Onaylı Yorumlar

Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
18 Kasım 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Türk Tarihinde Türkmenler
Türk tarihi üzerine yapılan bilimsel çalışmalara bakıldığında önemli bir kısmının makalelerden mürekkep olduğu görülür. Bu bilimsel külliyatın mühim bir bölümünün ise yabancılar tarafından kaleme alındığı yadsınamaz. Fakat bu birbirinden önemli çalışmaların çok az bir oranının dilimize çevrildiği gözden kaçmaz. Uzun yıllar akademik olarak belirli bir konu üzerinde dirsek çürütenler dahi çalışmalarını nihayete erdirirken Türkçeye kısmen çevirdikleri makaleleri bilim dünyasıyla paylaşmazlar. Ama bunun istisnası yok denilemez. Resul Kürşat Şahsi Türkmenler üzerine çalışırken literatürde önemli yer kaplayan makaleleri dilimize çevirerek, tarih disiplini için önemli bir eseri dilimize kazandırır.

Türk tarihi üzerine kısa bakış atıldığında Türkmenlerin tarihimizdeki ehemmiyetli yeri ilk bakışta anlaşılır. Çin Seddi’nden Anadolu’ya kadar uzanan farklı boy ve kabile isimleriyle tarihte yer eden bu kalabalık insan grubunun siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi vb. etkileri ise halen tam manasıyla deşifre edilmiş değildir. Bazen emsaline az rastlanır, alanında tek ve özgün olarak nitelendirilebilecek çalışmaların dahi dilimize tercüme edilmediği bir dönemde kaleme alınmış mühim makaleleri fark eden müellif bu yöndeki eksikliği gidermek kastıyla Türkmenler hakkındaki on makaleyi dilimize kazandırmıştır.

Makalelere ana hatlarıyla bakıldığında spesifik konulara yönelimin olduğu fark edilir. Özel bilgi konusunda detaylı açılım beklentisinde olanların bilimsel ihtiyacına bazı makalelerin değil; daha detaylı tasarlanmış kitapların bile cevap verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu açıdan düşünüldüğünde belirli konular üzerine yoğunlaşmış ve fazla ayrıntı barındıran makaleler daha ufuk açıcıdır. İlmi kaygısı olan okuru doyuran bu spesifik odaklanmayla birlikte ortaya koyulan özgün yapının tekraren ulaşılabilecek bir unsur olduğu da şüphelidir. Bilim dünyasına ifşa edilen ve yeni bir teorik söylemi ön plana çıkaran bu yaklaşımın da birçok çalışmayı çağının ötesine taşıdığı görülür. Bu nedenle eserde tercüme edilen bazı makalelerin yazımından bu yana onlarca yıl geçmesine karşın taşıdığı kıymetin azalmadığı fark edilir.

Özgünlüğün öncelendiği, emsallerinin oluşturulmasının belirli bir güçlüğü de beraberinde getirdiği bazı makalelerin bu nedenle yüksek önemi haizdir. Misal geçmişteki kabile ve boy yapısının ya da sosyal özelliklerin zamanla aşındığı, ekseriyetle metamorfoza uğradığı bir dönem düşünülürse araştırmacıların başarısı daha iyi anlaşılır. Kırsal yaşamın şehirleşmeyle etkisini yitirmesiyle beraber bazı insan gruplarını geçmişteki özellikleriyle değerlendirmek artık pek mümkün değildir. Farklılaşan boy ve kabile yapılarıyla beraber kendine has karakterleri bulunan bazı insan gruplarının günümüzde tamamen kaybolduğu hesap edilirse, çalışmaların müstesnalığı daha iyi anlaşılır.

Sosyal özelliklerden bahsetmişken makalelerin içtimai merkezin çevresine yerleşen konulardan seçildiği dikkatten kaçmaz. Asya denildiği zaman ilk akla gelen göçebelik mevzuu ise Türkmenlerin özelinde detaylı bir biçimde makalelere konu edilir. Asya menşeili Türkmen gruplarının göçebe ve yerleşiklik mevzusunun sosyal yönüne ilişkin anlatım ise birçok yeni bilginin temayüz etmesinin önünü açar. Misal kendi siyasi örgütlenmeleri içinde anlamlı bir düzenle yerleşen Yomut Türkmen boylarının organizasyonuna dair anlatılanları her yerde bulmaya imkan yoktur. Yine bozkır yaşamını deşifre edecek tespitlerin ehil ellerle yetkin bir biçimde yapılması, günümüze değin uzanan yanlış algıların yıkılmasını sağlar. Bozkır yaşamına ve kültürüne hor bakışları çürüten bu satırların sosyal açıdan küçümsenen bir topluluğun gerçek manada ne kadar güçlü olduğu gerçeğini okurun karşına çıkarır.

Bir sosyal grup üzerinde tespitler yapılacaksa bunun dışarıdan sadece eldeki yazılı kaynaklar üzerinden etütle yapılması, değerlendirmeleri kimi zaman geçersiz ve mesnetsiz hale getirir. Oysaki Türkmenler üzerinde kalem oynatan makale yazarları uzun süre Türkmenler arasında kalarak gözlemlerini yansıtırlar. Gözlemle birleşen ilmi tespitin tarih disiplininin laboratuvarına yapılan ziyaret olduğunu kabul etmek gerekir. Böylelikle sadece tarih için değil, sosyoloji için de önemli bilgiler ortaya çıkar ki eserin akademik kapsamı bu sayede daha da genişler. Üstelik eldeki deliller kanıtlanabilirlik açısından daha güçlü bir referans statüsüne yükselir.

Göçebelik ve yerleşiklik, bilim camiasında çok işlenen bir konu olmakla birlikte bu konunun alt başlıkları altına girebilecek bazı mevzular vardır ki öyle her zaman araştırmacıların ilgisini çekmez. Bazen tek satır ve paragrafla geçilen bazı bilgilendirmeler kendi içinde açımlandığında başka bir dünya okur önünde arzı endam eder. Misal P. A. Andrews’in “ Horasan’ın Beyaz Evleri” makalesinde görülen budur. Göçebelerin barınakları olan çadırların Türkçede derme-çatma ikilemesiyle ifade edildiği malumdur. Fakat Türkmen çadırının dışarıdan görüldüğü gibi derme-çatma basit bir barınak olmadığı Andrews’in detaylı makalesi sayesinde açığa çıkar. Ayrıntılı bilgilendirmeler sayesinde mimari bir şaheser seviyesine yükselen bu çadırlar hakkındaki emsalsiz bilgilendirmeler ile göçebe kültürünün üstün yönleri görünür kılınır. Böylelikle eski kaynaklarda geçen göçebelerin yerleşikleri yerdiği anlatılar manidar hale gelir. Zira çadır yapmak ve onun transferini sağlamak altından kalkılması zor işlerdir. Ayrıca ilgili makalenin resimlerle desteklenmesi çadır yapımının aşamalarını adeta seyirlik bir belgesele dönüştürür.

