Toplam yorum: 3.086.814
Bu ayki yorum: 6.501

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

28.07.2010

Roman günümüz toplumunda sıklıkla yaşanan aile baskısı ve severek evlenme konusunu iç içe işliyor. Bunu gözler önüne seriyor. Bu konuda toplumda işlenen hataları romanda işlemeye çalışmış. Hangi metot iyidirden ziyade metotların toplumda işlenen yönlerini ele alarak roman bu çerçevede oluşturulmuş. Roman anafikir olarak ‘Herkes yaptığının cezasını bulur’(s.329) konusunu işliyor.

Romanı okurken adeta sonu olumsuz bitecekmiş gibi bir hava eserken sonunda olayın olumlu ve insanı rahatlatan bir şekilde bitmesi romanın olumlu bir yönü sayılabilir. Çünkü insanlar her zaman neticenin iyi bitmesini isterler. Orta derecele bir roman olarak gördüğüm bu eserin tek olumsuz yönü bizi yanıltan ismi ‘cinnet’ ile ekrandaki silah. Okuyuculara eğer romandaki olumsuzluğun bir an evvel bitip kendilerini rahatsız etmelerini devam ettirmek istemiyorlarsa kısa zamanda bitirmelerini tavsiye ederim. Çünkü son ana kadar olumsuz devam eden roman ancak son bölümde rahata kavuşuyor. Orta dereceli okul öğrencilerine ve yeni okuma sevdasına yakalanmış roman sevenlere tavsiye edilebilecek bir eser. Değerli Ünal Bolat Bey’e teşekkür ediyor, eline sağlık diyoruz.

Okumayı düşünüyorsanız elinizde bu eser, günlük hayatta her zaman rastlanmayan, şaşırtıcı, sürükleyici, esrarengiz olayları anlatan bir ‘Macera Romanı/Serüven Romanı’ yahut da insan yaşamının sınırsız kültür birikimi içinde yer alan ve insanı derinden etkileyen toplumsal, siyasi olaylar, inançlar, gelenek ve görenekleri bazen eleştirisel, bazen de bilimsel açıdan ele aldığı için ‘Sosyal Roman’ diyebileceğimiz bir roman.

Romanda –gönül daha fazla olmasını istiyor- az da olsa mesaj içeren cümleler mevcut. İşte onlardan birkaçı:
Rüşvetin olduğu yerde emniyet olur mu?(s.288)
Hırsız duygudan anlamaz.(s.297)
Başa gelen çekilir.(s.316)
Bir lokma bir hırka.(s.328)
Herkes yaptığının cezasını bulur.(s.329)
Yolcunun işini Allah bilir.(s.320)

Kısaca roman özeti şöyle:
Sevdiğiyle evlenmek isteyen Gülcan, annesinin daha zengin ve varlıklı kişilerle evlendirmesiyle mücadele eder. Onları elinin tersiyle iter. Sonunda bakar ki bu işin sonu gelmeyecek sevdiği Tevfik’in görev yaptığı ilçeye kaçar. Burada da sorunlar bitmez. Annesinden kaçar ama bu sefer bu şekilde bir evliliğin altında bit yeniği arayan ve baştan beri bu işe karşı olan kayınvalidesi ile anlaşamaz. Tevfik’in de başı beladan uzak kalmaz. İlçeye dadanan bir hırsızın robot resmini çizip onun hapse atılmasıyla maceranın içine düşer. Hırsız bu işin acısını çıkarmayı düşünüp tasarlar. Sonunda ‘Herkes yaptığının cezasını bulur’ dedirtecek öyle bir olay olur ki:(Devamı romanda)

