Toplam yorum: 3.101.059
Bu ayki yorum: 5.600

E-Dergi

Zübeyr Yıldırım

Hukukçu ve akademisyen, dolayısıyla -mecburen- ciddi bir okur-yazar. Genel olarak, mesleği gereği, hukuk üzerine okumalar yapar, yazılar yazar. Ayrıca edebiyat, tarih, seyahat ve monografi çalışmaları üzerine yoğunlaşır. Fotoğrafçılık ve tıbbi bitkiler üzerine araştırmalar yapar.

Zübeyr Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

İlk baskısı, Kaliforniya Üniversitesi Yayınları arasında 1923’te yapılmış bu eser, okçuluk alanında, öncül bilimsel eserlerden biri olarak gösterilmektedir. Yazar Pope, bu eserinde, çeşitli kültürlere ait okları ve yayları karşılaştırarak incelemiş ve yaptığı testleri, sonuçlarıyla beraber okurların ilgisine sunmuş. Yazarın, hem bir okçu hem de bir tıp doktoru olması, tıp bilgisiyle okçuluk bilgisini birleştirerek değerlendirmeler yapmasına fırsat vermiş.

Eser, temel olarak “Yaylar” ve “Oklar” şeklinde iki ana bölümden oluşuyor. İnceleme konusu olan yaylar, ağırlıklı olarak Kaliforniya Üniversitesi’nden ve Amerikan Doğa Müzesi’nden temin edilmiş. Yazar, elde ettiği tüm yayları ve replikaları tanıttıktan sonra yay kirişleri üzerine iplik tipi, kiriş tipi ve kopma noktaları üzerine yapılan deneyi ve (porsuk ağacı, ceviz, bambu, palmiye gibi) yay ağaçları üzerine ulaştığı deneysel verileri açıklamış.

Oklarla ilgili bölümde ise okların nüfuzları, sürati, çarpma kuvveti, sertliği ve karakteristik özellikleri inceleniyor. Ok yelekleri, ok dönüşleri, okların sertliği ve temrenler açıklanarak okların kendi arasında ve silah mermileriyle karşılaştırması yapılıyor.

Kitabın “Ekler” kısmı, açıklamalar ve görsel materyaller açısından çok zengin (s. 63-85). Bu durum Pope ve birlikte çalıştığı ekibin, işlerini ne düzeyde bilimsel temellerde yürüttüğüne dair önemli bir ayrıntı. Testlerde kullanılan oklar, yaylar, temrenler, okların nüfuzları gibi başlıklarda eserde yer verilen konulara dair tüm görsellere bu kısımdan ulaşmak mümkün.

Çalışmanın satır aralarında, tabii olarak, Türk okçuluğu adına dikkat çeken bilgiler bulunmakta. Testlerde kullanılan Türk yayı, eser kaleme alındığı dönemde iki yüz yaşında olan efsane bir yay. Efsane olmasına önemli bir gerekçe, yazarın ifadesiyle “İlgili koleksiyonda en iyi şekilde korunan bu yaylar, en güçlü yay çeşitleridir. Modern dönemde yapılmış en uzun menzil atışı -450 yard- kısa süre önce Ingo Simon tarafından Fransa, La Tourque'da iki yüz yaşındaki bileşik bir Türk yayı ile yapılmıştır.” (s. 11) Türk yay takımı kullanmasıyla bilinen Ingo Simon, 422 metrelik rekor atışını 1914’te yapmış ve 1933'e kadar 462 yarda (422 m) ile dünya rekorunu elinde tutmuştu. Yazar Pope’un denemelerinde de bir yay ile yapılan en uzun menzilin 281 yard olduğunu ve bu atışın bir Türk yayı replikası ile gerçekleştirildiğini de ayrıca not düşelim. (s. 61)

