sunağı hakkında verilen bilgiler, yapıtın nasıl gün yüzüne çıkarıldığı ve Berlin’e nasıl götürüldüğü ile ilgili gerçekler bugüne kadar araştırmadığım ama muazzam bir araştırma isteği duyduğum konu oldu. Sadece bu bilgiler için dahi, Kayıp Tanrılar Ülkesi'nin ciddi anlamda takdiri hak ettiğini düşünüyorum.

Irkçılık, yabancı işçilerin ötekileştirilmesi, göçmenliğin manevi ağırlığı, Berlin duvarının yıkımı ve bunun daha büyük ekonomik ve sosyal yıkımlara sebep olunması hususunda da akıcı sahnelere yer verildi. Şahsen bir film gibi tahayyül etmemin sebebini okuduğunuz zaman daha iyi anlayacağınızı umuyorum. Hikayelerin odak noktası, verilmek istenenin kesinliği ve karakterlerin enerjisi teker teker parlayıverdi. Hikaye genel olarak iyi, bize Ahmet Ümit’in genel bilgileri harmanlayabilme, dedektif yönü ve bunları keyifle okutabilme yeteneğini bir kez daha gösterdiğini içtenlikle söyleyebilirim.

Mitoloji, arkeoloji, felsefe, polisiye türlerin hepsine hakkını vermekle kalmayıp, Ölmez ailesi, cinayetleriyle verilen kurgunun bu hikayeyi yıllar sonra bile bu isimlerle hafızama kazıyabileceğim ironiye sahip olmasını da ayrı bir zeka ürünü olarak görüyorum. Bence Türk yazarlar arasında bu şimdiye kadar yazılmış en iyi dedektif hikayelerinden biriydi. Başkomiser Yıldız ve yardımcısı Tobias’ın karakterize edilişi, hikayelerin içeriği ve yapısı iyi tasarlanmıştı, bu yüzden genel olarak bu karakterleri okumaktan da keyif aldım. Ahmet Ümit’in kaleminin farklı bir özelliği var ve bu şüphesiz tüm eserlerini, okunmaya değer mücevherler yapıyor. İşin doğrusu normalde okuduğum bir tür değil ama yavaş yavaş beni etkisi altına alıyor ve bu türe hayran olup daha uzun süre devam etmem için doğru romanlar seçtiğimi düşünüyorum. Bu türe müptela olanlara da, ucundan bucağından yeşil ışık yakanlara da önerebileceğim bir romandır. Keyifli okumalar diliyorum.
...

‘Kendimize dönmeliydik, en masum halimize.’