Romandan şu dersler çıkarılabilir:
*Roman ailelere anne/babalara bir ders niteliğindedir. Zorla evliliğin insanın başına neler getireceğine, insanların istemediği kimselerle zorla evlendirmenin nelere mal olacağına roman örnek gösterilebilir.
*Evlenecek gençlerinde tamamen dışlamak yerine büyüklere danışması, istişare etmesi, görüşlerini paylaşması gerekir. Evlilik insan hayatının en önemli kararlarından biridir. Bu kadar önemli bir kararı verirken çevremizdeki bizi seven ve iyiliğimizi isteyen büyüklerimize de danışmak çok yerinde bir davranış olacaktır. İnsan bazen duygularının etkisi altında hatalı kararlar verebilir. Gençlik heyecanı ile karşısındaki kişiyi gözünde büyütebilir. Büyüklerimizin sahip olduğu hayat tecrübelerinin daha doğru karar vermede bize yardımcı kaynaklar olduğunu görelim. Onların tavsiye ve uyarılarına kulak verelim. Araştırmalar göstermiştir ki, anne babanın izniyle olan evlenmelerde başarı şansı, anne babanın karşı koymasına rağmen olan evlenmelerden daha fazladır. Büyüklerinin şiddetli uyarılarına rağmen evlenen birçok gencin sonra pişmanlık gözyaşları döktükleri oldukça sık rastlanan olaylardandır. En iyisi evlenirken baştan büyüklerin görüşlerini de alarak daha doğru bir karara varmaya çalışmaktır.
*Gençlere önyargılı yaklaşmak hiç bir zaman doğru bir yaklaşım sayılmaz. Onlara zaman tanımalı, büyüklerin onlara rehberlik etmesi en doğru yol olsa gerektir.
*Eşlerin birbirlerini değiştirmeye çalışmadan olduğu gibi sevmeli ve kabul etmelidirler.
Gerçek sevgi, karşıdaki insanı bütün alışkanlıklarıyla birlikte kabul eder. Kendiniz, sevdiğiniz insan o huyunuzu sevmiyor diye kendinizi zorlayarak değiştirebilirsiniz. Bu sizin bileceğiniz ve yapacağınız bir fedakarlıktır; fedakarlık ise karşılık istemez. Karşıdaki anlayışlı ise işin farkına varır ve kendine çeki düzen verir. Mutluluğun sırrı, çiftlerin birbirine değiştirme savaşına girmesinde değil, birbirini oldukları gibi kabul edebilmesinde gizlidir.
*Eşler birbirine samimi ve dürüst davranmalıdır. Eğer gerçekten mutlu ve huzurlu bir yuva kurmayı istiyorsanız kendinizi olduğundan farklı göstermeye çalışmayın. “Olduğu gibi görünmek ve göründüğü gibi olmak” özellikle evlenecek iki kişi için son derece önemlidir. Evlilik karşılıklı saygının ve sevginin asla yitirilmemesi gereken bir kurumdur. Bu yüzden özellikle evlenirken ve evlendikten sonra taraflar mutlaka doğru, dürüst ve samimi davranmalıdırlar. Her şey baştan açık açık konuşulmalı, taraflar birbirinden hiçbir şey gizlememelidir. Daha önce taraflardan birinin başından geçen olaylar saklanmamalı, her şey dürüst bir biçimde ortaya konulabilmelidir. Herhangi bir hususun evlenmeden önce samimiyetle ortaya konması, onun evlendikten sonra problem oluşturmamasını sağlar. Bazı şeylerin özellikle gizlenip, evlendikten sonra ortaya çıkması ise karşılıklı güveni sonuçta aile huzurunu sarsacaktır. Düşünceler, açık ve net bir şekilde ortaya konmalı, beklentiler açıkça söylenmelidir. Çünkü evlilik gibi ciddi bir olayda dürüst davranmayıp, kendinizi karşı tarafa olduğunuzdan farklı göstermeniz, yalnızca ona değil, size de zarar verecektir. Çünkü sonuçta anlaşmazlık ve huzursuzluk olursa yalnızca o değil, sizde bundan etkileneceksiniz. İnsanlar ancak yapabilecekleri şeylere söz vermeli ve söz verdikleri şeyleri de mutlaka yapmalıdırlar.

İyi okumalar…
26.07.2010

Özgün adı ‘Mu’cem mesta’cem min Esmâil-Bilâdî ve’l-Mevâdî’ adlı eserinin mukaddime kısmının tercümesidir.
Cahiliye Arapları ismi sanki o dönemin örf, adet, gelenek ve göreneklerini yansıtacak bir isim gibi duruyor. Fakat kitap hiç de bu konulardan bahsetmiyor. Mesela Muhammed Hamidullah Hoca’nın işaret ettiği gibi ‘çok küçük yaştaki kızları diri diri gömme meselesi gerçi vardı, fakat bu, bazı sınıflar tarafından uygulanıyordu ve çok seyrek görülen bir durumdu’ (İslam’a Giriş, s.6) değerlendirmeler yapılacağını düşünüyorsunuz. Fakat bu gibi tesbitler yok. Ya ne var: Arap kabilelerinin yerleşim yerleri, aralarındaki münasebetler, ayrılmaları sonucu oluşan alt kabileler, kabile ve yer isimlerinin anlamları gibi bilgiler sunulmaktadır. Bunlar hangi dönem kabileleri sorusuna ise yazar ‘Bu sayılanların hepsi İslam’ın zuhuru esnasında Hicaz’da meskun olan Arap kabileleri idi. (s.118) şeklinde kitabın sonunca cevap vermekte.