Okçuluk ve erken ortaçağ silahları üzerine ilgisi olan ve eseri başarıyla dilimize kazandıran çevirmen Recep Efe Çoban, bu eseri takdim ederken: “Pope'un sahip olduğu okçuluk birikimini aktarmasının ötesinde Kızılderili, İngiliz, Türk, Çin, Japon ve hatta Güney Asya yerlilerine ait ok ve yayları kontrollü deneylerle karşılaştırarak kendisinden sonra yapılacak araştırmalara ışık tutmuştur. Özellikle nüfuz (delicilik tesir derecesi), çarpma kuvveti ve hız gibi konularda yaptığı deneylerin sonuçları, teorik bazı bilgilerin sağlam temellere oturmasına imkan vermiştir. Bu bakımdan eser, okçuluk üzerine çalışan her araştırmacı için bir başucu kitabı niteliğindedir” ifadelerini kullanıyor.

Saxton T. Pope (1875-1926), bu eseri yayınladıktan kısa bir süre sonra “Ok ve Yay ile Avcılık” (1925) ile “Bir Okçunun Maceraları” (1926) kitaplarını yayınlatmış. Erken sayılabilecek bir yaşta vefat etmese tutkuyla ilgilendiği okçuluk üzerine tecrübeleriyle harmanladığı nitelikli eserler vermeye kuvvetle muhtemel devam edecekti.

Ok ve Yay Hakkında Bir Araştırma’nın okçulukla ilgilenen tüm okurlar için ilgi çekici ve önemli detaylar içeren bir eser olduğu söylenebilir.

Faydalı bir okuma olması dileğiyle…
Mohandas Karamçand Gandhi (1869-1948), insanlığın iki dünya savaşıyla oradan oraya yalpaladığı çalkantılı yılları yaşadığı halde pasif direnişin ve sivil itaatsizliğin öncüsü olmayı başarmış önemli bir şahsiyet.

Yazar Douglas Allen, kısa boylu, çelimsiz, korkak, pek çok kişilik zaafları olan, çelişkilerle dolu vasat ve sıradan bir insanın, “hakikat peşinde deneyler” yaparken kendini sürekli olarak yeniden inşa eden ve halkını bağımsızlığa götüren bir adama dönüşme hikâyesini anlatıyor.

Gandhi’yi öne çıkartan kişilik özellikleri arasında ailesine ve geleneklerine bağlılık göze çarpıyor. Bu sayede, İngiltere’de ve Güney Afrika’da geçirdiği yıllarda Hintli kimliğini korumuş ve yaşadıklarından şahsi tekâmülü adına ciddi faydalar sağlamış görünüyor. Buna ilave olarak, gurbette aldığı derslerden kendi ülkesini değerlendirmede, ülkesine eleştirel ve yapıcı katkılar sunmada fazlasıyla yararlanmış olduğu da çok açık.

“Gandhi’nin ailesi, özellikle de annesi geleneksel bir Hintlinin yurtdışında ister istemez günaha gireceğini düşünüyordu. Gandhi’nin Jain papazı Becharji Swami’nin huzurunda ettiği üç kutsal yeminle bu engel aşıldı: Ete, şaraba ve kadına asla el sürmeyecekti. Gandhi böylece annesinin rızasını aldı... Gandhi’nin Batı’daki deneyimleri ona Hindistan’daki geleneksel hiyerarşiye yönelik eleştirisi dahil birçok kalıcı beceri ve değer kazandırdı.” (s. 30-31)

İngiltere’de aldığı hukuk eğitiminin, hayatının ileri safhalarında özellikle müzakerelerde başarı elde etmesinde ve barışçıl eylemlerini kurgulamada önemli katkılar sağladığı belirtilmelidir. Eserde bunun dışında Gandhi’nin, bugün dahi eleştiri konusu yapılan, Güney Afrika’da Zulu İsyanı’nda ve Boer Savaşı’nda yasal bir zorunluluğu olmadığı halde İngilizlere verdiği aktif destek, Hindistan bağımsızlık mücadelesindeki önemli basamaklardan Tuz Yürüyüşü, “Hindistan’ı Terk Edin!” Kampanyası, dönemin siyasi figürleriyle ilişkileri, inşa ettiği düşünce ve hayat felsefesi, kitapta yer verilen diğer başlıklara örnek olarak gösterilebilir.