Her ne kadar ağırlıkla sosyal meseleleri içeren makaleler çevirmen tarafından derlenmişse de bölgenin siyasi yapısının ahvalini gösteren çalışmalar da eserdeki yerini alır. Bölgenin İngiltere ve Rusya arasında emperyal paylaşım alanı olmasından mütevellit ortaya çıkan sorunlarla beraber, bölgeyi sömürmeye hazırlanan güçlü siyasi yapılara karşı Türkmenlerin gösterdiği direnç farklı makalelerle ele alınır. Türkmenlerin bağımsızlık anlayışının baskın olmasına karşın tüfeğin kılıca galip gelmesinin hikayesi ise Hernan Cortes’in Meksika işgalini akla getirir. Misal Ron Sela’nın “Rusların Hive’yi İşgali ve Yomut Türkmenlerinin Katliamı” makalesinde, tanıklıklara da yer verdiği için, emperyalizmin maskesinin indirildiği görülür. Misal Yomut Türkmenlerinin bu söylemi durumu izah etmeye muktedirdir: “Eğer Ruslarla karşılaşacak olursak onları kılıçlarımızla karşılamamız evladır. Yaşlı kadınlarımız ve çocuklarımız boğazlandıktan sonra Rusya'ya isyan etmek bizim için mecburiyettir. Dünyada böyle bir hayat sürmektense ölmek daha iyidir." (s.268)

Günümüzde yüzünü Türk tarihinin doğusuna yani Türkistan’a çeviren araştırmacıların ilk aşamada oryantalistlerin yazdığı kaynaklara yöneldiğine şüphe yoktur. Çağın gerisinde kalan bu kaynaklar her ne kadar eskidiyse de değerlerinden bir şey kaybettikleri tartışılır. Bu tarz kaynaklar ilk başvuru kaynağı hükmünde olmalarına rağmen tamamının Türkçeye kazandırıldığı söylenemez. Bununla birlikte geçtiğimiz yüzyıl içinde birçok bilim adamı 18. yüzyılda hız kazanan Şark’ı çözümleme işini devam ettirerek durmaksızın bölgeye dair birçok çalışma kaleme alırlar. Öyle ki bunların Türkçeye kazandırılması için enstitülerin kurulması bile düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında her türlü çeviri faaliyetinin Türk tarihinin aydınlatılmasında önemli bir aşama olacağı aşikardır. Ayrıca makalelerin tercümesinin onların referans olarak kullanımlarını arttırmakla birlikte benzer çalışmaların yapılması hususunda Türk araştırmacıları da motive eder.

Sonuçta, Türklerin büyük bir tarihi ve geniş coğrafyaları olduğu malumdur. Ama bu büyük coğrafya ve tarihin hakkının tam manasıyla verildiği şaibelidir. Asya’nın en doğusundan batısına doğru uzanan bu hikayenin gerçekleştiği kompartımanlardan biri terkedilip batıya doğru her geçildiğinde doğuda kalan unutulmuş gibi bir algıyla tarihe yaklaşmak köklerin unutulmasına ve kurumasına neden olur. Yabancılaşmanın önüne geçmek için dönemin tüm kaynaklarına hakimiyet ve bütüncül bir değerlendirme şarttır. Bu nedenle Türk coğrafyasındaki her birim tam tekmil bütün unsurlarıyla beraber irdelenmeli kayda alınmalıdır. Bu minvalde bizi bize anlatma iddiasına sahip her yabancı metin dilimize kazandırmalıdır. Oluşan külliyata ne kadar hakim olursak, bu yönde ne kadar çaba sarf edersek, Türk tarihine ve kültürüne o oranda hizmet etmiş oluruz. Şahsi’nin çevirdiği on makale bu yüzden dikkatten kaçırılmamalıdır.
Yanıtla
0
0
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
17 Kasım 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
“Harry Potter ve Felsefe Taşı” Üzerine: Sihirli Bir Başlangıç
J.K. Rowling’in kaleme aldığı “Harry Potter ve Felsefe Taşı”, milyonlarca okuru etkileyen edebî serüvenin ilk adımıdır. Bu kitap, hem hayal gücüyle hem de alt metinleriyle okuru içine dahil eden zengin bir dünyanın kapılarını aralar. Sihir, dostluk, cesaret ve aidiyet gibi evrensel temalar, sade ve etkileyici bir dille işlenir. Okur, daha ilk sayfalardan itibaren alışılmış dünyanın dışına taşar ve bambaşka bir gerçekliğin içine adım atar. Kitabın en çarpıcı yönlerinden biri, yazarın kurguladığı büyücü dünyasının detaylı ve tutarlı yapısıdır. Rowling’in hayal gücü; karakterlerden mekânlara, okul sisteminden büyü kurallarına kadar incelikle örülmüş bir evren yaratmıştır. Okur, sanki gerçekten var olan bir dünyanın penceresinden bakıyormuş hissine kapılır. Bu başarı, yalnızca olay örgüsünden değil; yazarın dili kullanmadaki ustalığından, atmosfer yaratma yeteneğinden ve karakterlerinin psikolojik derinliğinden kaynaklanır.

Başkahramanın bakış açısıyla sunulan bu anlatı, çocukların gözünden adaleti, cesareti, yalnızlığı ve arkadaşlığı sorgulama fırsatı verir. Yazar, karakterler aracılığıyla çocukluk döneminin evrensel duygularını yansıtırken, okuru eğlendirmenin yanında düşündürmeyi de başarır. Zorbalık, dışlanmışlık, farklılık ve kabul görme arzusu gibi konular ustalıkla satır aralarında işlenmiştir. Her yaştan okurun kitaba bağlanabilmesini sağlayan önemli etkenlerden biri de karakterlerin gerçekçiliğidir. Her biri özgün niteliklerle donatılmış karakterler, yalnızca iyi-kötü ayrımıyla değil, karmaşık içsel çatışmalarıyla da dikkat çeker. Bu da onları karikatür olmaktan çıkarıp canlı ve inandırıcı bireyler hâline getirir. Ana karakterin büyüme ve öğrenme süreci, birçok genç okur için aynı zamanda bir özdeşleşme alanı oluşturur. Yalnızca bir "büyücülük okulu" teması değil; aynı zamanda aile, aidiyet ve kimlik üzerine de kurulu bir anlatı söz konusudur. Kahramanımızın büyüme yolculuğu, fiziksel bir değişim kadar içsel bir uyanışı da içerir. Bu yönüyle “Harry Potter ve Felsefe Taşı”, fantastik bir macera sunarken aynı zamanda derinlikli bir gelişim romanı olmayı da başarır. Yazarın mizah anlayışı da kitabın değerini artıran bir unsurdur.

Okul yaşamı, sınavlar, arkadaşlık ilişkileri ve gizemli olaylar üzerinden ilerleyen kurgu; merakı sürekli canlı tutar. Kitapta birçok sır vardır ama yazar bu sırları açık etmeye acele etmez. Okur, karakterlerle birlikte öğrenir, birlikte şaşırır. Bu yapı, kitabın temposunu başarılı biçimde dengeler. Serinin ilk kitabı olmasına rağmen Felsefe Taşı, başlı başına anlamlı ve okuma zevki yaşatan bir yapıdadır. Bu ilk eser, sağlam temelleriyle serinin bütününe rehberlik eder. Kurgusal dünyanın kuralları, karakterlerin geçmişleri ve ilişkilerinin temelleri bu kitapta atılır.

“Harry Potter ve Felsefe Taşı”, yalnızca fantastik edebiyat sevenler için değil, iyi kurgulanmış bir hikâyeye açık olan herkes için etkileyici başlangıçtır. Neşeli anlarla hüzünlü duygular, gizemle mizah, dostlukla mücadele aynı anda var olur. Bu da kitabı yıllar boyu okunmaya ve üzerine düşünülmeye değer bir eser hâline getirir.

Sonuç olarak; Felsefe Taşı, yalnızca bir hikâyenin başlangıcı değil, aynı zamanda bambaşka bir okuma deneyiminin davetiyesidir. İçindeki sihri sadece asalar ya da büyüler değil, anlatılan duygular ve kurulan bağlar da oluşturur. Okura sadece başka bir dünyanın kapısını açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi iç dünyasını da yeniden keşfetme fırsatı sunar.
Yanıtla
0
0
Destekliyorum 
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
27 Ekim 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Kurumların Güven İnşa Etmesi
Kurumlara niçin güvenmiyoruz, güvenemiyoruz sorusunun cevabını yer yer akademik incelemeler, yer yer de gerçek örnekler üzerinden anlatan bir kitap. Devlet teorileri, devletin ortaya çıkışı, devlet-insan ilişkisi üzerine merak duyan bir şeyler öğrenmek isteyen herkesin okuyabileceği bir kitap.