İslam Tarihi’nin en önemli dönemi hiç kuşkusuz ki Asr-ı Saadet’tir. Onun taşıdığı önem, basit sebepler yüzünden kabile çekişmelerinin ve kardeş kavgalarının yıllarca sürdüğü, en genel ifadeyle cahiliye toplumu olarak nitelendirilen Araplar arasında neşvü nema buluşunda gizlidir. Onun kısa bir sürede korkunç kardeş kavgalarıyla parçalanmış ve medeniyetten uzak kalmış bir toplumu, medeniyet tarihini etkileyecek bir kültürün ilk mimarları haline getirdiği bilinen bir hakikattir. Bu bakımdan cahiliye döneminin bu yönü ilgilenilmesi zorunlu bir husus olarak ortaya çıkar.
Cahiliye döneminin bazen tek konusu haline gelen kabile göçleri ve kabileler arasındaki savaşlar, İslam coğrafyacılarının önde gelen isimlerinden Endülüslü el-Bekrî tarafından ilk kaynaklar esas alınarak günümüze kadar ulaştırılmıştır. O, Arap Yarımadasındaki yer alan coğrafi mekanları kaleme aldığı ‘Mu’cem mesta’cem min Esmâil-Bilâdî ve’l-Mevâdî’ adlı eserine yazdığı uzun bir mukaddimede bu konuları işlemiştir. (s.7)
El-Bekrî eserine başlamadan önce Arap Yarımadası coğrafyası ile ilgili çok mükemmel(?) bir özeti havi uzun bir mukaddime hazırlamıştır. Bu kısımda Arap Yarımadasının sınırlarını, Yemen, Hicaz, Tihame gibi bölgelerini, bu bölgelere giren yerleşim yerlerini ve buralarda oturan Arap kabilelerini ayrıntılı olarak işler. Kabileleri tarihi seyir içerisinde ele alır ve Arap Yarımadasındaki göçlerini, kabileler arası savaşları zengin bir şekilde işler. Onun mukaddimesi İbn Haik diye meşhur Ebu Muhammed el-Hasen b. Ahmed b. Yakub b. Yusuf b. Davud el-Hemdanî’nin ‘Sıfatu Cezîrati’l-Arab’ adlı eserinden daha şümullü ve dikkatli bir eser hazırladığı açıktır. (s.13)

Şiirlerden de şunlar berceste beyit olarak seçilebilir:
Sevgili ve hâtırası kalbimi terk etmeyen bu vicdansız kadın, benden esirgediği şefkatini oğluna gösteriyor. (s.40)
Uyku sadece geciktirdiği kadar doyurur.
Bütün insanlara meydan okuyarak cüret gösterseniz de
Keder kaburga kemiğini eğen bir şeydir.
Uyanın artık! Bilginin hayırlısı, fayda verendir. (s.98)

Türkçemize ‘Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş’ şeklinde terceme edilen ‘Şenn, onun sertliğine(Tabaka’ya) uyum sağladı’ atasözünün burada farklı bir versiyonu anlatılmış. Aslında onun biraz geniş şu anlatımı da söz konusu:
Bir zamanlar Bağdat’ta çok zeki ve bilgili, Şenn adında bir adam yaşamaktaydı. Bu adam bir gün kendisi gibi bilgin ve akıllı bir kız bulup evlenmek için atına atlayıp yola çıktı. Yolda bir adama rastladı, adam köyüne gidiyordu. Şenn de adama katılıp birlikte yolculuk etmeye başladılar. Şenn adama sordu: - Ben mi seni yükleneyim, yoksa sen mi beni yüklenirsin? Adam: - Bu nasıl söz? İkimiz de atlıyken birbirimizi nasıl yükleniriz? diye cevap verdi. Biraz ilerleyip köye yaklaştıklarında, Şenn biçilmiş ekinleri görünce tekrar sordu: - Bu ekinler yenmiş mi yenmemiş mi? - Be cahil adam! Ekini saplarıyla görüyorsun da yenip yenmediğini mi soruyorsun? Köye varınca bir cenazeye rastladılar. Şenn yine sordu: - Bu tabutun içindeki ölü mü, yoksa diri mi? adam: - Yahu, senin gibi ahmak ve cahil bir adam görmedim! diye çıkıştı. Adamcağız, bu sorularına bir anlam veremediği yol arkadaşını o gün evinde misafir etti. Evde Tabaka isminde bir kızı vardı. Kız babasına misafirin kim olduğunu sordu. Adam da onun kendisine sorduğu aptalca soruları sıraladı ve pek ahmak bir adam olduğunu söyledi. Fakat kız dedi ki: - Baba, o adam ahmak değil. Birinci sorusu, ‘ben mi söze başlıyayım sen mi?’ demektir. İkincisi, ‘ekin sahipleri onun parasını yemişler mi acaba?’, üçüncüsü de, ‘acaba bu ölü kendi adını yaşatacak evlat bırakmış mıdır?’ demektir. Bunun üzerine adam, Şenn’in yanına dönüp soruların cevabını aktardı. Şenn ise: - Bu sözler senin değil. Sahibini açıklar mısın? deyince, adam kendi kızı olduğunu söyledi. Şenn: - Ben işte böyle bir kız arıyordum, diyerek onunla evlenmeye talip oldu. Tabaka ile evlendi!. Anne-babasının da rızasıyla tabaka ile evlenen Şenn, kızı alıp ailesine götürdü. Çevre halkı da bu evlilik karşısında, ‘vâfeka şenn tabaka’, yani ‘kap kapağına uygun düştü’ dediler. Çünkü ‘Şenn’ su kabı, ‘Tabaka’ ise kapak anlamındadır. Türkçemizde ise bu söz, ‘tencere yuvarlandı, kapağını buldu’ atasözüne dönüşmüştür.