“Şiddet karşıtlığı çerçevesinde savaşın gayriahlaki bir olay olduğunu birçok kez vurgulamıştır. Buna karşılık 1899’da Boer Savaşı sırasında gönüllü bir Hint Ambulans Müfrezesi kurup -kendi deyimiyle yüreği Hollanda asıllı Afrikalılardan yana olsa da- bu müfrezenin başına geçmiş ve Britanyalılarla birlikte savaşmıştır... Gandhi’nin Zulular ve diğer yerli Afrikalılarla ilgili görüşleri birçok kişiye göre cahilce, kibirli ve ırkçıdır. Savaşla ilgili fikirleri Gandhi’nin konumunu tartışmalı hale getirir.” (s. 47)

Kitabın, bir hayat hikâyesinden ibaret olduğu düşünülmemelidir. “Şiddet Karşıtlığı ve Hakikat”, “Modern Medeniyet, Din ve Yeni Bir Paradigma” ve “Günümüzde Gandhi” başlıklarıyla O’nun düşünce dünyası üzerine ayrıntıların kaleme alındığı bölümlere de eserde yer verilmiş. Şu detayı not etmek gerekir: Çalışma, Gandhi ve düşünce dünyası üzerine giriş mahiyetinde bir metin olarak kabul edilmelidir. Sadece Gandhi’nin kendi yazıları, mektupları, röportajları ve konuşmaları bir araya toplandığında yüz ciltten oluşan bir koleksiyon meydana gelmektedir. Buna bir de O’nun hakkında yazılmış ve yazılmakta olan eserler eklendiğinde kütüphaneleri dolduracak bir birikimden söz edildiği kolaylıkla anlaşılır.

Emekli bir felsefe profesörü olan yazar Allen (d. 1941), savaş ve şiddet karşıtı bir aktivist. İlerlemiş yaşına rağmen akademik çalışmalarına devam ediyor. 2009-2010 akademik yılında, çalıştığı üniversiteden izin alıp vaktini, bu eseri hazırlamak için Gandhi üzerine araştırmalara tahsis etmiş. Akıcı bir dille yazılmış bu kitapta, sayfalar arasında Gandhi’ye ait çokça fotoğraf kullanılması ve bunların özenle seçilmesi ve yüksek çözünürlükte olması gayet isabetli olmuş.

Kitap, Dougles Allen’ın Gandhi hakkındaki çalışmalarından sadece birisi. Yazar ve eserleri hakkında daha fazla bilgi almak için “en.wikipedia.org/wiki/Douglas_Allen_(philosopher)” adresi ziyaret edilebilir.

Faydalı bir okuma olması dileğiyle!
Mathias Rohe, İslam hakkında kapsamlı araştırmalar yapan Alman bir hukuk akademisyeni. Mukayeseli araştırmalarıyla biliniyor. 2001-2007 arasında Nürnberg Eyalet Mahkemesi'nde hakimlik de yaparak teorik bilgilerini pratikle birleştirmiş. Almanya İçişleri Bakanlığı'nın yürüttüğü "Alman İslam Konferansı" (Deutsche Islam Konferenz) bünyesinde, 2006-2009 arasında üyelik yapmış. Ülkeler arasında diyaloğa yaptığı katkılardan ötürü Ankara Üniversitesi tarafından kendisine fahri doktora unvanı verilmiş (2018).

Yazar, İslam hukukunun dayandığı temelleri, bu hukukun temel içeriğini ve şimdilerde nasıl geliştiğini açıklamak amacıyla bu küçük fakat yoğun içerikli eseri kaleme almış. Kitabın hedef kitlesi, hukukçu uzmanlar değil. Bir başka ifadeyle eser, meslekten olmayan ve konuya ilgi gösterenler düşünülerek yazılmış. Kitabın ilk yarısında verilen (şeriat nedir? hukukun temel kaynakları olarak Kur'an, hadis, icma, kıyas, içtihat gibi) bilgilerin, oldukça temel düzeyde olmasından da bu durum rahatlıkla anlaşılıyor.