Yazılış dili akıcı, okuması kolay bir kitap. Fazla detay ve akademik dil kullanmadığı için sıkılmıyorsunuz. Hatta bazı yerlerde bir sonraki bölümü merak ettiğiniz dahi oluyor. Zaten devlet, yönetim şekilleri, kurumlar, kurumsal güven ve algı gibi konulara ilgi duyuyorsanız bu kitabı okumaktan da keyif alırsınız.

Kitabın anlatım şeklini sevdim. Tabii ki devlet teorisi ve kurumların yapısı hakkında aşırı detaylı bilgiler aktarmıyor. Bu kitabı okuduktan sonra merak ederseniz daron acemoğlunun kitaplarına bakabilirsiniz. Ya da en temelden başlamak isterseniz Platon'un devlet kitabıyla alana giriş yapıp oradan da detay kısımları öğrenmek için başka yazarlara geçiş yapabilirsiniz.

Günümüzde kurumların güvenilir olma durumu oldukça farklılaşmış, neredeyse devletlerin yerini büyük şirketler almıştır. Bu durumda devlet kurumlarının güvenilirliği bir yana artık tüm kişisel verilerimizi ellerinde bulunduran şirketlerin de ne kadar güvenilir olduğu tartışılmaktadır. Dolayısıyla kitap belki sizde bu konuya da ilgi uyandırabilir.
Yanıtla
1
0
Destekliyorum  1
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
24 Ekim 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Farklı Bir Yerden Bakmak : Suyun Üzerindeki Tarih
Dünyanın XVI. yüzyılı sadece denizlerin keşfiyle değil, aynı zamanda düşünce alanında da çalkantılı bir yeniden yapılanmanın yüzyılıdır. Edward Wilson-Lee'nin bu eseri de bu dönemin merkezinde yer alan Damiao de Gois ve Luis de Camoes karakterleri üzerinden düşünmeye davet ediyor. Bu davet, okuyucuyu erken modern dönemin epistemolojik ve politik sınırlarını yeniden değerlendirmeye sevk ediyor. Bu eser, biyografi ile dünya tarihi, arşivle anlatı, şiirle siyaset arasında kurduğu geçişken yapı sayesinde yalnızca bir anlatı değil, metodolojik bir öneri de sunuyor.

Wilson-Lee, karakterleri yalnızca yaşamlarıyla değil, temsil ettikleri dünya görüşleriyle de mukayese eder. Bilhassa, Damiao de Gois'un izlerini ararken, farklı halkların anlatılarına da yer verilmesi, onun tarihçiliğinin çok sesli bir karakter taşıdığını gösteriyor. Bu çokseslilik, Batı dışı kültürleri nesneleştirmeyen bir bilgi yapısına işaret eder. Eserde;

"...başka yerlerdeki insanların tanrıları, kahramanları, yaşamları ve düşünceleri hakkında bir bilgi selinin de önünü açtı; bir anlığına tüm dünya birbirine akacakmış gibi olmuştur belki de." (s.15)

Eserin başında, de Gois'in 1574'teki şüpheli ölümünün detaylarına yer veriliyor. Wilson-Lee, bu olayı "tarihi gizem" olarak değerlendiriyor. Bu giriş, okuyucuya iki farklı tarihsel tutumun -çoğulculuk ve milliyetçilik- yaşam sonuçlarını gösterirken; de Gois'in özgürlük tutkusu ölümle sonuçlanırken, Camoes'i de olağanüstü bir şöhrete kavuşturdu.

Wilson-Lee, eserinde yalnızca tarihsel bir biyografi değil, aynı zamanda Rönesans zamanının bilgi üretimi, kimlik inşası ve iktidar ilişkilerine dair derin bir sorgulamadı. Damiao de Gois ile Luis de Camoes'in kesişen yaşam öykülerini merkeze alarak, Avrupa'nın keşifler çağını bir "keşfedemeyiş" hikayesine dönüştürür. Yazar, de Gois'un engizisyon karşısındaki trajik çöküşünü ve Camoes'in Lusiadlar destanıyla şekillenen ulusal kimlik anlatımını paralel bir şekilde işliyor. Bu ikili yapı, Rönesans'ın yalnızca sanatsal bir uyanış değil, aynı zamanda düşüncenin disipline edildiği bir dönem olduğunu gösterir. Gois'un serbest düşünce arayışı, Avrupa'nın hoşgörülü mitiyle çelişirken; Camoes'in destanı, bu çelişkinin edebi biçime bürünmüş halidir.

Wilson-Lee, arşiv belgeleri, seyahat kayıtları ve çağın entelektüel ağlarını titizlikle inceleyerek, Rönesans'ın "merkez"inden "çevre"ye yönelen bir tarih anlatısı kurar. Bu anlatıda su metaforu, hem sürekliliği hem de unutuluşu temsil eder. Tarih, su gibi akışkandır; kim ne anlatıyorsa onun ellerinde yeniden biçimlenir. Yazar bu nedenle "keşif"i coğrafi bir hadiseden çok, epistemolojik bir süreç olarak ele alır. Eserin en çarpıcı katkısı, "keşif çağı"nı Avrupa-merkezci tarih anlatısının dışına taşırmasıdır. Wilson-Lee, Portekiz örneği üzerinden Batı'nın kendi dışındaki dünyaları anlamakta nasıl başarısız olduğunu gösterir. Bu açıdan Suyun Üzerindeki Tarih, tarih yazımı, kültürel bellek ve entelektüel özgürlük konularını kesiştiren disiplinlerarası bir çalışma örneğidir.

Netice olarak, Wilson-Lee'nin eseri tarihsel biyografi ile düşünce tarihini birleştiren özgün bir eserdir. Rönesans'ı yeniden yorumlarken, geçmişin bugünkü bilgi rejimleriyle olan ilişkisini de tartışmaya açar. Böylece bu eser, sadece tarihçiler için değil, edebiyat, felsefe ve kültürel çalışmalarla ilgilenenler için de zengin bir referans kaynağı olma özelliğini taşır. İncelemeyi bahane ile, bu değerli eseri dilimize kazandırarak bu başarılı aktarıma katkı sağlayan Kadir Annak'a teşekkürlerimi ve tebriklerimi sunuyorum. Bir teşekkür ve tebrik de eseri yayınlama ve bizlere ulaştırma yükünü omuzlayan Selenge Yayınları’na diyerek daha nice kaliteli yayınlar diliyorum...
Yanıtla
1
0
Destekliyorum  1
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
23 Ekim 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Haşhaşilerin Gizli Kalmış Yönleri
Hasan Taşkıran’ın “Selçuklu Devletlerinde Suikastlar” adlı kitabı, özellikle Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu dönemlerinde işlenen siyasi suikastları tarihsel belgeler ışığında ele alan, akademik yönü güçlü bir eserdir. Kitap, klasik Selçuklu tarihinden farklı olarak doğrudan suikast olgusu üzerine yoğunlaşıyor. Yani saray entrikaları, taht mücadeleleri ve özellikle Haşhaşîler (Nizârî İsmailîler) tarafından gerçekleştirilen suikastlar detaylı şekilde inceleniyor. Hasan Sabbah’ın kurduğu bu örgüt, Selçuklu vezirlerinden Nizâmülmülk başta olmak üzere birçok devlet adamını hedef almıştır. Kitapta, bu suikastlerin yalnızca bireysel değil, siyasi istikrarsızlık yaratma amaçlı olduğu vurgulanır. Buna ilaveten sadece Haşhaşîler değil, Selçuklu sarayındaki taht kavgaları, melikler arası mücadeleler ve kardeş çatışmaları sonucunda gerçekleşen suikastlar da anlatılır. Bu yönüyle kitap, dönemin iç siyasi yapısını da açığa çıkartır. Selçuklu tarihine ilgi duyanlar, Haşhaşîler ve Hasan Sabbah dönemiyle ilgilenenler için her sayfası özgün ve bilgi dolu bir eser.