EBÛ UBEYD EL-BEKRİ KİMDİR:
Abdullah b. Abdilazîz b. Muhammed b. Eyyûb b. Amr el-Bekrî el-Endelüsî (ö.487/1094) Endülüslü meşhur coğrafyacı ve edip. Ebû Ubeyd el-Bekrî, aşırı derecede kitap toplama ve okuma meraklısı bir kimse olarak da temayüz etmiştir. Kaynaklar, onun çok sayıda kitap toplayıp okuduğunu ve bunları bez kılıflar içinde sakladığını belirtmektedir. Her ne kadar fıkıh ve hadiste icazet almış, şiir, edebiyat ve hatta botanikle ilgilenmişse de coğrafyaya daha fazla zaman ayırmıştır. Kendisinden önceki ve sonraki birçok coğrafyacıdan farklı olarak seyahat etmemiş ve Endülüs dışına çıkmamıştır. Bununla beraber eserlerindeki coğrafî malumat son derece zengin, ayrıntılı ve doğrudur. Ebû Ubeyd, zekâsı ve ilmî kapasitesi sayesinde Endülüs'ün meşhur ulemâsı arasına girmiştir. (İslam Ansiklopedisi, 10/247)
06.07.2010

Kur’an üzerine yapılmış bir tefsir olan Tefhim’ül-Kur’an, Mevdudi’nin şaheseridir. Eser sadece bir bilgi hazinesi değil, aynı zamanda Mevdudi’nin düşüncelerinin hülasasıdır. Mevdudi Tefhim’i yazarken, ‘Kur’an’ın mesajını anlamak istediği halde konuyla ilgili orijinal Arapça kaynaklara ulaşamayan eğitim görmüş kişilerin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. ‘Birisine bir şeyi izah etmek’ anlamına gelen Tefhim kelimesi, kitabın genel yapısını da çok güzel resmetmektedir.(s.7/357)
Tefhim, yazarının, bu çağın problem ve şartlarına ihtimam gösterdiği çağdaş bir eserdir. Mevdudi, Kur’an ayetlerine yaptığı kendi yorumlarını savunurken, fizik, tıp ve arkeoloji sahalarındaki son araştırmaları delil olarak sunmaktan çekinmez.(s.7/358)
“Kur’an’ı bütünüyle anlamak için, ayetlerin arka planını akılda tutmak zorunludur. Bu planı tercümede vermek mümkün olmadığından, her surenin başına, nazil olduğu şartları ve ortamı göstermeye çalışan bir ‘Giriş’ koydum. İslamı hareketin hangi aşamalardan geçtiğini, nelere ihtiyaç ve gereksinim duyduğunu ve bir sürenin vahyedildiği zamanlarda hangi problemlerle karşı karşıya olduklarını belirlemeye çalıştım.”(s.7/361)
Açıklayıcı notlarda, okuyucu Kur’an’dan uzaklaştırabilecek herhangi bir konuya girmekten özenle kaçındım. Notları sadece iki durumda yazdım: a.Okuyucunun bir açıklamaya ihtiyaç duyacağını, şüpheye düşeceğini veya bir soru soracağını düşündüğüm zamanlarda ve b.Okuyucunun belirli ayetlere yeterli özen göstermeyeceğinden, dolayısıyla da onların asıl önemini kavrayamayacağından korktuğum yerlerde.
Açıklayıcı notlar, özellikle ilk iki ciltte çok küçük bir yere sahipken 3.ciltle birlikte Mevdudi, kendi ağını atar ve notlar çoğalıp, detaylanır. Tefhim’in notlarını incelediğimizde üç ana işleve sahip bulunduklarını görürüz: Açıklayıcı, tamamlayıcı ve eleştirel.
Notların eleştirel fonksiyonu da önemlidir. Mevdudi geleneksel alimlerin yorumların dikkatlice tahkik eder ve Kur’an metninin dışına çıktıklarına, Kur’an’ın felsefesine ters düştüklerine ve zayıf bir mantık örgüsüne dayandıklarına inandığı yerlerde, onları reddetmekten çekinmez.
Kur’an’a ters gördüğü bir hadis’in kabul edilemez olduğunu söyler.
Tefhim, Kur’an’ı, İncil ve Tevrat ile eleştirel bir şekilde mukayese etmesi yönünden zengindir. Yusuf suresinde olduğu gibi.
Mevdudi, bazen de, Oryantalist ilim adamlarının yaptığı Kur’an tefsirlerini eleştirir.(s.7/364)
Tefhim’in dikkate değer bir yönü de Mevdudi’nin İslam hukukunu ele alış biçimidir. Mevdudi, Tefhim boyunca, bazen küçük notlar, bazen de ayrıntılı tartışmalar biçiminde, çağdaş okuyucu için İslam hukukunun çeşitli cephelerini netleştirir ve İslam’ın insanoğluna anayasal, toplumsal, sivil, cezai ve milletlerarası hukuk gibi konularda nasıl kılavuzluk yaptığını anlatır.(s.7/366)

