“Doğu ile Batı Arasında Bir Yolculuk: Beş Gürcü Seyyahın Seyahatnameleri Üzerine Eleştirel Bir Okuma”
Bu eser, temel olarak XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı topraklarından geçen veya bu coğrafyayı ana güzergâh olarak kullanan beş Gürcü seyyahın kaleme aldığı metinleri bir araya getirmektedir. Bu isimler arasında Sulhan Saba Orbeliani, Timote Gabaşvili, İona Gedevanişvili, Giorgi Avalişvili ve Giorgio Eristavi yer almakta; her biri farklı sosyal, dinî ya da diplomatik bağlamlarda yola çıkan bireyler olarak öne çıkmaktadır. Eser, okuyucuya yalnızca bu kişilerin kaleme aldığı gözlemleri sunmakla kalmaz; aynı zamanda seyahatnamenin bir tarihsel belge olarak taşıdığı anlamı da pekiştirir. Bu yönüyle kitap hem edebiyat hem de tarih sahasında iki yönlü bir katkı sağlar.
Sulhan Saba Orbeliani’nin kalemi, felsefi ve didaktik yönüyle öne çıkar. Onun seyahat notları, yalnızca mekânların tasviriyle sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal yapıya dair çıkarımlar, siyasal düzen hakkında gözlemler ve kültürel benzetmelerle derinlik kazanır. Orbeliani’nin yazılarında, Gürcü edebiyatındaki klasik üslubun izleri görülür; cümlelerin kurgusu, benzetmelerin yoğunluğu ve kavramların işleniş biçimi, okuyucuya edebî bir tat sunar.
Timote Gabaşvili’nin üslubu ise ruhani yoğunluğuyla dikkat çeker. Kudüs ve İstanbul gibi kutsal merkezlerde kaleme aldığı satırlarda, bir hacının iç dünyasını yansıtan coşku ve huşu hissedilir. Betimlemelerinde mekânların dini atmosferini öne çıkarırken, aynı zamanda Osmanlı toplumundaki çok dinli yapıyı da incelikle aktarır. Gabaşvili’nin dili, yalınlık ile derinliği bir araya getirir; okuyucu hem kutsal mekânın manevi ağırlığını hisseder, hem de mimari detaylara dair bilgi edinir. Bu yönüyle onun metinleri, edebî anlatım ile tarihsel gözlem arasında başarılı bir denge kurar.
İona Gedevanişvili ve Giorgi Avalişvili’nin yazılarında diplomatik bir üslup hakimdir. Onların satırları daha çok olay aktarımı, devletler arası temasların kaydı ve sosyal düzenin gözlemleri üzerine kuruludur. Ancak bu durum, metinlerin edebî değerini azaltmaz; aksine gözlemlerin nesnelliği, tarihsel belge niteliğini güçlendirir. Gedevanişvili’nin üslubu resmiyet taşırken, Avalişvili’nin kaleminde yer yer kişisel hayranlık ya da eleştirilerin izleri görünür. Bu farklılık, seyyahların bireysel kişiliklerini ve toplumsal rollerini satırlara yansıtır.
Giorgio Eristavi ise eser içinde edebiyatla en doğrudan ilişki kuran seyyah olarak öne çıkar. Onun kaleminde, mekânlar yalnızca fiziki özellikleriyle değil, ruhlarıyla birlikte aktarılır. İstanbul sokakları, Ayasofya’nın ihtişamı ya da Kahire’nin dar sokakları, yalnızca tasvir edilmez; aynı zamanda bir ressamın fırçasından çıkan canlı tablolar gibi gözler önüne serilir. Eristavi’nin üslubu, betimlemelerdeki yoğun imgeler ve gözlem gücü sayesinde, kitabın edebî boyutunu en güçlü kılan örneklerdendir.
Tüm bu üslupların Türkçe’ye aktarılması sürecinde Harun Çimke’nin çeviri başarısı dikkat çekicidir. Çimke, metinlerin ruhunu korumayı, çeviride sadakat ve akıcılığı dengelemeyi başarmıştır. Çeviri dili ne yapay bir resmiyet taşır ne de aşırı bir gündelikleşmeye sapar. Bu sayede okuyucu, seyyahların özgün seslerini duyabilme imkânına sahip olur. Ayrıca çeviride kullanılan kelime seçimleri, dönemin ruhunu koruyacak biçimde özenle seçilmiştir. Bazı kavramların dipnotlarla açıklanması, özellikle tarihsel bağlamı bilmeyen okuyucular için yönlendirici bir işlev görür.