Yanıtla
1
0
Destekliyorum  1
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
10 Ekim 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Her Adım Büyük Bir Yol
Ahmet Şerif İzgören, birçok kişinin kişisel gelişim videolarında da karşısına çıktığı başarılı bir kişiliktir...

İzgören, aynı videolarında olduğu gibi, yazmış olduğu bu kitapta okuyucusuna başarının sırlarını örneklerle anlatmakta... Kitap kapağında da görüldüğü gibi "emek, bilgi, iş kalitesi, girişimcilik, planlama, ekip, etik, eylem ve tutku" başlıklarıyla ayrı bir konuya ışık tutuyor.

Hani insan bir iş planını hayata geçirmek için ufak bir kıvılcım bekler ya, işte bu kıvılcımı fazlasıyla sağlayan başarılı bir kitap...

Gaza getirmek mi evet...

Moral vermek mi evet...

Nereden başlamalıyım sorusuna bu kitapta yanıt bulabilirsiniz. Girişimcilik veya kazanç planı hakkında aklınızdaki şüpheleri yok ettirecek başarılı bir içeriğe sahip. Satırlar arasında göz gezdirdiğinizde bile, kitabın uzun soluklu bir araştırmanın sonucu olduğu daha net anlaşılıyor. Hatta kitap baştan sona altı çizilecek sözlerle dolu. Sade, kolay ve anlaşılır bir dille yazılmış bu kitabın sohbet edasıyla ilerleyen satırlarında gaza gelmemek mümkün değil...

Kişisel gelişim kitaplarına meraklıyım ve başarı elde etmek istiyorum diyorsanız, bu kitabı keyifle okuyacağınıza eminim...

Şimdiden keyifli okumalar...
Yanıtla
1
0
Destekliyorum  1
Bildir
Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
30 Eylül 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Bir Türk Yurdu: Maveraünnehir
Dünya tarihinin meşhur medeniyet havzaları vardır. Misal Mısır’ı besleyen Nil’in havzası ve Mezopotamya’ya can veren Fırat-Dicle havzası birçok medeniyetin ortaya çıktığı, geliştiği ve dünya tarihine şekil verdiği coğrafi bölgeler olarak tarih kitaplarındaki yerlerini alırlar. Bu önemli nehir yataklarına üçüncü olarak eklenebilecek birisi vardır ki Türk tarihi için önemi tartışılmazdır. Asya’nın iki önemli arteri misali kıtanın kalpgahından çıkarak en ücra yerlerine uzanan Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin meydana getirdiği bu büyük havza tarihin ilk dönemlerinden itibaren Türklükle çağlayarak Türk tarihinin teşekkül safhasının merkezine yerleşir. Dolayısıyla tarih boyu öneminden bir şey kaybetmeyen bu bölgenin Türk bilim camiasınca iyi bilinmesi zaruret halini alır.

Sinan Şahin de araştırmalarını Seyhun ve Ceyhun denilince akla ilk gelen, nehrin ötesi manasına gelen, Maveraünnehir bölgesine yoğunlaştırır. Her araştırma bir eksikliği gidermek kastıyla yapılır. Görülen hata, yanlış algı veya olumsuzluk araştırmacının uykularını kaçıracak raddeye varır. Bilim dünyasına ilan edilen her tezin geçerli bilgi şeklini alabilmesi için yanlışların önüne set çekilmesi şarttır. Şahin, bilim dünyasına tezini sunmadan evvel, Maveraünnehir hakkında yapılan çalışmalara baktığında bölgenin İran ya da Hint-Avrupa menşeili kültürel etkinlik sahası içinde anıldığına şahit olur. Türk tarih ve kültür yapılanmasının antitezi olan bu yanlış anlayışın yıkılması için müellif, Maveraünnehir’in sosyal ve idari yapısı üzerine araştırmalarını yoğunlaştırarak bölgede izi silinmesi mümkün olmayan Türk damgasını belirgin kılar.

İnsan hiç şüphesiz ki yaşadığı coğrafyayı değiştirir ve dönüştürür. Bu etkileşimin etnik bir ize şayan olması ise bilinen bir sonuçtur. Bu yüzden ilk aşamada bir coğrafyayı anlatan kaynakların ışığında bölgedeki izlerin nasıl yorumlanması gerekliliği üzerinde durulur. Tarih havuzundan istenilenin alınıp ifşa edilmesinden ziyade doğrunun ve ilmi gerçeğin objektif bir biçimde ortaya koyulması esastır. Maveraünnehir’in kimin arka bahçesi olduğu bu nedenle önemlidir.

Maveraünnehir Türkler için sıradan bir coğrafya değildir. Türk tarihinin en önemli dönüm noktası diyebileceğimiz İslam’ın kabulünün yaşandığı, İslam’a kitlesel katılımın had safhaya ulaştığı bir coğrafya olan Seyhun ve Ceyhun havzası bu nedenle Türk tarihinin merkezindedir. Mademki merkezdeki en büyük değişim İslam’ın kabulüyle gelmiştir. Bu dönemden sonrası daha iyi irdelenmelidir. Şahin de buradan yola çıkarak eserinin zaman aralığını 8 ve 12. yüzyıllar arasına yerleştirmiştir.

İslam öncesi ve sonrası arasındaki değişimin anlaşılması için Maveraünnehir’in önceki ahvalinin de iyi ortaya koyulması şarttır. Bu minvalde eserin giriş kısmında tarih boyunca Maveraünnehir’in coğrafi, siyasi, sosyal özellikleri üzerinde durulur. Burada coğrafya ve insanın birbirlerini nasıl dönüştürdükleri üzerine manidar bir şekilde yapılan giriş, eserin fikri temelini aşikar etmesi yönünden dikkat çekicidir. Mitoloji, arkeoloji, filoloji, antropoloji gibi tarihi referans noktalarından neşet eden bilgilerle coğrafyaya konulan Türk imi, Türklerin İslam’ı kabulü sonrası idari, sosyal, dini dönemi anlatan yazılı kültür materyallerinin sunumuyla Türk izine dönüştürülür. Misal İrani bir kavim olarak servis edilen Sakaların (İskitlerin) aslında hiç de sunulduğu gibi olmadığı kanıtlanır.

Eser, sacayağını andırır biçimde, 3 bölüm halinde tasarlanması da yukarıdaki taslağı akla getirir. Birinci bölümde, Maveraünnehir’in sosyal yapısı; ikinci bölümde, idari yapısı ve üçüncü bölümde ise; İslam sonrası dönemdeki sosyal ve idari yapılanmadan bahsedilir. Tabii sosyal yapının derinlerine nüfuz etmek için demografik temelin iyi ortaya koyulması esastır. İlk aşamada demografik verilerle bölgedeki Türk menşeili devletlerin yapılanması ve onların sosyal hayatlarına dair birinci el kaynaklardan sunulan veriler sayesinde Maveraünnehir’in kültürel sınırları çizilir. İdari ve ekonomik koşulların etkisiyle oluşan Türk izleri belirgin kılınır. Deyim yerindeyse birinci bölümde bölgede hüküm sürmüş siyasi yapılanmaların sosyal halitaları Türk kalıplarına dökülerek uyumları ve bölgeye olan etkileri ispat edilir.

Eserde bölgedeki kültür izleri çok iyi sürülür. Maveraünnehir’in kültürü siyasi ve sosyal tarihini şekillendirirken, devamlılık açısından Türk tarihinin kendisini gösterdiği sahalardan biri olan Anadolu’ya kadar takip edilebilen izlerden bahsedilir. Aslında bir kültürel terkibin ne olduğu veya nasıl vücuda geldiğinden ziyade ortaya koyulan kültür motifinin devamlılığı çok şey ifade eder. Maveraünnehir’de bin yıl önce gözlemlenen bir olgunun Anadolu’da halen olması, tarih disiplini sayesinde kaynaklardan özümsenenden daha sağlam kanıtları sunar. Yani Maveraünnehir’in kimliğine günümüzden delil sunumu yapılır. Gözlemlenen mimari üslubun Maveraünnehir, Mısır ve Anadolu’daki varlığı çok şey anlatır.

