Gazeteci, yazar ve milletvekili olarak tanıdığımız Falih Rıfkı Atay’ı çağdaşlarından ön plana çıkaran yönü, yaşadığı devirde söz sahibi olan insanlara oldukça yakın olmasıdır. Bunlardan biri, şüphesiz Cemal Paşa’dır. Zeytindağı adlı eserinde bunu baştan sona görürüz. Atatürk’e olan yakınlığıysa Cemal Paşa’dan daha ötedir. Osmanlı’nın son devrinde görev alması, yeni bir devletin kuruluşunda bizzat kurucusunun yanında aktif konumda olması, geçiş dönemini yaşamış o nesil arasında kendisini ve eserlerini görmezden gelinmeyecek bir noktaya getirmektedir.
Çankaya, Atatürk’ün doğumundan ölümüne geçen yılları, önemli ayrıntılarla bizzat Atatürk’ün izniyle kaleme aldığı bir kitap olarak benzerleri arasında ilk sıralarda gösterilir. Atay’ın Atatürk çizgisindeki sarsılmaz inancı, düşünce yapısı ve doğrudan şahitlikleri nedeniyle döneme dair yazılan ve çizilen tüm eserlerde Çankaya’ya bakmadan, atıf yapılmadan kalem oynatmanın pek mümkün olmadığı, bilinen bir gerçektir.
Özellikle 1946 sonrasında, Atatürk devrini yaşamış bazılarının, yaşanmışlıkları bir sömürü aracına çevirme arayışı, kimsenin duymadığı fısıldaşmaları belge diye ortaya koyma denemeleri Atay’ı rahatsız etmiş görünmektedir. “Elli altmış sularında mısın, uydur uydur anlat! Geçmiş dediğimiz şey de buna döndü. Bazı övünmeleri işittikçe ve bazı hatıraları okudukça içimi bir şüphe basıyor:
- Acaba ben bu devrin içinde mi idim yoksa otuz yıl süren bir rüya hâli mi geçirdim?” Eser, belli ki yaşanan böylesi şaşkınlıklardan dolayı kaleme alınmış. “Bu hatıralar, gördüklerim ve işittiklerimdir. Gördüklerimin hepsi benden. İşittiklerimin çoğu Atatürk’ün ağzından!” Yazar, yaşadığı o otuz yıllık geçmişe doğru ne zaman başını çevirse o tepeyi, bir türlü gözünden kaybedemediği için (…) hatıralarını o tepenin hükmü veya etkisi altından kurtaramadığı için kitabın adına Çankaya demiş.
Hatıraları yazarken takındığı üslubu da yine satır aralarında dile getiriyor: “Herkes gibi Atatürk’ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlardan yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından yoğrulmuştur. Atatürk’ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır.” (s. 13)
Atay’ın Çankaya’sı, Atatürk’ün hayatını, dönemin gelişmeleriyle beraber doğumundan ölümüne kronolojik bir sırayla anlatıyor. Selanik mahallelerinde geçen çocukluğundan, askeriyeye girmesine, meşrutiyetin ilanından İttihat ve Terakki yapılanmasına, ilk dünya savaşına girişimize ve daha nice bilindik genel konulara yer veriliyor. Atatürk’ün üvey kardeşleri, Atay’ın Balkan Savaşları’ndan hemen sonraya rastlayan Atatürk’le ilk karşılaşması, Atatürk’ün aşkları, Bulgaristan günleri, Çanakkale Savaşı’ndan sonra baskısı durdurulan Harp Mecmuası’ndan Atatürk’ün fotoğrafının kaldırılması, Filistin’in savunmasız bırakılması, Almanya gezisinde Sultan Vahdettin’den talepleri, işgal dönemi kargaşası, direniş, düzenli ordu, zafer ve yeni düzen (…) konularında satır aralarında değinilen ve pek bilinmeyen tespitler kitabın arşiv değerini arttırıyor. Zaten altı yüz sayfaya yaklaşan bu hacimli kitabı, satır aralarındaki detaylar kıymetlendiriyor ve sıradan bir tarih kitabı olmaktan çıkarıyor. Buna verilebilecek örneklerden birkaçını aktaralım:
“Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medenî Kanun’la Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: ‘Bize göre değil ha çocuklar...’ derdi.” (s. 408)
“Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.” (s. 425)
“Atatürk diktatör mü idi? Rejimine bakarsanız evet. Fakat ne mizacı, ne de ideali bakımından diktatörlük inançlısı değildi. Millî kurtuluş için şart saydığı inkılâplarının hürriyet içinde yaşayabileceğine güvenseydi, demokratik savaşçılığın zevklerini feda etmeyeceğine şüphe yoktu.” (s. 513)
“Henüz denize girmiyordu. Biraz yüzmeği sonradan öğrendi. Bir gün sormuştum:
- Paşam Selânik'te doğup büyüdünüz. Hiç denize girmez miydiniz?
- Aman çocuğum, o zaman soyunup denize girmek ne demek, nasıl bakarlardı insana... demişti.” (s. 555)
Eser, başlangıcında, 1881-1918 arasını üç bölümde ele alıyor. Sırasıyla “Çökme”, “Liderliğe Doğru”, “Gerilla Devri”, “Ordu Devri”, “Yeni Devir”, “Kemalizm”, “Atatürk’ün Son Yılları”, “Anı ve Fıkralar” kitabın diğer başlıklarını oluşturuyor.
İyi okumalar!