Eserin ikinci yarısı, 19 yüzyıldan günümüze İslam hukukunda yaşanan gelişmelere ayrılmış (s. 49 vd). Yazara göre, 19. yüzyıldan bu yana İslam hukuku birçok alanda, şeklini temel olarak yeniden tasarlayan bir ölçekte değişiklikler geçirmiş. Rohe, bunlara örnek olarak, Osmanlı'da ilk büyük kanun derlemesi şeklinde hazırlanan Mecelle'yi (1876), Mısır'da Muhammed Abduh gibi reformcuların esaslı yazılarıyla içtihat kullanımına yeniden geniş bir alan kazandırılmasını, farklı mezhep görüşlerinin birleştirilmesini gösteriyor. O'na göre, İslam dünyasındaki kanun koyucular, ilgili politik güç dengesine bağlı olarak reformları ihtiyatlı bir şekilde gerçekleştirme eğilimindeler. "Dini olarak kabul görmüş bir hükümdarın meşruiyeti ne kadar büyükse daha doğrusu laikleşme süresi ne kadar ilerlemişse o kadar çok esaslı reformlar icra edilir." (s. 56)

Yazar, müslümanların çoğunlukta olmadığı Avrupa ülkelerinde, özellikle kendi ülkesi Almanya'da, İslam hukuku ve Batı hukuku arasındaki etkileşimi, ayrı bir başlıkta değerlendiriyor. Çağdaş hukuk uygulamasında, bir yerde uygulanan bir hukukun, başka bir yerde uygulanması, ilgili ülkenin hukuk sisteminde buna ne derece izin verildiğiyle ilgili bir konu. Ancak, olduğu gibi uygulanması ya da tamamıyla uygulanması pek mümkün değil. Bir başka ifadeyle bir ülkede yürürlükte olan hukuk izin verdiği ölçüde ve hatta talep ettiği ölçüde, o ülkede yabancı hukuk kuralı uygulanabilir.

Ceza hukuku gibi ortak davranış kurallarını en güçlü yaptırımlarla destekleyen kamu hukuku alanlarında bireysel inançların uygulanmasına çok az yer bırakılır. Mesela, aile şerefini kurtarma ya da töre gerekçesiyle insan öldürme şeklinde hafifletici bir sebep kabul edilmez.

Yahudi ve İslam inancında var olan erkek çocukların tıbbî sünneti, minarelerden ezan okunması, SMS yoluyla eş boşamanın hukuki geçerliliği, Almanya'ya sığınmış çok eşli birinin durumu (bir evliliğin dışındaki diğer evliliklerin tanınıp tanınmayacağı, diğer eşlerin aile, miras, sosyal güvenlik ve aile yardımı gibi alanlarda nasıl muameleye tabi olacağı), İslamî finans faaliyetleri kitapta yer verilen ilginç konulardan sadece bir kısmı.

Oldukça yüzeysel olarak bahsettiğimiz haliyle bu konulara ilgisi olanlar için, okunması faydalı kitaplardan biri olduğu söylenebilir.

İyi okumalar!
Gazeteci, yazar ve milletvekili olarak tanıdığımız Falih Rıfkı Atay’ı çağdaşlarından ön plana çıkaran yönü, yaşadığı devirde söz sahibi olan insanlara oldukça yakın olmasıdır. Bunlardan biri, şüphesiz Cemal Paşa’dır. Zeytindağı adlı eserinde bunu baştan sona görürüz. Atatürk’e olan yakınlığıysa Cemal Paşa’dan daha ötedir. Osmanlı’nın son devrinde görev alması, yeni bir devletin kuruluşunda bizzat kurucusunun yanında aktif konumda olması, geçiş dönemini yaşamış o nesil arasında kendisini ve eserlerini görmezden gelinmeyecek bir noktaya getirmektedir.