1953’te idamına karar verildiğine Mevdudi şunları söyledi: “Eğer Allah böyle istediyse bu akıbeti memnunlukla kabul ediyorum, ama eğer O’nun iradesi değilse, ne yaparlarsa yapsınlar bana en küçük bir zarar bile veremezler.”(s.7/347)
Tefhim’i tam otuz sene dört ay (1942-1972) sürede tamamladığı ifade eden Mevdudi, 1959-1962 yılları arasında tefsirini hazırlamak için tüm Batı Asya’yı-Arabistan, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı dolaşmış, kitaplarda belirtilen kutsal yerleri ziyaret etmiştir.
Tefhim’de Mevdudi, mutlak gerçeği ve Hıristiyanların ve Yahudilerin kitaplarını nasıl tahrif ettiklerini göstererek, İslamî hayat tarzının diğerlerine olan üstünlüğünü ortaya koydu.(s.7/349)
İngiltere ve Almanya’daki Müslüman öğrenci cemaatlerinin kendisini ziyaret ederek konuşma yapması için defalarca kendisini davet etmelerine rağmen, uluslar arası öneme sahip olarak giderek artan etkinliğinden korku duyan hükümet, Mevdudi’nin yurtdışına çıkmak için yaptığı bütün başvuruları geri çevirmiştir.(s.7/351)

Tefhim’inin başına koyduğu ‘Kur’an-ı Kerim’e Giriş’ adlı bölüm de okunmaya değer niteliktedir.(s.1/15-38) Bu bölümü niçin yazdığını şöyle açıklıyor:‘İki amacım vardır:
Birincisi, okuyucuyu Kur'an'ı anlamasına yardımcı olacak şeylerle donatmak. Eğer bunlar başlangıçta verilmezse, okuyucuyu sürekli meşgul edecek ve onun Kur'an'ın mana ve ruhunu tam anlamıyla kavramasına engel olacaktır.
İkincisi, Kur'an incelenirken genellikle kafalarda beliren bir takım soruları önceden cevaplamayı düşündüm. ’Kur'an'ı incelemeye başladığımda kendimi, aklıma geliveren yahut bilahare karşılaştığım bu tür sorulara teksif ettim.(s.1/15)

Saffat Suresi 145. ayeti açıklarken şu anekdot da dikkate şayandır:
“Derken onu balık yutmuştu... Sonunda o hasta bir durumdayken onu çıplak bir yere (sahile) attık.”(*)
* Bu ayet ile ilgili olarak bazı rasyonalistler(akılcılar) balığın karnında bir insanın yaşayamayacağını öne sürdüler. Ancak ne ilginçtir ki rasyonalizmin anavatanı sayılan İngiltere'de 19.yy. sonlarında vuku bulan bir olay, rasyonalistlerin bu sözkonusu iddialarını çürütmüştür.
1891 Ağustos ayında "Star of East" adındaki bir balıkçı teknesi, balina avlamaya çıkar. Balıkçılar yaklaşık 20 fit uzunlukta 5 fit genişlikte ve tam 100 ton ağırlığında olan bir balinayı yakalarlar. Balinayı yakalamak için mücadele ettikleri bir esnada 'James Bartly' adlı balıkçı denize düşer ve balina da onu yutar. Ertesi günü aynı balina ölü olarak bulunduğunda, balıkçılar onu güç bela tekneye çekerek karnını yararlar. Arkadaşları James Bartly'yi balığın karnından diri olarak çıkarttıklarında, balığın onu yutmasından bu yana tam 60 saat geçmiştir. Böylesine bir olay herhangi bir insan için mümkün olabiliyorken, Allah'ın mucizesi olması münasebetiyle Yunus (a.s) için neden mümkün olmasın?(s.5/43)

Baskıyla ilgili şu eleştiriyi de belirtmek isterim: Zaman zaman iki baskıyı karşılaştırarak tefsiri okudum. İlk baskıdaki hatalar düzeltilmeye çalışılırkan yeni birçok yazım hataları ile yanlış, eksik ayet yazılımları göze çarpıyor. Emeği geçenlerden Cenabı Hak razı olsun. Okunması ilk planda gereken tefisrlerden birisi olarak Kur'an aşıklarına öncelikle tavsiye ederim.
29.06.2010

İnsanlar arasında olması gereken dostlukların azalması, yine ona bağlı öfke, hiddet ve düşmanlıkların artması çoğu kez sevgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İnsanları rahatsız eden yanlış düşünce, yanlış fiil ve davranışlar ile onlardan doğan kötülüklerin tek sebebi de yine sevgisizliktir. Bu bakımdan, günümüzde yaşadığımız rahatsızlıkların yok edilmesi için Allah rızasına dayanan sevgi pınarını herkesin gönlüne iyice akıtmamız gerekmektedir. İşte Anadolu insanının en bunalımlı dönemlerinde, ilahî sevgi metodu esasına dayanarak insanlara ışık tutanlardan manevi önderlerden biri de Hacı Bayram Veli'dir. Alıntılar şöyle:

Toplumla iç içe olan yönü ile Hacı Bayram Veli, hiçbir zaman Allah Eri olmaktan geri kalmamış, daima O’nun huzurunda imiş gibi, ihsan kalitesiyle kulluğuna devam etmiştir.
Onun imrenilecek sosyal, ekonomik, ahlakî, dinî, ilmî yönünün altında yatan sır, şüphesiz ki sufizmin insan yetiştirmedeki kabiliyetinde aranmalıdır. (s.xıı)
Hacı Bayram Veli’nin bulunduğu sosyal çevredeki misyonu, Allah’tan aldığı sevginin itici etkisiyle, bıkmadan yılmadan, bütün bir ömür boyu çaba sarfetmiş, insanları ve dolayısıyla toplumu olgunluğa yükseltmeyi hedef edinmiştir. (s.4)
Hacı Bayram, hac vazifesini ifâ ettiği için ‘Hacı’ ünvanı verilmiştir. İdari ve siyasi bir görev almadığı halde Paşa ünvanını nereden almıştır? Osmanlıların kuruluş döneminde, bir ailenin en büyük oğluna ‘paşa’ lakabı verilirdi. (s.13) Şeyhi Ebu Hamid (Somuncu Baba), ilk defa bir Kurban Bayramı karşılaştığı günün hatırasına "Numan olan adını ‘Bayram’ olarak değiştirmişti. (s.14)
Hacı Bayram Veli’nin maneviyat eğitimini yaptıracağı binayı, bir Hıristiyan tapınağının bitişiğine kurması, onun geniş dini hoşgörüsünün eseri olsa gerektir. (s.23)
Sultan II. Murad, bu büyük veliye sevgisi sebebiyle, müridlerini vergiden affetmişti. Bir mektupla Sultan, ondan hakiki dervişlerle sahtelerini ayırt edip, gerçek müridlerin adlarının merkeze bildirilmesini istedi. Bu büyük olgun insan, sahte ve gerçek müridleri birbirinden ayırabilmek için ince, hakimane bir imtihan hazırladı. Ancak bu imtihan ağır ve oldukça zor bir imtihandı. Hacı Bayram bütün müridlerine Kanlıgöl’de toplanmalarını emretti. İşte bu mevkide, Hacı Bayram Veli’nin bütün müridleri bir pazartesi günü toplandı. Her yer insan kaynıyordu. Namazgahın tam ortasında, büyük bir Yörük çadırı kurulmuştu. Acaba, Hacı Bayram kendilerini nasıl bir imtihandan geçirecekti? Kısa bir bekleyişten sonra, bu insan-ı kamil, müthiş açıklamayı yaptı: ‘Bugün, hanginiz beni daha çok seviyor, onu anlamak istiyorum. Beni sevenler, bu çadırın içine girecek, onları kurban edeceğim.’ Hacı Bayram, hemen atından indi, çadıra girdi. İçeride kellesini verecek hakiki müridleri beklemeye başladı. Önce, içeri bir adam girdi. Ardından, çadırdan dışarı oluk gibi kanlar aktığı görüldü. Ardından bir kadın girdi. Yüne kanlar aktı. Bunu gören kalabalık dehşete kapıldı. ‘Şeyhimiz çıldırdı’ diyerek çabucak orayı terk ettiler. Hacı Bayram, içeri girenleri kesmiş değildi. Geceleyin çadırın içerisine birkaç baş koyun bırakılmıştı. Hacı Bayram, işte o koyunları kesmiş bulunuyordu. Bu büyük aziz, Edirne sarayındaki II. Murad’a bir mektup yazarak, gerçek manada mürid sayısının bir buçuk olduğunu bildirdi.(s.30)
Tasavvuf, yapısı bakımından bu tür istismarlara son derece müsaittir. Her devirde tasavvuf yolunun istismarcıları olmuştur ve ne yazık ki hala da olmaktadır. Bu durumda tasavvufu, Kur’an’ın ruhuna bağlı olan ve bağlı olmayan diye ikiye ayırmak gerek. Gerçek tasavvuf insanları sömürmez, şöhret peşinde değil, insanlara ve bütün mahlukata hizmet peşinde koşar. Tasavvufu gerçek manada yaşayan kişi muma benzer, sürekli verir, almaz. Işıtır ama kendini yer bitirir. Kimseyi kendisinin kölesi kabul etmez. Sevgi ve umut dağıtır, yaralı gönülleri tamir eder, yetmiş iki milletin dilini anlar, yetmiş iki millete tek gözle bakar, başkasını taşır, kendisin başkasına taşıtmaz. İyiliği teşvik eder, kötülükten men eder. Yaşar, yaşatır, sever, sevdirir. (s.30)
Hacı Bayram, Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için, Türkçe eserler yazılmasında, Lemeat ve Gülşen-i Râz gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş, kendisi de halkın anlayacağı dilden, şiirler yazmıştır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram’ın halk ile diyalog kurabileceği Türkçeyi tercih etmesi, belli bir misyona delalet eder. Bu misyon, Anadolu’da dil birliğinin sağlanması, Türk kültürünün hakim olmasıdır. (s.110)
Hacı Bayram Veli’nin dikkat çeken orijinal bir yanı da, müridlerini el emeği ile geçinmeye, toprağa bağlamaya ve sanata yönlendirmesidir. (s.111)
Tarihi ve içtimai açıdan üzerine düşen misyonun bilincinde olan Hacı Bayram Veli, mutasavvıf olarak dünyayı red ve terk yerine, onu imara ve ıslaha yönelmiştir.
Hacı Bayram Veli’yi bu derece üstün kılan şey, bilim ve tasavvufu birleştiren bir sufi olmasıdır. (s.114) Hacı Bayram Veli’nin örnek bir sufi tipini temsil etmesi, etrafında çok sayıda insan toplanmasına ve onların olumlu yönde mesafe kat etmesine sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde, tasavvuf mektepleri, genel olarak, gerçekten faydalı hizmetler vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemindeki yozlaşmalar, Abdulhakim Arvasî’ye ‘tekkeler, zaten kendilerini kapatmışlardı’ dedirtecek boyutlara ulaşmıştı. (s.115)
Abdulkadir Geylanî’ye yüce makamlara nasıl ulaştığı sorulduğunda ‘biz, namaz, oruç, nafile vs. gibi ibadetlerle değil, insanlara hizmet, onlara yardım, onlardan gelen belalara sabırla bu duruma geldik’ cevabını vermesi cidden düşündürücüdür.
Sami Efendi’nin ifade ettiği gibi kalb-i selim (hastalıklarsan, nefsin kirlerinden arınmış kalp) başkasına kötülük ve eza vermemek, başkasının eza ve kötülüğüne de sabretmek. Birincisi kolaydır. İnsan kendisine hakim olabilir, zira iradesi kendi elindedir. Ama, ikincisi çok zor. Zira ondan gelecek olana engel olmak mümkün değil; onun iradesi, sizin iradenizin dışındadır.” (s.116)
25.06.2010