Birinci bölümde sosyal meseleler halledildikten sonra idari meselelere geçilir. Bölgenin idari gelişiminde İslam öncesi ve sonrası dönem arasında kıyaslamayı mümkün kılacak bir anlatım söz konusudur. Bölgede hüküm sürmüş devletlerin idari yapılanmaları adeta kronolojik olarak tabaka tabaka (Abbasi, Samani, Karahanlı vb.) izah edilir. Bu anlatım tarzı idari birikimi gösterdiği gibi hangi milletin bölgeye ne verdiğini de ispat eder. İslam öncesi ve sonrasından ziyade idari yapıyı şekillendiren etkileşimler ön plana çıkarılır. Bu sayede idari kompozisyonun bütününe dair bilgi sahibi olmanın önü açılır. Yine idari mekanizma deşifre edilirken bütün teşkilat şemasının farklı devletlerdeki akislerine varıncaya kadar çizilmesi, bölgeyi idari olarak bütüncül görme şansını okura sunar. İdari, mali, askeri, adli kurumsallaşmanın tüm basamaklarına hakim bu anlatım sayesinde Orta Çağ dünyasının bürokratik boyutunu tanımanın da önü açılır.

Burada dikkat çeken husus idari terminolojiden bile yola çıkarak bilgi edinmenin mümkün olduğudur. İdari makamlara verilen ya da sadece idari boyutta kalmayıp sosyal, askeri, iktisadi terminolojideki Türkçe isimlendirmelerin ya da Türkçeden kök alan kavramların kullanılması bölgedeki Türk izlerine ikinci bir delil olarak sunulur. Müellif yer yer bu bilgileri vererek bölgenin kılcal damarlarında bile Türk kanının dolaştığını kanıtlamaya çalışır.

Eserin son kısmında ise; İslam sonrası dönem ele alınır. Burada dikkat çeken husus eserin doğrudan merkezine girmemekle beraber Türklerin İslamlaşma sürecinin doğru ve yerinde tespitlerle izah edilmesidir. Birçok eserde görülmeyen bir yalınlıkla bahsedilen bu mühim olay kısa ve öz biçimde bölgedeki başkalaşımı okura yansıtır. Hızlı şehirleşme ve göçebe şehirli ayrımını anlatan, Türk Müslümanlığı denilen oluşumu izah eden, Arapların İslam’la ilişkilerini karakterize eden, yönetim mekanizmasının İslam’a yüzünü nasıl döndüğünü aktaran satırlar dikkat çekicidir.

Sonuçta, Türklerin damga vurduğu coğrafyalar olduğu gibi Türklere siyasi, sosyal, kültürel vb. manalarda damgasını vuran coğrafyaların varlığı da vakidir. Tarihin kalemi eline almadığı devirlerden beri Turan ve İran gibi iki büyük coğrafyayı birbirlerinden ayıran Ceyhun Nehri’nin kaynaklarda bin bir isimle geçtiği, efsanenin diliyle mücadelenin ve var olmanın güçlüğünün yaşandığı, savaşın ve barışın gölgesinde yüzlerce yıl milyonlarca insanın misafir olduğu bir coğrafya elbette ki her türlü ilgiyi hak eder. Tarihi araştırmalar bir millete layık olduğu değerle birlikte kimlik de kazandırır. Ama coğrafyaya kimlik vermek biraz zordur. Siz ne kadar değiştirmek isterseniz isteyin; dağ, göl, nehir kendi ismini haykırır. Maveraünnehir, geçmişte bozkırlarında ve nehir boylarında yaşamış insanlarını hiç unutmadı, o insanlar da ismiyle müsemma bu güzel coğrafyayı hiç unutamaz. Ama günümüzde bazen insanın coğrafyayla ilgisi kanıtlanmaya muhtaçtır. Ele alınan eser okurunu geçmişe ve adı geçen coğrafyaya bağlayan kanıtları içerir.

Yanıtla
4
0
Destekliyorum  4
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
24 Eylül 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
“Doğu ile Batı Arasında Bir Yolculuk: Beş Gürcü Seyyahın Seyahatnameleri Üzerine Eleştirel Bir Okuma”
Bu eser, temel olarak XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı topraklarından geçen veya bu coğrafyayı ana güzergâh olarak kullanan beş Gürcü seyyahın kaleme aldığı metinleri bir araya getirmektedir. Bu isimler arasında Sulhan Saba Orbeliani, Timote Gabaşvili, İona Gedevanişvili, Giorgi Avalişvili ve Giorgio Eristavi yer almakta; her biri farklı sosyal, dinî ya da diplomatik bağlamlarda yola çıkan bireyler olarak öne çıkmaktadır. Eser, okuyucuya yalnızca bu kişilerin kaleme aldığı gözlemleri sunmakla kalmaz; aynı zamanda seyahatnamenin bir tarihsel belge olarak taşıdığı anlamı da pekiştirir. Bu yönüyle kitap hem edebiyat hem de tarih sahasında iki yönlü bir katkı sağlar.

Sulhan Saba Orbeliani’nin kalemi, felsefi ve didaktik yönüyle öne çıkar. Onun seyahat notları, yalnızca mekânların tasviriyle sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal yapıya dair çıkarımlar, siyasal düzen hakkında gözlemler ve kültürel benzetmelerle derinlik kazanır. Orbeliani’nin yazılarında, Gürcü edebiyatındaki klasik üslubun izleri görülür; cümlelerin kurgusu, benzetmelerin yoğunluğu ve kavramların işleniş biçimi, okuyucuya edebî bir tat sunar.

Timote Gabaşvili’nin üslubu ise ruhani yoğunluğuyla dikkat çeker. Kudüs ve İstanbul gibi kutsal merkezlerde kaleme aldığı satırlarda, bir hacının iç dünyasını yansıtan coşku ve huşu hissedilir. Betimlemelerinde mekânların dini atmosferini öne çıkarırken, aynı zamanda Osmanlı toplumundaki çok dinli yapıyı da incelikle aktarır. Gabaşvili’nin dili, yalınlık ile derinliği bir araya getirir; okuyucu hem kutsal mekânın manevi ağırlığını hisseder, hem de mimari detaylara dair bilgi edinir. Bu yönüyle onun metinleri, edebî anlatım ile tarihsel gözlem arasında başarılı bir denge kurar.

İona Gedevanişvili ve Giorgi Avalişvili’nin yazılarında diplomatik bir üslup hakimdir. Onların satırları daha çok olay aktarımı, devletler arası temasların kaydı ve sosyal düzenin gözlemleri üzerine kuruludur. Ancak bu durum, metinlerin edebî değerini azaltmaz; aksine gözlemlerin nesnelliği, tarihsel belge niteliğini güçlendirir. Gedevanişvili’nin üslubu resmiyet taşırken, Avalişvili’nin kaleminde yer yer kişisel hayranlık ya da eleştirilerin izleri görünür. Bu farklılık, seyyahların bireysel kişiliklerini ve toplumsal rollerini satırlara yansıtır.

Giorgio Eristavi ise eser içinde edebiyatla en doğrudan ilişki kuran seyyah olarak öne çıkar. Onun kaleminde, mekânlar yalnızca fiziki özellikleriyle değil, ruhlarıyla birlikte aktarılır. İstanbul sokakları, Ayasofya’nın ihtişamı ya da Kahire’nin dar sokakları, yalnızca tasvir edilmez; aynı zamanda bir ressamın fırçasından çıkan canlı tablolar gibi gözler önüne serilir. Eristavi’nin üslubu, betimlemelerdeki yoğun imgeler ve gözlem gücü sayesinde, kitabın edebî boyutunu en güçlü kılan örneklerdendir.