Çankaya, Atatürk’ün doğumundan ölümüne geçen yılları, önemli ayrıntılarla bizzat Atatürk’ün izniyle kaleme aldığı bir kitap olarak benzerleri arasında ilk sıralarda gösterilir. Atay’ın Atatürk çizgisindeki sarsılmaz inancı, düşünce yapısı ve doğrudan şahitlikleri nedeniyle döneme dair yazılan ve çizilen tüm eserlerde Çankaya’ya bakmadan, atıf yapılmadan kalem oynatmanın pek mümkün olmadığı, bilinen bir gerçektir.

Özellikle 1946 sonrasında, Atatürk devrini yaşamış bazılarının, yaşanmışlıkları bir sömürü aracına çevirme arayışı, kimsenin duymadığı fısıldaşmaları belge diye ortaya koyma denemeleri Atay’ı rahatsız etmiş görünmektedir. “Elli altmış sularında mısın, uydur uydur anlat! Geçmiş dediğimiz şey de buna döndü. Bazı övünmeleri işittikçe ve bazı hatıraları okudukça içimi bir şüphe basıyor:
- Acaba ben bu devrin içinde mi idim yoksa otuz yıl süren bir rüya hâli mi geçirdim?” Eser, belli ki yaşanan böylesi şaşkınlıklardan dolayı kaleme alınmış. “Bu hatıralar, gördüklerim ve işittiklerimdir. Gördüklerimin hepsi benden. İşittiklerimin çoğu Atatürk’ün ağzından!” Yazar, yaşadığı o otuz yıllık geçmişe doğru ne zaman başını çevirse o tepeyi, bir türlü gözünden kaybedemediği için (…) hatıralarını o tepenin hükmü veya etkisi altından kurtaramadığı için kitabın adına Çankaya demiş.

Hatıraları yazarken takındığı üslubu da yine satır aralarında dile getiriyor: “Herkes gibi Atatürk’ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlardan yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından yoğrulmuştur. Atatürk’ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır.” (s. 13)

Atay’ın Çankaya’sı, Atatürk’ün hayatını, dönemin gelişmeleriyle beraber doğumundan ölümüne kronolojik bir sırayla anlatıyor. Selanik mahallelerinde geçen çocukluğundan, askeriyeye girmesine, meşrutiyetin ilanından İttihat ve Terakki yapılanmasına, ilk dünya savaşına girişimize ve daha nice bilindik genel konulara yer veriliyor. Atatürk’ün üvey kardeşleri, Atay’ın Balkan Savaşları’ndan hemen sonraya rastlayan Atatürk’le ilk karşılaşması, Atatürk’ün aşkları, Bulgaristan günleri, Çanakkale Savaşı’ndan sonra baskısı durdurulan Harp Mecmuası’ndan Atatürk’ün fotoğrafının kaldırılması, Filistin’in savunmasız bırakılması, Almanya gezisinde Sultan Vahdettin’den talepleri, işgal dönemi kargaşası, direniş, düzenli ordu, zafer ve yeni düzen (…) konularında satır aralarında değinilen ve pek bilinmeyen tespitler kitabın arşiv değerini arttırıyor. Zaten altı yüz sayfaya yaklaşan bu hacimli kitabı, satır aralarındaki detaylar kıymetlendiriyor ve sıradan bir tarih kitabı olmaktan çıkarıyor. Buna verilebilecek örneklerden birkaçını aktaralım:

“Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medenî Kanun’la Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: ‘Bize göre değil ha çocuklar...’ derdi.” (s. 408)

“Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.” (s. 425)

“Atatürk diktatör mü idi? Rejimine bakarsanız evet. Fakat ne mizacı, ne de ideali bakımından diktatörlük inançlısı değildi. Millî kurtuluş için şart saydığı inkılâplarının hürriyet içinde yaşayabileceğine güvenseydi, demokratik savaşçılığın zevklerini feda etmeyeceğine şüphe yoktu.” (s. 513)