Eserin yazarı, Osmanlıların zor günlerinde Batıdan yükselen dost seslerden biri olan B. Johnstone’dur. Batılı aydınlar İslam dünyasına ve özellikle Türklere, kalın Hıristiyanlık perdesini aralayarak bakabilmiş aydınlardır. ‘Fazilet odur ki düşman dahi takdir etsin’ buyrulur. Her ne kadar bu şahıslara ‘dost’ diyorsak da bu insanlar Hıristiyanlardı ve tamamen ayrı bir dünyanın mensuplarıydı. Bundan dolayıdır ki onların bize bakışları bizi değerlendirmeleri önem arzeder.(vııı)
Johnstone’nin değerlendirmelerinin en kayda değer tarafı, Osmanlı Devleti’nin çatır çatır yıkıldığı, eski değerlerin sarsılmaya başladığı bir dönemde bile dünyaya fazilet dersi verecek kadar sağlam bir topluma sahip olduğumuzu tespit etmesidir.
Şunu da belirtelim ki, gerek Johnstone gerekse diğer birçok Batılı yazar, çoğu zaman Türk derken, Müslümanları; Müslüman derken Türkleri kastediyordu. Johnstone, ‘Türkler’ isimli bu kitabında ırk üstünlüğünden, necip kavimden söz etmiyor, o bedenden çok ruhla, şekilden çok muhteva ile ilgileniyor.(ıx)