Çimke’nin çalışmasının en önemli yönlerinden biri de metinlerin akıcılığını bozmadan akademik güvenilirliği muhafaza etmesidir. Zira seyahatnameler hem akademisyenler hem de genel okuyucu için farklı anlamlar taşır. Akademisyen, metinde tarihsel ayrıntıları, diplomatik göndermeleri ya da sosyal dokunun izlerini ararken, genel okuyucu daha çok anlatının akışına ve betimlemelerin cazibesine ilgi gösterir. Çimke’nin çeviri dili, her iki beklentiyi de karşılayacak bir denge noktası sunar.
Batılı seyyahların kaleme aldığı eserlerde genellikle “Doğu’nun egzotikliği” vurgulanırken, Osmanlı tebaasına mensup Müslüman veya gayrimüslim seyyahların yazdıkları daha içkin bir gözlem niteliği taşır. Gürcü seyyahların eserleri ise bu iki eğilim arasında kendine özgü bir yerde durur. Zira Gürcistan, Osmanlı ile siyasi, kültürel ve dini temasları güçlü bir coğrafyadır; aynı zamanda Avrupa ile olan bağları da güçlüdür. Dolayısıyla Gürcü seyyahların metinleri, Doğu ile Batı arasında geçişken bir perspektif sunar.
Batılı seyyahların anlatıları çoğunlukla Osmanlı toplumunu “öteki”leştiren bir üslup içerir. Edward Said’in “Oryantalizm” kavramı bu bağlamda açıklayıcıdır: Doğu, Batı’nın zihninde farklı, egzotik, bazen hayranlık uyandırıcı ama çoğu zaman geri kalmış olarak tasvir edilir. Oysa Gürcü seyyahların satırlarında, Osmanlı toprakları aynı zamanda ortak bir tarihsel kaderin, komşuluğun ve kültürel etkileşimin mekânı olarak yer alır. Gabaşvili’nin Kudüs anlatılarında olduğu gibi, Osmanlı dini hoşgörüsünün altı çizilir; Orbeliani’nin gözlemlerinde şehir dokusuna dair betimlemeler hayranlıkla aktarılır. Bu noktada Gürcü seyyahların yaklaşımı, Batılı gezginlerin küçümseyici ya da abartılı tavırlarından farklıdır.
Osmanlı tebaası olan bir Müslüman seyyah, toplumun işleyişine içeriden bakarken çoğu zaman eleştirel mesafesini kaybeder. Oysa Gürcü seyyahlar, Osmanlı toplumuna yabancı olmadıkları hâlde, yine de dışarıdan bir gözlemci olmanın avantajıyla ayrıntıları daha tarafsız kaydedebilirler. Örneğin, Giorgi Avalişvili’nin diplomatik görevler vesilesiyle kaleme aldığı gözlemler, Osmanlı bürokrasisine içeriden bir memurun göremeyeceği türden bir mesafe ile yaklaşır. Bu durum, metinlerin tarihsel güvenilirliğini artıran bir unsurdur.
Öncelikle, Osmanlı araştırmaları açısından bakıldığında kitap, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı coğrafyasının sosyal, kültürel ve mimari dokusuna ışık tutan nadir kaynaklardan biridir. Gürcü seyyahların aktardığı ayrıntılar, Osmanlı toplumunun gündelik yaşam pratiklerinden dinî ritüellere, şehirlerin fiziki yapısından diplomatik işleyişe kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Özellikle Timote Gabaşvili’nin Kudüs ve İstanbul tasvirleri, kutsal mekânların hem dini hem de mimari yönlerini bir arada sunarak günümüzde artık kaybolmuş ya da değişime uğramış mekânlar hakkında birincil elden bilgi verir. Bu noktada eser, Osmanlı tarih yazımında yeni bir perspektif açar.