Tüm bu üslupların Türkçe’ye aktarılması sürecinde Harun Çimke’nin çeviri başarısı dikkat çekicidir. Çimke, metinlerin ruhunu korumayı, çeviride sadakat ve akıcılığı dengelemeyi başarmıştır. Çeviri dili ne yapay bir resmiyet taşır ne de aşırı bir gündelikleşmeye sapar. Bu sayede okuyucu, seyyahların özgün seslerini duyabilme imkânına sahip olur. Ayrıca çeviride kullanılan kelime seçimleri, dönemin ruhunu koruyacak biçimde özenle seçilmiştir. Bazı kavramların dipnotlarla açıklanması, özellikle tarihsel bağlamı bilmeyen okuyucular için yönlendirici bir işlev görür.

Çimke’nin çalışmasının en önemli yönlerinden biri de metinlerin akıcılığını bozmadan akademik güvenilirliği muhafaza etmesidir. Zira seyahatnameler hem akademisyenler hem de genel okuyucu için farklı anlamlar taşır. Akademisyen, metinde tarihsel ayrıntıları, diplomatik göndermeleri ya da sosyal dokunun izlerini ararken, genel okuyucu daha çok anlatının akışına ve betimlemelerin cazibesine ilgi gösterir. Çimke’nin çeviri dili, her iki beklentiyi de karşılayacak bir denge noktası sunar.

Batılı seyyahların kaleme aldığı eserlerde genellikle “Doğu’nun egzotikliği” vurgulanırken, Osmanlı tebaasına mensup Müslüman veya gayrimüslim seyyahların yazdıkları daha içkin bir gözlem niteliği taşır. Gürcü seyyahların eserleri ise bu iki eğilim arasında kendine özgü bir yerde durur. Zira Gürcistan, Osmanlı ile siyasi, kültürel ve dini temasları güçlü bir coğrafyadır; aynı zamanda Avrupa ile olan bağları da güçlüdür. Dolayısıyla Gürcü seyyahların metinleri, Doğu ile Batı arasında geçişken bir perspektif sunar.

Batılı seyyahların anlatıları çoğunlukla Osmanlı toplumunu “öteki”leştiren bir üslup içerir. Edward Said’in “Oryantalizm” kavramı bu bağlamda açıklayıcıdır: Doğu, Batı’nın zihninde farklı, egzotik, bazen hayranlık uyandırıcı ama çoğu zaman geri kalmış olarak tasvir edilir. Oysa Gürcü seyyahların satırlarında, Osmanlı toprakları aynı zamanda ortak bir tarihsel kaderin, komşuluğun ve kültürel etkileşimin mekânı olarak yer alır. Gabaşvili’nin Kudüs anlatılarında olduğu gibi, Osmanlı dini hoşgörüsünün altı çizilir; Orbeliani’nin gözlemlerinde şehir dokusuna dair betimlemeler hayranlıkla aktarılır. Bu noktada Gürcü seyyahların yaklaşımı, Batılı gezginlerin küçümseyici ya da abartılı tavırlarından farklıdır.

Osmanlı tebaası olan bir Müslüman seyyah, toplumun işleyişine içeriden bakarken çoğu zaman eleştirel mesafesini kaybeder. Oysa Gürcü seyyahlar, Osmanlı toplumuna yabancı olmadıkları hâlde, yine de dışarıdan bir gözlemci olmanın avantajıyla ayrıntıları daha tarafsız kaydedebilirler. Örneğin, Giorgi Avalişvili’nin diplomatik görevler vesilesiyle kaleme aldığı gözlemler, Osmanlı bürokrasisine içeriden bir memurun göremeyeceği türden bir mesafe ile yaklaşır. Bu durum, metinlerin tarihsel güvenilirliğini artıran bir unsurdur.

Öncelikle, Osmanlı araştırmaları açısından bakıldığında kitap, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı coğrafyasının sosyal, kültürel ve mimari dokusuna ışık tutan nadir kaynaklardan biridir. Gürcü seyyahların aktardığı ayrıntılar, Osmanlı toplumunun gündelik yaşam pratiklerinden dinî ritüellere, şehirlerin fiziki yapısından diplomatik işleyişe kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Özellikle Timote Gabaşvili’nin Kudüs ve İstanbul tasvirleri, kutsal mekânların hem dini hem de mimari yönlerini bir arada sunarak günümüzde artık kaybolmuş ya da değişime uğramış mekânlar hakkında birincil elden bilgi verir. Bu noktada eser, Osmanlı tarih yazımında yeni bir perspektif açar.

İkinci olarak, eser Gürcü kültür tarihi açısından büyük önem taşır. Zira Gürcü edebiyatında seyahatname türü Batılı ya da Osmanlı örnekleri kadar yaygın değildir. Bu nedenle Orbeliani, Gabaşvili, Gedevanişvili, Avalişvili ve Eristavi gibi isimlerin metinlerinin gün yüzüne çıkarılması, Gürcü edebiyatının çeşitliliğini göstermesi bakımından kıymetlidir. Gürcistan’ın Osmanlı ile tarih boyunca kurduğu komşuluk ilişkisi, bu metinlerde canlı bir biçimde hissedilir. Bu da Gürcü kimliğinin yalnızca ulusal sınırlar içinde değil, bölgesel ve uluslararası etkileşimler çerçevesinde de şekillendiğini ortaya koyar. Ayrıca Harun Çimke’nin çevirisi sayesinde bu metinler, Gürcü edebiyatının Türkiye’de daha görünür hâle gelmesine katkıda bulunmuştur.

Üçüncü olarak, kitap edebiyat ve tarih dışındaki disiplinlere de veri sağlayabilecek niteliktedir. Mimarlık tarihi açısından düşünüldüğünde, seyahatnamelerde geçen yapı tasvirleri, artık günümüzde var olmayan cami, kilise ya da sarayların konumunu ve görünümünü anlamada araştırmacılara ipuçları sunar. Sosyoloji ve antropoloji açısından bakıldığında ise metinlerdeki toplumsal ritüeller, gündelik yaşam pratikleri ve kültürel alışkanlıklar, halkın sosyal davranışlarını ve toplumsal normları ortaya koyar. Dolayısıyla eser, çok katmanlı bir veri kaynağıdır.

Ayrıca kitabın katkılarından biri de Gürcü seyyahların metinlerinin daha önce Türkçeye kazandırılmamış olmasıdır. Bu yönüyle eser, literatürdeki önemli bir boşluğu doldurmaktadır.

Bununla birlikte, eleştirel bakışın gereği olarak bazı eksikliklerden de söz etmek mümkündür. Öncelikle, metinlerin bir araya getirilişinde kapsamlı bir mukayeseli giriş yazısının daha geniş tutulması eserin bütünlüğünü güçlendirebilirdi. Çimke’nin çalışması bu açıdan yeterli bir çerçeve sunsa da seyahatnamelerin birbirleriyle karşılaştırıldığı daha uzun bir analitik bölüm okuyucuya daha derin bir perspektif kazandırabilirdi. Özellikle Osmanlı ve Avrupa toprakları hakkındaki gözlemlerin tematik açıdan sınıflandırılması (örneğin mimari, toplumsal yaşam, dinî ritüeller, diplomasi başlıkları altında) eserin sistematiğini daha güçlü kılabilirdi.

Bir diğer eleştiri noktası, seyahatnamelerin bazı yerlerinde tarihsel bağlamın yeterince açılmamış olmasıdır. Örneğin, dönemin Osmanlı siyasetindeki gelişmeler veya Avrupa’da yaşanan siyasi dönüşümler hakkında daha fazla arka plan bilgisi verilseydi, okuyucu seyyahların gözlemlerini daha net bir çerçevede değerlendirebilirdi. Bu eksiklik kitabın değerini azaltmasa da özellikle akademik okuyucu açısından daha zengin bir bağlam sunulabilirdi.