“Henüz denize girmiyordu. Biraz yüzmeği sonradan öğrendi. Bir gün sormuştum:
- Paşam Selânik'te doğup büyüdünüz. Hiç denize girmez miydiniz?
- Aman çocuğum, o zaman soyunup denize girmek ne demek, nasıl bakarlardı insana... demişti.” (s. 555)

Eser, başlangıcında, 1881-1918 arasını üç bölümde ele alıyor. Sırasıyla “Çökme”, “Liderliğe Doğru”, “Gerilla Devri”, “Ordu Devri”, “Yeni Devir”, “Kemalizm”, “Atatürk’ün Son Yılları”, “Anı ve Fıkralar” kitabın diğer başlıklarını oluşturuyor.

İyi okumalar!
Doğu Türkistan medeniyeti hakkındaki bu kıymetli eser, Kaşgar’ın, tarih öncesinden, eski taş devrinden itibaren anlatılmasıyla başlıyor. Beşbalık, Yeken, Küsen, Hoten ve Koçu gibi diğer tarihi şehirlerde kurulan hanlıklar çerçevesinde anlatım devam ediyor. Bölge tarihinin, eski çağ, tunç çağı ve demir çağı gibi dönemlere kadar anlatılması, eserin değerini artıran bir özellik olarak öne çıkıyor.

Kitapta, M.Ö. 8000 ve M.S. 1800 yılları arasında, Çin’de ve Doğu Türkistan’da yaşanan siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmeler tafsilatlı şekilde anlatılmış. Zaman dilimi olarak, M.Ö. 1000 ve M.S. 1300 arasına özellikle yoğunlaşılmış. Eski çağlardan bugüne uzanan süreçte, bölgenin ezeli bir Türk yurdu olduğuna ilişkin deliller sunulmuş. Örneğin, Kaşgar’da on bin yıllık geçmişi olan Cırgal kalıntısı, Doğu Türkistan’daki yerleşimin en az on bin yıl öncesine gittiğini, bölgenin Asya kıtasında insanlık faaliyetlerinin başladığı en eski yerlerden biri olduğunu göstermesi bakımından önem arz ediyor. Sultanbay kalıntısı, Koruktala, Aktala, Önkürlük ve Dövilik kalıntıları, Şambaba kurganı gibi tespit edilen başka arkeolojik kalıntılar da savunulan tezleri kuvvetlendiriyor.

Doğu Türkistan’daki ilk yerleşim yeri, dünyada ilk pamuk ziraatının yapıldığı yer, dünya tarihinde ormancılıkla ilgili ilk kanunun yazıldığı yer, Türklerin ölülerini yakma geleneği, Çinli prenseslerin Türk kağanlarına eş olarak gönderilmesinin siyasi sebepleri, Moğollara yazıyı öğreten millet, Orhun Uygur Hanlığı’nın devamı olduğu halde pek bilinmeyen hanlık, Çin hanedanlarının tarih yazımında görev üstlenen Uygurlu tarihçiler, örme saç bırakma âdeti, bakır kazanlar, bölgedeki yemek kültürü kitaptaki belli başlı ilgi çekici konular arasında gösterilebilir.

Yazar Ahmet Süleyman Kutluk, pek de aşina olduğumuz bir isim değil. Sincan Üniversitesi Tarih Fakültesi mezunu ve akademisyen bir Uygur Türkü. Hakkında güncel bilgilere ulaşma imkânımız Uygur Türklerinin içinden geçtiği malum nedenlerden ötürü çok sınırlı, hatta yaşayıp yaşamadığına dair net bir bilgimiz dahi yok maalesef.

Akademik geleneğe uygun şekilde eserde, kaynak olarak bu bölgenin tarihi üzerine çalışmış farklı milletlerden çok sayıda yazarın eserlerine atıflar yapılmış. Çağdaş Uygur Türkçesiyle yazılmış olsa da eseri yayıma hazırlayan Abdullah Cinkara, metni başarıyla Türkiye Türkçesine aktarmış. Böylesi nitelikli bir kaynak eseri ülkemize kazandırması takdire şayan.

Faydalı bir okuma olması dileğiyle!