Bir Türk’ü tanımak için dış görünüşteki ilk işaret SELAM’dır, sağ ellerini dudaklarına götürüp sonra alınlarına değdirerek verdikleri selamdır. Doğu’da yaygın olan bu selam saygı işaretidir. Bu, selam verdiğini şahsın elini dudaklarınıza götürüp sonra alnınıza koyduğunuz anlamına gelir.(s.5) Türklerde hemen göze çarpan bir diğer özellik de selam verirken son derece ciddi ve terbiyeli olmalarıdır. Saygı ifadesi olan selamın verilmesi esnasında selamı veren şahsın da saygılı olması gereklidir.(s.6)
Evinizde sizinle sohbet eden bir Türk gerekli ayrılma müsaadesi alınca onun ne kadar süratle evinizi terk ettiği dikkatinizi hemen çeker. Bunun sebebi, ev sahibini gereksiz olarak ayakta bekletmenin onlar için kabalık olmasıdır.(s.8)
Eğer, ‘ülkelerin birliği ferde değil aileye bağlıdır’ hükmü doğru ise denebilir ki gerçek anlamda aile kavramı sadece Doğuda vardır.(s.11)
Kesin olan şu ki, değişik seviyelerdeki insanların birbirleriyle münasebetini sağlayan, formüle edilmiş adâb-ı muaşeret, Türk nezaketi diye bir şey ortaya çıkmıştır. Batıda ise sınıf meselesi, insanların iç içe yaşamasını engellemektedir. Türkiye’de toplumu birbirine bağlayan bağın saygı olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Bu nezaket ve saygı ise haremde öğretilen ilk ve en önemli derstir. Böylelikle bu saygı ve vakar Osmanlı karakterinin esasını teşkil ettiği gibi Osmanlı ordusundaki askeri disiplinin sırrını ve bu cemiyeti ayakta tutan bağları da ortaya koyar.(s.12)
Avrupa’da sohbet, bir operada iki kişinin düet yapmalarına benzetilir. Bilindiği gibi düetlerde iki şahıs da hayali bir üçüncü şahsa hikayelerini naklederler: ‘Ben bir şey diyorum, sen başka bir şey söylüyorsun ve biz buna sohbet diyoruz.’ Türkiye’de sohbetin çok kesin şekilleri ve kriterleri vardır. Bunların birini çiğnemek sohbetle ilgili nezaket kurallarına tecavüz olarak algılanır. Sözkonusu kurallar:
1.Birisi konuşurken kesinlikle onun sözünü kesmemek, konuşma uzun da olsa, sizi ilgilendirmese de nezaket, sonuna kadar dinlemenizi gerektirir.
2.Sohbetin ortasında, temel bir mesele konuşurken asla tali bir konuya sapmamak.
3.Bir tartışmanın sonunda, yeni bir konu üzerinde konuşmaya başlamadan önce, kısa ve münasip bir araya fırsat vermek.
4.Herhangi bir insana bildiği bir şeyi anlatmaya kalkışmamak.
5.Yanlış yapan bir kimsenin, yanlışı için mazeret araması.
6.Söylenecek bir şeyiniz yoksa, dilinizi tutmalısınız.(s.17)
Osmanlılar yeryüzünün sadece en nazik insanları değil; aynı zamanda en temiz insanlarıdır. Gerçek şu ki, NEZAKETSİZ NEZAFET HİÇBİR ŞEY İFADE ETMEZ.(s.19) Onlara göre temizliği ihlal etmek, dindarlığı çiğnemek demektir.(s.20)
Onlar fetihlerini şu iki vasıta ile gerçekleştirdiler:
1-Beraberinde getirdikleri siyasi sistemin üstünlüğü ile; bu onların halk yığınları tarafından kurtarıcı olarak selamlamalarını sağladı.
2-Siyasi karakterlerinin üstünlüğü ile.
Siyasi karakterlerinin kaynağının adalet olduğunu söylersek isabet etmiş oluruz. Adalet ve saygı Osmanlı binasının üzerine oturduğu köşe taşlardır.(s.24)
Osmanlı halkı, güneşin altındaki en nazik, en temiz, en saygılı,en disiplinli millettir.(s.26)
İslami sistemde, dinin, siyasetin, kanunların, davranışların ve geleneklerin aynı nizamın değişik ifadeleri olduğunu söylersek gerçeği ifade etmiş, tekrara düşmemiş oluruz. Muhtemelen bu sistemin çekiciliğinin sırlarından biri SADELİK’tir.(s.27)
Yabancı tüccarlara verilen kapitülasyonlar, kendilerinin ticari antlaşmalarla Osmanlılardan kopardıkları haklar, değil; Osmanlıların lütufkarlığından kendilerine verilmiş ihsanlardır. (s.32)
İslami sistem öyle bir sistemdir ki, sadece evrensel gerekliliklere uygun, hikmetli ve faydalı prensipler koymakla yetinmemiş, aynı zamanda önceden düşünülemeyecek ihtimallere göre, gelecek nesillere rehberlik yapacak yorumlama usülleri de koymuştur. (s.38)
Bu kadar mükemmel bir sisteme sahip olduğu halde Türkiye bugünkü acınacak duruma nasıl geldi? Mükemmel de olsa hiçbir sistem kendi varlığını yine kendisi sonsuza kadar garanti edemez. Bunu yapacak olan insanlardır; eğer bu insanlar akıllı değillerse ve baştan çıkmışlarsa sistem rayından çıkar ve yolsuzluğun aracı haline gelir.
Türkiye, keyfi idareden ve yöneticilerin istişare yapmadan kendi başlarına buyruk olmalarından dolayı ızdırap çekmektedir. Aslına bakılırsa, Hz. Muhammed icracı güçler üzerinde kontrol mekanizması kurdu. O, bizzat kendi icraatını istişare ederek, haleflerine, red etmeleri mümkün olmayan bir örnek bıraktı.(s.39)
Şayet yelkeninizi her esen rüzgara karşı tutarsanız pusulanızı kutuya koyup kaldırmanız lazım. (s.42)
Büyük balık, küçük balığı yer, ancak büyük balıkların bir kısım küçük balıkları, diğer bazı küçük balıkların yararına öldürme gibi bir alışkanlığı yoktur. (s.44)
Adalet ve meşruiyet Osmanlı mantalitesinin temeldir. Otorite sahibinin keyfi olarak yayınladığı bir ferman, hele meşruiyet elbisesi giymemişse halk da kadı da böyle bir ferman itaat etmez. (s.62)