Ayrıca, kitabın görsel malzeme ile desteklenmemiş olması da dikkat çekici bir noktadır. Seyahatnameler çoğu zaman mekân betimlemeleri içerdiği için haritalar, gravürler veya dönemin mimari fotoğraflarıyla desteklendiğinde daha somut bir okuma deneyimi sağlanabilirdi. Bu tür ekler, kitabı yalnızca yazılı bir kaynak değil, aynı zamanda görsel bir tarih atlası haline getirebilirdi. Ancak bu eksiklik, eserin temel amacını gölgelemez; daha çok sonraki baskılar için bir öneri olarak değerlendirilebilir.

Tüm bu eleştirel noktalar göz önünde bulundurulduğunda, kitabın edebî ve akademik katkılarının çok daha ağır bastığı söylenmelidir. Çimke’nin çeviri başarısı, seyyahların özgün üsluplarının korunması ve seyahatnamelerin bir araya getirilmesi, eseri hem araştırmacılar hem de genel okuyucular için vazgeçilmez kılar. Kitabın eksiklikleri, daha çok geliştirilmesi mümkün olan alanlara işaret eder; fakat bu durum eserin değerini azaltmaz, bilakis ileride yapılabilecek yeni çalışmalar için yol gösterici niteliktedir.
Yanıtla
1
0
Destekliyorum  3
Bildir
Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
09 Eylül 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Bir Haçlı Biyografisi: Bohemond
Dinin meşrulaştırma kılıfı olarak kullanıldığı en büyük olay olarak nitelendirilebilecek Haçlı Seferlerini yapanlar, nihai hedefleri Kudüs’e ulaşmadan evvel, önemli kavşak noktaları üzerinde güç merkezleri oluştururlar. Zamanla ele geçirilen ehemmiyetli şehirler hac yolları üzerinde önemli stratejik üslere dönüşürler. Anadolu içinde de Urfa ve Antakya gibi şehirler Haçlıların ileriye dönük amaçlarının tahakkuku için kullanılırlar. Yüzlerce kilometre uzaklardan gelerek içlerindeki macera tutkusunu bastırmayı, dini kahraman olma hevesiyle bezeyen Haçlı soylularının biyografileri ise dönemin siyasi tarihiyle o kadar iyi karışır ki bir soylunun hayatından dönemi okumak mümkün hale gelir. Umut Başat da buradan yola çıkarak Norman Soylusu Haçlı Lideri Bohemond’un hayatını merkeze aldığı çalışmasıyla bir şövalyenin şahsında Haçlı tarihinin girift noktalarını belirgin kılmaya çalışır.

Bugün hiç şüphe yok ki dünyanın en karışık bölgelerinden birisi Suriye’dir. Bundan yaklaşık bin yıl önce de dünyanın siyasi ve dini sorunlarının merkezinde olan ve Batılıların Ortadoğu diye adlandırdıkları bölgede iki büyük medeniyetin çatışma için karşılaştığı görülür. Anadolu ile Suriye arasında iki coğrafyaya açılan kilit bir noktada bulunan Antakya ise deyim yerindeyse satranç tahtasındaki vezire döner. Bu önemli şehrin Haçlı Seferleri sırasında Bohemond tarafından uzun süren bir kuşatma sonrası devletleştirilmesi ise tarih nazarında ehemmiyeti yüksek bir olaydır.

Tarihin talihe dönüşüp sıradan birini süper insan konumuna ulaştırdığı malumdur. Bohemond da İtalya’da belli bir hakimiyet alanı olan küçük bir soyluyken büyük imparatorlukların aktör olduğu bir sahnede kendisine yer bulur. Onun ibretamiz ve maceralı hayatı temasta bulunduğu çatışma ve olaylar paralelinde deyim yerindeyse tarihin aynası durumuna gelir. Bir kere Haçlı Seferleri başlamadan önce babası Robert’la doğudaki Bizans’a karşı Balkanlarda verdiği mücadele 11. yüzyılda Doğu Avrupa’nın siyasi tablosunu çok iyi yansıtan bir hikayedir. Siyasi tarihin bir biyografinin gölgesinde nasıl geliştiğinden ziyade, nedensellik ilişkisi üzerinden Avrupa’daki Viking istilasından Haçlı Seferlerine giden yol bir nevi Bohemond’un hayatına sırlanır.

Tabii irdelenmesi gereken bir hayat hikayesi olunca resmin tamamının görülmesi için maceranın çok öncesine gitmek gerekir. Umut Başat da bu minvalde Bohemond’un soyunun köken aldığı Vikinglerin Avrupa ufuklarında görülmesi ve Normanlara dönüşen Vikinglerin Güney İtalya’ya uzanan hikayelerine eserinin birinci bölümünde yer vererek söze başlar. Güney İtalya’da Bizans hakimiyetini bitiren Bohemond’un babası Robert’in vefatını izleyen dönemde başlayan siyasi karmaşa zamanları da eserin ikinci bölümünü oluşturur. İtalya’nın bölünmüş kaotik yapısından çıkış arayan bir prensin yolunu nasıl değiştirdiğine ise diğer bölümlerde değinilir. Böylelikle eserin geri kalan 3 bölümünde Bohemond’un Amalfi Kuşatması esnasında Haçlı olmasından sonraki kısımlar yer alır. Buraya kadar bayağı maceralı ve aksiyon dolu bir yaşamın ortaya çıktığı malumdur. Fakat çatışmalar, savaşlar ve kılıç şakırtılarıyla beraber anlatılması gereken çok şey vardır.

Devrinde Bohemond’u kahraman şeklinde afişe eden birçok eserin olduğu bilinir. Bunlardan kolaylıkla edebiyatımızdaki Battalnamelere benzer bir edebi metin oluşturulabilir. Ama bunun akademik tarih disiplinin kapsamına gireceği şüphelidir. Başat ise eserinde dönemin birinci el kaynaklarını temkinli bir şekilde kullanarak, metnini inşa eder. Başat’ın olaylara nesnel bir konumdan yaklaştığı kullanılan kaynakların tenkidi ve yorumu esnasında ortaya çıkar. Bilgilerin ve belgelerin tarihi olayları izah eden objektif çıkarımlara evirilmesi bahsedilen vakaların mantıksal düzleme oturmasını sağlar. Eserin en nihayetinde bir Yüksek Lisans tezi olması, bu gibi durumları normal olarak nitelendirmemizi sağlayabilir. Ama akademik çatı altında bu tarz ilmi yaklaşımlarının olmadığı birçok eseri görmek de mümkündür. Bu minvalde Umut Başat Haçlı Bohemond’u efsanelerin abartılmış tortularından temizleyerek ve hakkında yazılanları tenkit ederek anlatır.

Üçüncü ve dördüncü bölümler de ise Bohemond’un 1. Haçlı Seferiyle Anadolu’ya gelmesi ve Antakya’yı ele geçirip bölgede Prinkepslik kurması ele alınır. Bu yıllarda kılıcı elinden düşürmeden, cepheden cepheye koşan Bohemond’un ek olarak siyasi bir aktör olarak ortaya çıkması, kırk yamalı bohçayı andıran Anadolu coğrafyasındaki ilişkiler ağına müdahil olmasını sağlar. Bohemond’un önemli bir figür olduğu bu çetrefilli tablonun daha fazla analize ihtiyacı vardır. Çünkü basit olayların olmadık sonuçları çok aktörlü ilişkiler ağını her seferinde daha karmaşık hale getirir. Bohemond’un her olayın içinde yer alması, esir düşmesi, savaşması, antlaşmalar imzalaması, elçiler kabul etmesi vs. ise eserin siyasi yorum dozajını arttırır. Başat bu ağır gibi görünen tabloyu fevkalade iyi netleştirir. İlk olarak birinci el kaynakların ne dedikleri söylenir, sonra yapılan analizlere destek mahiyetinde günümüz araştırmacılarının tahlilleri sunulur. En nihayetinde objektif şekilde siyasi düğümler çözülür ve son yoruma giden yolda okurun ufku açılır. Misal Anna Kommena’nın Alexiad eserinde Bohemond fasıllarında sunulan bilgilerdeki tutarsızlıkların tespit edildiği görülür. Ayrıca dönemin ihtisas sahibi bazı araştırmacılarının kullandığı nadide bilgiler- ki bazıları kilise kayıtlarına kadar yazarı götürür- konuyu netleştirmek üzere sunulur. Araştırmacıların benzer fikirlerinin konunun altını çizer tarzda sunulması ise olayın az çok ne olduğunun anlaşılmasını sağlar.