İkinci olarak, eser Gürcü kültür tarihi açısından büyük önem taşır. Zira Gürcü edebiyatında seyahatname türü Batılı ya da Osmanlı örnekleri kadar yaygın değildir. Bu nedenle Orbeliani, Gabaşvili, Gedevanişvili, Avalişvili ve Eristavi gibi isimlerin metinlerinin gün yüzüne çıkarılması, Gürcü edebiyatının çeşitliliğini göstermesi bakımından kıymetlidir. Gürcistan’ın Osmanlı ile tarih boyunca kurduğu komşuluk ilişkisi, bu metinlerde canlı bir biçimde hissedilir. Bu da Gürcü kimliğinin yalnızca ulusal sınırlar içinde değil, bölgesel ve uluslararası etkileşimler çerçevesinde de şekillendiğini ortaya koyar. Ayrıca Harun Çimke’nin çevirisi sayesinde bu metinler, Gürcü edebiyatının Türkiye’de daha görünür hâle gelmesine katkıda bulunmuştur.
Üçüncü olarak, kitap edebiyat ve tarih dışındaki disiplinlere de veri sağlayabilecek niteliktedir. Mimarlık tarihi açısından düşünüldüğünde, seyahatnamelerde geçen yapı tasvirleri, artık günümüzde var olmayan cami, kilise ya da sarayların konumunu ve görünümünü anlamada araştırmacılara ipuçları sunar. Sosyoloji ve antropoloji açısından bakıldığında ise metinlerdeki toplumsal ritüeller, gündelik yaşam pratikleri ve kültürel alışkanlıklar, halkın sosyal davranışlarını ve toplumsal normları ortaya koyar. Dolayısıyla eser, çok katmanlı bir veri kaynağıdır.
Ayrıca kitabın katkılarından biri de Gürcü seyyahların metinlerinin daha önce Türkçeye kazandırılmamış olmasıdır. Bu yönüyle eser, literatürdeki önemli bir boşluğu doldurmaktadır.
Bununla birlikte, eleştirel bakışın gereği olarak bazı eksikliklerden de söz etmek mümkündür. Öncelikle, metinlerin bir araya getirilişinde kapsamlı bir mukayeseli giriş yazısının daha geniş tutulması eserin bütünlüğünü güçlendirebilirdi. Çimke’nin çalışması bu açıdan yeterli bir çerçeve sunsa da seyahatnamelerin birbirleriyle karşılaştırıldığı daha uzun bir analitik bölüm okuyucuya daha derin bir perspektif kazandırabilirdi. Özellikle Osmanlı ve Avrupa toprakları hakkındaki gözlemlerin tematik açıdan sınıflandırılması (örneğin mimari, toplumsal yaşam, dinî ritüeller, diplomasi başlıkları altında) eserin sistematiğini daha güçlü kılabilirdi.
Bir diğer eleştiri noktası, seyahatnamelerin bazı yerlerinde tarihsel bağlamın yeterince açılmamış olmasıdır. Örneğin, dönemin Osmanlı siyasetindeki gelişmeler veya Avrupa’da yaşanan siyasi dönüşümler hakkında daha fazla arka plan bilgisi verilseydi, okuyucu seyyahların gözlemlerini daha net bir çerçevede değerlendirebilirdi. Bu eksiklik kitabın değerini azaltmasa da özellikle akademik okuyucu açısından daha zengin bir bağlam sunulabilirdi.
Ayrıca, kitabın görsel malzeme ile desteklenmemiş olması da dikkat çekici bir noktadır. Seyahatnameler çoğu zaman mekân betimlemeleri içerdiği için haritalar, gravürler veya dönemin mimari fotoğraflarıyla desteklendiğinde daha somut bir okuma deneyimi sağlanabilirdi. Bu tür ekler, kitabı yalnızca yazılı bir kaynak değil, aynı zamanda görsel bir tarih atlası haline getirebilirdi. Ancak bu eksiklik, eserin temel amacını gölgelemez; daha çok sonraki baskılar için bir öneri olarak değerlendirilebilir.
Tüm bu eleştirel noktalar göz önünde bulundurulduğunda, kitabın edebî ve akademik katkılarının çok daha ağır bastığı söylenmelidir. Çimke’nin çeviri başarısı, seyyahların özgün üsluplarının korunması ve seyahatnamelerin bir araya getirilmesi, eseri hem araştırmacılar hem de genel okuyucular için vazgeçilmez kılar. Kitabın eksiklikleri, daha çok geliştirilmesi mümkün olan alanlara işaret eder; fakat bu durum eserin değerini azaltmaz, bilakis ileride yapılabilecek yeni çalışmalar için yol gösterici niteliktedir.