Eserin beşinci bölümünde ise Anadolu sahasında sıkışan Bohemond’un yönünü batıya çevirdiği dönem ele alınır. Önce Güney İtalya’ya sonra Fransa’ya giden Bohemond’un Bizans Seferi ve ölümüne kadarki yaşamı siyasi ve askeri yönleriyle anlatılır. Bu açıdan Bohemond’un hayatı üç safhaya bölünebilir. İlk safhada Norman Prensi olan Bohemond, ikinci safhada Haçlı kumandanlığından Antakya Prinkepsi statüsüne yükselir, üçüncü safhada ise eski husumetini yeni menfaatları çerçevesinde fırsata çevirmeye çalışan bir Bizans düşmanına dönüşür. Bu inişli çıkışlı kronolojik biyografi sunumunda genel olarak tutarlı yorumlarla netleştirilmeye muhtaç kısımların açık hale getirildiği görülür. Yapılan analizlerin, yazarın konuya iyi odaklanmasından ve merkezin dışına fazla çıkmamasından dolayı, gayet rafine bir hal aldığı da belirgindir. Zira Haçlı Seferlerinin eleştirisi, Doğu Batı mücadelesinin dinamikleri, medeniyet tartışmaları üzerine bir eksen kaymasına eserde rastlanmaz. Açık, sade ve anlaşılır akademik bir dilin kullanılması eserin hitap ettiği zümrenin genişlemesi için bir vesile haline gelir.

Eserde metni destekleyici fotoğraf, resim ve harita gibi unsurlar kullanılmasına rağmen bu içeriklere daha fazla yer verilmesinin anlatımı güçlendirme açısından faydalı olabileceği fikri akla gelir. Ayrıca bölgeyi gösteren fotoğrafların bazılarının yazar tarafından çekilmesi, bölgenin yazar tarafından ziyaret edilmesi, akademik ciddiyeti kanıtlamaktadır. Çünkü anlatılan coğrafyayı hiç görmeden eser yazılması mümkün olmakla birlikte gören gözün anlatacakları daha evladır. Yine resimden laf açılmışken eserin kapak resminin Antakya Kuşatması’nı anlatan bir minyatür olduğu için fazlasıyla ilgi çekici olduğunu kabul etmek gerekir. Blondel’in elinden 1843 yılında çıkan arka kapaktaki Bohemond portresi de eserin kapak tasarımını daha da iyi konuma getiren bir etmendir.

Sonuçta Haçlı Seferleriyle İslam coğrafyasının ve Anadolu’nun bağrına saplanan hançerlerin iyi tetkik edilmesi, Haçlı ruhunun iç dinamiklerinin iyi çözümlenmesi gerekir. Zira tarih disiplininin bazı esasları değişmekle beraber ana kaidesi sabit bir zemin üzerinde yükselir. Yani olaylar değişmekle birlikte meselelerin neşet ettiği zemin pek değişmez. Din kisvesine bürünmüş Haçlı Seferlerinin güçlü başka sebepleri olduğu gibi ABD işgalleri öncesinde Haçlı Seferi söylemini yineleyen Amerikan Başkanı’nın terörü minimize etmekten farklı amaçlarının olduğu barizdir. Tarihi karakterler üzerine yazılan biyografiler bu nedenle bir karakterden çok bir zihniyetin analizini mümkün kılar. Umut Başat’ın Bohemond biyografisi biraz da bu açıdan değerlendirilmeli…
Yanıtla
5
0
Destekliyorum  3
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
05 Eylül 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Öldükten sonra çiçeği kim ne yapsın? Yani...
Öykünün kahramanı Holden başarısızlıkları sebebiyle okuldan atılıyor. 16 yaşındaki kahramanımız Holden hikayenin başında çocukluğundan ve hayatından genel olarak bahsetmek istemediğini belirtse de hikayesini, yaşadığı karmaşık duyguları anlamlandıramayarak oradan buraya savruluşunu, ergenlik sancıları ile ortaya koyduğu davranışlar üzerinden ele veriyor. Zeki ve duyarlı bir genç olan Holden’ın en çok dikkat çeken özelliği hikayesinin sonuna kadar takındığı alaycı tarzı. Yetişkinlerin kendi lehlerine kurduğu samimiyetsizliklerinden hoşnut değil. Kendi eksiklerinin de farkında fakat bunları düzeltmeye gerek görmüyor ve kendi hikayesinde de anlattığı birçok olumsuz davranışı uyguluyor. Ailesinin yaşadığı travmatik olaylar ve bu olayların getirdiği manevi yoksunlukları da onun bu davranışlarını sürdürmesinde tuz biber oluyor. Holden’in bu tavırları ailesinin ilgisizliğinden ziyade, Holden’in kardeşini kaybetmiş olması ve bu kayıpla gelen acının ergenlik çağındaki her çocuk gibi onun da hayata karşı olumsuz davranışlarını pekiştirerek yer bulamaya çalışması gibi görünüyor. İnsanın gelişim sürecindeki hallerini, ikilemlerini, sorgulamalarını bir ergenin gözünden güzelleme yapmadan, şeffaf bir şekilde ince ince çok güzel anlatıyor. Ve hatta kitabın dili ve saflığı, ergenlik döneminden yolu geçen herkesin hayatında olan tüm insanlara söylemek istediği cümlelerin sadeliği ile dile getiriliyor. Özellikle hem bu dönemi yaşamış bir yetişkin olarak hem de ergenlik çağındaki gençlere eğitim veren biri olarak bu dilden hiç uzaklaşmadığım için kitabın dili bana hiç yabancı gelmedi.

1951'de yayınlanan roman, ilk etapta eleştirmenler tarafından beğenilmemişse de kitap, okuyucuların büyük beğenisini kazanmış ve yayınlandığı döneme ciddi etkiler yaptığı gibi, okuyucuda da unutulmaz izler bırakmış. Ayrıca kitabın 1967’de ülkemizde basılan ilk çevirisi, önce Gönülçelen ismiyle yayınlanmış. Bir sonraki çevirisi bugün aynı adla bildiğimiz, Çavdar Tarlasında Çocuklar olarak basılmış. Yazarın kitabı ilgi gördükten sonra hayatı da çok ilgi toplamış ve yaşadığı bir takım olaylar yeni bir hikaye yaratacak kadar ilginç. Yazarı araştıranlar arkasında çok güzel bir eser bırakmasının yanında, kırık bir aşk hikayesi ve ruh sağlığını koruyamadığı dönemler hakkında ilgi çekici başka hikayeler de bulacaklardır. Kitap yazarın yaşadığı döneme ve evrensel olarak yetişkinlerin samimiyetsiz dünyasında, okulların işlevsizleşmiş dayatmalarına ve modern toplumun yozlaşmış ahlaki ayrıntılarına da vurgu yaptığı bir eleştiri niteliğinde. Açıkçası genelde roman hakkında yorumlar iyi veya kötü olarak değişse de her kitabın bir okunma zamanı ve sempati duyulduğu zamanı olduğunu da düşünürsek kitabı çok sevdim. Okumayı planlayan tüm kitapseverlere iyi okumalar dilerim.
Yanıtla
2
1
Destekliyorum  3
Bildir